Süha Baytekin: Üç sene içinde üç kitap

1
1278

Şubat 2017’de  Diasporada Çerkes Olmak, Mayıs 2019’da ise Çerkes Sürgünnamesi adlı kitapları yayımlanan Jıneps yazarı Süha Baytekin’in Kasım 2020’de yeni kitabı çıktı: Kutsal Ay’ın Kızları -1-.

Daha ilk sayfada okuru sarıp sarmalayan kitabın iki cilt olarak yayına hazırlandığını öğrendik. Tamamlanmış ikinci cildin de okurlarıyla buluşmasını heyecanla bekliyoruz.

İlk kitabından bugüne yazı serüvenini biz sorduk, Süha Baytekin yanıtladı.


-Jıneps okurları, sizi gazetede yayımlanan yazılarınız ve kimliğe ilişkin çalışmalarınız ile tanıyorlar, yine de bilmeyenler için bize biraz kendinizden bahseder misiniz lütfen?

-Babam İstanbullu, annem Eskişehirli. Almanya doğumluyum. Uluslararası İşletmecilik lisans eğitimimden sonra aynı alanda yüksek lisans ve doktoramı tamamladım. Koç Holding’de başlayan çalışma hayatımı Hamoğlu Holding’de sonlandırdım. O günden bu yana da yıllardır yapmak isteyip de yapamadıklarımı yapmaya çabalıyorum.

 

“Yazmak ve faydalı olduğumu hissetmek bana büyük bir haz veriyor”

 

-Üç sene içinde üç kitabınız yayımlandı. Okumayı, yazmayı seven dostlarımız mutlaka farkındadır; bu hiç de kolay bir iş değil. Bize biraz bu süreçten, çalışma ritminizden bahsedebilir misiniz, uzun yılların birikiminin kitaplaşması bu yıllara mı denk geldi, son üç yılda daha fazla araştırma, çalışma, yazma fırsatı mı buldunuz?

-Aslında “Kutsal Ay’ın Kızları -2-” ile birlikte bitmiş üç kitabım daha var. Sıralarını bekliyorlar. Yeni bir kitaba da başladım.

İlk kitabım “Disaporada Çerkes Olmak” aslında basılmasını düşünmediğim ama iyi ki basılmış dediğim bir kitap. Kendimle kavgalarımın kanlı bir savaşa dönüştüğü döneme rastlayan, her türlü kaygıdan azade, tüm safiyetimle yazdım. Hasbelkader basıldı. Benim için çok değerli. Okuyanlar kitaba bu şekilde yaklaşırlarsa sevinirim.

Daha önce de söylediğim gibi, yoğun çalışma yaşantım bittikten sonra zamanımı yapmak isteyip de yapamadıklarıma ayırdım. Bunları bir hobi olarak değil vazifeymiş gibi yapmam, günümün çok önemli bir bölümünü sanki mesai yapıyormuşçasına okumaya, araştırmaya ve yazmaya ayırmam, çocukluğumdan itibaren içimde söyleyecek ve yazacak çok şey biriktirmem işimi kolaylaştırıyor sanırım. Hepsinden de önemlisi yazmak ve faydalı olduğumu hissetmek bana büyük bir haz veriyor.

Bir avantajım da, yazanlar çok iyi anlayacaklardır, gece uykusu benim için sıkıntı olduğundan, bu sessiz ve gizemli saatleri yazarak ve okuyarak değerlendiriyorum.

Tercih ettiğim üslubun yalın olması, edebi bir eser ortaya çıkarmak gibi bir önkoşulla yazmıyor olmam, her ne yazıyorsam akışına bırakmam da avantajlı bir durum.

 

Üç sürgün

 

-Önce; ‘’Çerkes Sürgünnamesi’’ne değinmek istiyorum. Bu kitapta sadece “Büyük Sürgün”ü değil, Balkan Çerkesleri sürgününü ve Gönen-Manyas sürgününü de anlatmışsınız. Sürgün hikâyeleri dokunuyor insana, Gönen-Manyas bölümünü belki de aileden dinlediğim hikâyelerin izlerini taşıdığı için bir solukta okudum. Sözlü tarih çalışmalarınızın derlenmesi midir bu öyküler? Okuru yoğun bir duygu durumuna sokan satırları yazmak sizin için de kolay olmamıştır diye düşünüyorum. Neler söylemek istersiniz?

-“Çerkes Sürgünnamesi”ni yazdım. İsmini sevgili Serap Canbek verdi ve çok da isabetli oldu. Üç sürgünü anlattım. Çünkü sürgün deyince aklımıza hep “Büyük Çerkes Sürgünü” geliyor. Tarifsiz bir acı. Ama yine bizim insanımız iki büyük sürgün acısı daha yaşadı.

Bana göre klasik tarih anlatımı sürgün gerçeğinin insanımız üzerindeki yıkımını içselleştirmemiz için yeterli değil. Klasik tarih anlatımı insanı ikinci plana iterek olayları anlatıyor. Oysa tarihin merkezinde insan yer alıyor.

Bu nedenle ben bu üç sürgünü, tarihi gerçeklerden uzaklaşmadan, insanımızın duygularını, hayata tutunma çabalarını, büyük acılarını, bocalamalarını, özverilerini kâh sözlü tarih derlemelerinden esinlenerek, kâh küçük bir olayı kendim hikâyeleştirerek ama bir bütünlük içinde okurlarıma aktarmak amacıyla yazdım. Kısacası insanımızı anlattım.

“Balkan Çerkesleri Sürgünü”nün trajik bir özelliği de var. Çerkesleri vatanlarından koparıp buralara sürenlerin binbir meşakkatle inşa ettikleri yeni yaşamları bir kez daha gasp etmeleri anlamını taşıyor. 1864-1878 tarihleri arasındaki süreçte Çerkeslerin mecbur bırakıldıkları için Slavlarla giriştikleri mücadele bir anlamda Ruslardan alınan intikam niteliği taşıyor. Esasen bu bölgeye yerleştirilmelerinin amacı da hepimizin malumu! Ve sonuç yine sürgün!

Gönen-Manyas tehcirine gelince, o bölge ile hiç alakam olmamasına rağmen “Nerede zulme uğrayan bir Çerkes varsa zulme uğrayan biziz” anlayışıyla beni çok etkileyen bir acı bu sürgün. Sürülen insanlarımızın önemli bir kısmı üçüncü kez yaşıyorlar bu zulmü. Çünkü Balkanlar’dan gelmişler Batı Anadolu’ya.

Sözlü tarih çalışmalarım da yer alıyor kitapta. Ama esasen Mehmed Fetgerey Şoenu’nun “T.B.M.M’ne Arîzaları”nın ve birkaç başka kaynağın ışığında sürgüne maruz kalan bir ailenin yaşadıklarını kurgulayarak, bu zulmü zihnimizde canlandırırken, içimizde de hissetmemizi amaçladım bu bölümü yazarken. Yaşanmış ve kendi yazdığım hikâyeler ile de zenginleştirdim.

“14 köy sürüldü” diye geçiştirilemeyecek kadar vahim, kolektif bilinçaltımıza yerleşmiş, ama Türkiye diasporasında yaşayan Çerkesler olarak bugünümüzü bile etkileyen ve yüksek sesle dillendirmemiz gereken vahim bir olay. Yıllardır gündeme getirmek için özellikle sosyal medyada birkaç soydaşım, özellikle adını burada zikretmek istediğim sevgili Yenemiko İbrahim Dirican ile birlikte elimizden geldiğince çabaladık. Halkımız da buna hazırmış ki başarılı da olduk galiba. Yıllardır susanlar konuşmaya başladılar. Dernekler anma etkinlikleri düzenliyorlar. Hatta kendilerince kitap yazmayı deneyenler oldu. Bunlar güzel gelişmeler. Bu gelişmelerdeki müspet tesirimiz konusunda tevazu gösteremeyeceğim. Ödevini elinden geldiğince en iyi şekilde yapmaya çalışan bir öğrencinin iç huzurunu yaşıyorum.

Sürgünleri yazmak önemli! Çünkü acılarla bir yerlere savrulmuş bir halkı bütün değişimlerine ve farklılaşmalarına rağmen bir arada tutan en tesirli duygu yine acı! Zaman zaman eleştiriliyoruz “Duygu sömürüsü yapıyorsunuz” diye. Halbuki biz acının bu olumlu etkisinden yararlanmaya çalışıyoruz yeri geldikçe.

Sürgünleri yazmak kolay oldu mu? Hiç kolay olmadı. Ben kendi yazdığına öfkelenenlerden, ağlayanlardanım. Bilhassa halkımızı derinden etkileyen sürgünleri yazarken bunu daha yoğun hissettim. Bedenen yorulmanın dışında ruhen gerçekten çok yoruldum. Farklı sürgün sahnelerini insanımızın gözüyle anlatırken farklı kimliklere bürünmek, onlarla birlikte yaşamak epeyce yıpratıcı.

Mesela Kuğay’ın atıyla vedalaşması ve nihayet vuruşu, “Neden?” diye sorarcasına son bir seslenişle yere yığılan atın ağzında bir parça havuç gözlerinde birer damla yaş olması, ben yazdığım için değil vakanın dokunaklı olması nedeniyle hâlâ gözlerimi yaşartıyor. Varın gerisini siz düşünün.

Tarihi gerçeklerin ışığında insanlarımızın gözüyle sürgünleri anlatırken, çok sayıda dipnotta Çerkeslerin yaşamlarına dair bilinmeyen ya da unutulmuş birçok kavramı aktarmaya da özen gösterdim. Bunların çoğunu ben de bilmiyordum. Çok sayıda kaynaktan yararlandım. Büyüklerime danıştım. Bu vesileyle ben de öğrenmiş oldum.

 

Ruhsar ve Dışehan

 

-Son yıllarda ne güzel ki; “Çerkes Sürgünü”nü anlatan birçok roman yayımlandı. Son kitabınız; ‘’Kutsal Ay’ın Kızları’’ ise sadece sürgünü değil, Ruhsar ve Dışehan üzerinden Çerkes kızlarının Osmanlı Sarayı ile temasını da anlatıyor. Ruhsar ve Dışehan’ın hikâyeleri gerçek öykülere ve hatıralara mı dayanıyor? Sizce Çerkes kızlarının saray ile ilişkisi toplumsal bellekte doğru yerini bulmuş mudur?

-“Kutsal Ay’ın Kızları” bir fotoğraf bulabilirim ümidiyle ziyaretine gittiğim bir büyüğümün bana armağanı. Kendisine intikal eden bir hatıra defterinden yararlanılarak yazıldı. Ruhsar Hanım ve aynı deftere yazılmış Dışehan Hanım’ın hatıraları ve Dışehan Hanım’ın can yoldaşı Müberra Hanım’ın defterin sonuna eklenmiş notları… Osmanlıca haliyle. Deşifresi epeyce zahmetli oldu.

Hatıralar çok daha kapsamlı. Mahremiyet var, hayatın farklı sahneleri var. Ama ben “Saraylı Çerkes kadını ve kaçırılarak köleleştirilen Çerkes kızları” gerçeğini gerçek hayatlardan ilhamla yazmak istediğimden hatıraların yalnızca ilgili bölümlerinden yararlandım.

Çokça, hatta belki biraz fazla kendi iç sesimi de kattım satır aralarına.

İlk kitapta kahramanlarla tanışıyor, ikinci kitapta ise şaşaalı bir hayatın içinde, farkında olmasa da özünden kopmamış, ama çok kırgın Dışehan Hanım’ın kendisiyle ve hayatla hesaplaşmalarını, özlemlerini, pişmanlıklarını, özetle ibret alınacak yaşamının detaylarını anlatıyor bize. Çok etkileyici. Özellikle ölüm anıyla ilgili Müberra Hanım’ın aktardıkları çok ama çok dokunaklı.

“Kutsal Ay’ın Kızları” yalnızca iki kadının hayatını anlatmıyor. Ruhsar Hanım’ın kişiliğinde “Osmanlılaşmış” ama özünden izler taşıyan bir Çerkes kadınını görüyoruz ve hiç yabancı gelmiyor bize.

Dışehan Hanım’ın yeniden şekillendirilişine ve ruhunun bu şekillenmeye zamanı geldiğinde isyanına şahit oluyoruz.

Kızları kaçırılan bir ailenin sessiz acılarına ve anavatandaki mücadelenin son merhalesine tanıklık ediyoruz.

Saray yaşamı ve bilhassa haremin hüzünlü hakikatiyle burkuluyor yüreğimiz.

Sürgünü bir kez daha yaşıyoruz.

Dışehan’ın ağabeyinin hazin hikâyesi içimize işliyor.

Esir pazarları ve esir ticareti hakkında edindiğimiz bilgiler isyan ettiriyor bizi.

Kaçırılan ve köleleştirilen Çerkes kızlarının bir kısmının da olsa bu yeni hayatı terk etmek istememeleri gibi nefsani tavırlarına öfkeleniyoruz belki.

Hatıralarda yer almayan kahramanlar çıkıyor ortaya. Her biri bize başka şeyler anlatıyor. Hepsinin gerçek hayatta bir karşılığı var anlatılanların.

Osmanlı’daki modernleşme sancılarını görüyoruz.

Ruhsar Hanım’ın yaşamında önemli bir yeri olduğu için tasavvufi göndermelere rastlıyoruz sıkça.

Dışehan Hanım’ın hatıralarını sonlandırırken düştüğü;

“Okuyanlardan istirhamım, zinhar acımasınlar!

Ve müsterih olsunlar!

Ben anlayamamışken ne olup bittiğini, ne yaşadığımı, neden ve ne zaman tükettiğimi ömrümü, okuyanlar anlayamamışlar suç mu?”

Şairin dediği gibi;

“Mukteza-i kaderi ben kime şekva edeyim?

İhtiyârımda değildir ihtiyâr eylediğim” notu kaderi sorgulatıyor bize.

“Çerkes kızlarının saray ile ilişkisi toplumsal bellekte doğru yerini bulmuş mudur?” sorusunu ise, baba sülalemden çok yakın bir büyüğümün can yoldaşı “Saraylı Çerkes Kızları”ndan olduğu için “Genellikle hayır” diye yanıtlayabilirim. Kitabın önsözünde açıklamaya çalıştım bu meseleyi. Şimdi bu konuya girersek epeyce uzar.

 

-“Kutsal Ay’ın Kızları’’ sizin diğer yazılarınızdan bildiğimiz yalın üslubunuzu taşıyor ama özellikle Ruhsar ve Dışehan’ın öykülerinde yer yer daha farklı ve eski bir dil de kullanılmış. Bu tercihiniz dönemi yansıtmak amacıyla mı oldu?

-Evet! Hem dönemi hissettirmek istedim hem de hatıra defterinin orijinal dilinden fazla uzaklaşmak istemedim.

 

“Bizim yazarlarımızın işi kitap yazmak ve bastırmakla bitmiyor”

 

-“Kutsal Ay’ın Kızları’’ -ikinci cilt- hazırlanıyor diye anlıyorum. Ne zaman yayımlamayı planlıyorsunuz? Sonrası için planladığınız başka çalışmalar da var mı?

-“Kutsal Ay’ın Kızları” aslında tek kitaptı. Ama fazla kalın olacağı düşüncesiyle ikiye ayırdık. Aksi takdirde 570 sayfalık bir kitap olacaktı. Yani 2. kitap hazır aslında. Üzerinde bazı değişiklikler yapabilirim belki.

Ne zaman yayımlanır? Bunun çok açık bir yanıtı var. “Kutsal Ay’ın Kızları -1-“ yeterince satıldıktan sonra. Bizim yazarlarımızın işi kitap yazmak ve bastırmakla bitmiyor. Basıldıktan sonra tanıtımı, dağıtımı, satışı gibi hiç de hazzetmedikleri meselelerle de ilgilenmek zorundalar. Şartlar oluştuğunda basılacak diyelim.

Sonrası için de başta söylediğim gibi bitmiş iki kitap daha var. Birisi denemelerden oluşuyor. Diğeri de yaşanmış diaspora hikâyeleri. Yazmakta olduğum bir kitap var şu anda. Ama her an her şey değişebiliyor. Bunu bırakıp başka bir şey yazabilirim.

 

-Röportaj için çok teşekkür ediyoruz. Birikimlerinizi paylaşmaya devam etmenizi diliyoruz.

-Ben teşekkür ederim…

Önceki İçerikİnsan hakları
Sonraki İçerikAdıgebze Konuşma Kartları
Birgül Asena Güven
1959 yılında Fethiye’de doğdu. Adigelerin Şapsığ boyundan. 1984 yılında Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi bölümünü bitirdi. İş hayatına özel sektörde 1985 yılında başladı. İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Yüksek Lisans programına katıldı. Uzun yıllar global şirketlerde Finans Yönetimi yaptı. Kafkas derneklerinde çalıştı, yayın organlarında yazdı. Halen Jıneps yayın kurulu üyesidir.

1 Yorum

  1. İslam dini değiştirilip ortodox yapılan Adigelerin yetiştirdiği en büyük hain Temurok tarafından İslam dininden zorla ortodoxluğa geçirilip Çar korkunç Ivan’a resmen cariye olarak peşkeş çekilen Maria(Goşenay)’dan Osmanlı saray hanedanı zamparalara ve çevresinde ki sabetayist paşaların seferler, akınlar ve fetihlerin durmasıyla son bulan ecnebi cariyeler odalıkların yerini birileri almalıydı Saray Türk ırkına nefret doludur onlar olmazdı kim olabilirdi devreye Yahudi Exodus’u özenticisi Oset kılıklı kripto Kunduk Musa girdi ve payitahtın sabetayist paşaların Türk ırkının dışında cariye arayışları Çerkes sürgünüyle son buldu aradıkları madene nihayet kavuşmuşlardı artık hem Osmanlı sultanlarına Sabetayist paşalara köle cariye odalık ihtiyacı fazlasıyla karşılanmış oldu üstelik Dürzi liderlere, Arap krallarına, Farslara, Umman sultanlarına Afrikanın Zanzibarına kadar peşkeş çekilen o zavallı Adige kızları onların gözyaşları önünde saygıyla eğiliyorum..

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz