Atalarımızın yaşadığı acıların genetik mirasçısı olabilir miyiz?

0
1200

Aşağıda muhtemel bir çalışmamızın bir anlamda önsözünü okuyacaksınız. Doğrusunu söylemek gerekirse çok ciddi bir araştırma ve hatta uzmanlık gerektiren bir konu. Bu nedenle şu aşamada genel hatlarıyla bir şeyler yazacağım. Ama ne demek istediğim anlaşılacaktır.

Yaşanılan bir olayın ‘‘ruhsal travma’’ olarak adlandırılabilmesi için:

Kişinin gerçek bir ölüm ya da ölüm tehdidi, ağır bir yaralanma, kendisinin ya da başkasının fizik bütünlüğüne karşı bir tehdit olayını yaşamış, böyle bir olaya tanık olmuş ya da böyle bir olayla karşı karşıya gelmiş olması,

Bu olay karşısında aşırı korku, çaresizlik ya da dehşete düşme tepkileri vermiş olması gerekir.

Travmalardan sonra en sık rastlanan psikolojik sorunların başında Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) gelir. TSSB görülme ihtimali, ciddi şiddet olayları, savaşlar ve doğal afetlerin yaşandığı durumlarda halkın % 50’sinden fazlasında görülebilmekte. (psikonet.com)

TSSB’nin bir psikolojik bozukluk olarak tanınması, ABD’de 1970’lerde Vietnam Savaşı dönemine rastlar. Savaştan geri dönen askerlerde savaşta karşılaştıkları sinir bozucu olayların tekrar yaşandığı, olayları uzaktan veya yakından hatırlatan durumlardan şiddetle kaçındıkları, uyumakta zorlandıkları, eş-dost ve aile ilişkilerinde güçlüklerle karşılaştıkları, dikkat dağınıklığı, kolayca irkilme ve öfkelenme eğilimi gösterdikleri gözlenmiştir.

Sorumuz şu: Yaşanan travmalar sonraki nesillere aktarılır mı?

Önce şunu belirtmekte yarar var. Biz olaya travma açısından yaklaşıyoruz. Yaşanmışlıklar, duygular sonraki nesillere aktarılabiliyorsa eğer, sadece travmalar değil, yaşanan güzellikler, olumlu duygular da sonraki nesillere aktarılıyor olmalı. Yani biri oluyorsa diğerinin de olması kaçınılmaz. Bu nedenle ne kadar olumlu duygu ve düşüncelere sahip olursak bizden sonraki nesiller de ruhsal açıdan o kadar sağlıklı olacaktır diyebiliriz.

Devam edelim…

‘‘Kimlik Adına Öldürmek’’ adlı çalışmasında Vamık D. Volkan bu konuyu işliyor. Yani, travmaların sonraki nesillere aktarılmasını. Dünyadaki çatışma odaklarının toplumlar üzerindeki etkilerini değerlendiriyor ve gözlemleri bilimsel verilerle açıklıyor. Öldürülen nesiller, yok edilen kültürler yası tutulacak imgelerdir. Toplu ölümlerde kalanların yaşam mücadelesi ile tutamadıkları yas nesillere aktarılır. Çocuklar bu süreçte beraber yaşadıkları ebeveyn veya bakıcılarının sağaltılmamış öfke ve yaslarına maruz kalarak büyür. Bu da onların gelişiminde olumsuz etkendir. Travmanın nesil aktarımı bilimsel olarak kabul görmekte ve hipnoterapiler de örneklenmektedir.

  1. Dünya Savaşı sırasında, Nazilerin toplama kamplarında bulunan veya şahit olan ya da işkenceyi deneyimleyen 32 Yahudi kadın ve erkeğin genlerinin incelendiği, Rachel Yehuda’nın önderliğinde New York Mount Sinai Hastanesi’nde yapılan çalışmada ortaya çıkan şey; soykırımdan kurtulanların yaşadıkları travmadan meydana gelen genetik değişimlerin çocuklarına geçebiliyor olması. Bu çalışmadaki en net gösterge; bir kişinin yaşam deneyiminin sonraki nesilleri etkiliyor olabileceği.

Bu çalışmada araştırmacılar ayrıca, soykırımdan kurtulan ve bu travmayı yaşayan kişilerin çocuklarının genlerini de analiz ettiler. Bu çocukların stres bozukluğuna sahip olma olasılığının, savaş boyunca Avrupa’nın dışında yaşayan Yahudi ailelerin çocuklarına göre daha fazla olduğu tespit edildi. Yehuda, “Bu gen değişimlerinin açığa çıkması, ailelerinin soykırıma maruz kalmalarından dolayı olabilir” diyor.

Yehuda ve ekibinin bu çalışması, insanlardaki travmanın çocuklarına aktarılmasına en açık örnektir ki, buna “Epigenetik kalıtım (sigara, diyet yiyecekler ve stres gibi çevresel etkilerin, çocuğunuzun ve hatta torunlarınızın genlerini etkileyebilmesi)” denir.

Diğer bazı çalışmalar, bir neslin deneyimi ile sonraki nesiller arasında kesin olmayan bağlantıları ortaya koymuştur. Örneğin; 2. Dünya Savaşı sonrasında hamileliği süresince kıtlık çeken bir Hollandalı kadının kız çocuğunun şizofreni olma riskinin ortalamanın üzerinde olması gibi.

Yehuda ve ekibi, özellikle travmadan etkilendiği bilinen stres hormununu düzenleyen gen kısmı ile ilgilendiler. Yehuda, “Bu gene bakmak akıllıca olur, diye düşündük. Çünkü, travmanın aktarılmış bir etkisi varsa eğer, bu, çevre ile başa çıkmamızı şekillendiren strese bağlı gende olabilirdi” diyor.

Araştırmacılar, hem soykırımdan kurtulanlarda hem de çocuklarında bulunan bu gen kısmındaki epigenetik etiketlerin aynı bağlantısının herhangi bir kontrol grubunda ve çocuklarında bulunmadığını tespit ederler (Bu çalışma, Biological Psychiatry dergisinde yayınlanmıştır).

Araştırmacılar, korkunun nesillerle aktarıldığını ve miras kaldığını -en azından hayvanlarda- çoktan gösterdiler.

Atlanta’daki Emory Üniversitesi’nden bilim insanları, erkek fareye koklattıkları kiraz çiçeği kokusundan sonra az miktarda elektrik şoku vererek kiraz çiçeğinden korkmasını sağlarlar ve neticede fareler, çiçek kokusu kendiliğinden yayıldığında da ürperirler. Bu farelerin yavruları da daha önce bu koku ile karşılaşmadıkları halde aynı korku dolu tepkiyi ortaya koyarlar. Kiraz çiçeği ile temas ettiklerinde ürkerler ve onlar da kendi yavrularından bir kısmına aynısını aktarırlar.

Diğer yandan, başka bir kokudan korkmaya şartlandırılan farelerin yavrularının, kiraz çiçekleri kokusuna karşı korku tepkisine sahip olmadıkları da görülür. Bu ürkek fareler, kiraz çiçeklerini hisseden reseptörleri üretmeden sorumlu genler üzerinde daha az epigenetik etiketlere sahip olan sperm üretmişlerdir. Bu kokunun korku ile nasıl ilişkilendiğine dair bilgi halâ gizemini korurken, yavruların beyinlerinde artmış kiraz çiçeği koku reseptörleri olduğu da tespit edilir.

Gelelim asıl konuya. Derinliğine henüz giremeyeceğim, daha doğrusu hazır değilim, ama en azından bir ön fikir vermesi için yazıyorum.

Acaba halkımızın içinde bulunduğu durumu, asimilasyon, dejenerasyon, bireyselleşme, emperyalizm, kapitalizm, küreselleşme vb. kavramlarla açıklamaya çalışırken, meselenin epigenetik ve psikolojik boyutunu göz ardı ediyor olabilir miyiz?

Öyle ya… Travmanın tanımına baktığınızda atalarımız travmayı ve doğal olarak travma sonrası stres bozukluğunu insan aklını zorlayacak derecede yaşadılar.

Bir de bu yönden bakmak mı gerek bugünümüze ve geleceğimize?

Ama bu bakış, içinde bulunduğumuz durum için yeni bir suçlu bulmaya yönelik değil, kendimizi daha iyi anlayabilmek amacıyla olmalı…

Önceki İçerikKaraciğer dostu kahve
Sonraki İçerikAranıyor!
Süha Baytekin
1965 Almanya doğumlu. Baba İstanbul, anne Eskişehirli. Haydarpaşa Lisesi ve Marmara Üniversitesi Uluslararası İşletmecilik mezunu. Yüksek lisansını ve doktorasını İstanbul Üniversitesi Uluslararası İşletmecilik'te yaptı. Koç Holding ile başlayıp sayısız firmada yöneticilik, Hamoğlu Holding ile sonlanan, pazarlama, iletişim kordinatörlüğü... Şu anda emekli. Uzun yıllardır sosyal medya ve çeşitli mecralarda yazarlık... 5.000 fotoğraflık eski Çerkes fotoğrafları arşivi var. Kitapları: "Diasporada Çerkes Olmak", "Çerkes Sürgünnamesi", "Kutsal Ay’ın Kızları-1". Basılacak Kitapları: "Kutsal Ay'ın Kızları-2", "Kutsal Güneşin Çocukları", "Diasporik Hikayeler". Medeni durum: Bekâr.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz