“Kaf Dağı’nda ne yana baksan yiğitlik. Bir tercih miydi bu karakterlere işlemiş, yoksa bir zorunluluk mu oldu yüzlerce yıl savaşa mahkûm edilmiş topraklarda… Onlar, yalnız akşam yiyecekleri çorbayı ve yalnız evlatlarının altın saçlarından yayılan neşeyi düşünmek istemezler miydi? Kaygumuz sadece bu olsun diyerek oturamaz mıydık sofraya asırlar boyunca. Özgür yarınlarda birleşecek tüm düşlerimiz. Belki tek kaygumuz altın saçlı çocuklarımız olacak bir gün yine.”
Yıllar önce 30 Eylül Abhazya Bağımsızlık günü için yazmışım bu satırları. Beş yaş daha genç olmanın verdiği romantizmin etkisini yadsımamak lazım o yüzden. Aslında bir temenniyi, mutlak bir gelecek gibi tasavvur edişime bakarsanız çok da emin olmuşum kendimden. Gençken insan her şeyi bildiğini düşünür. Yaş aldıkça bilmediklerinin altında ezilmeye başlar. Emin olduğu her şeyden, yavaş yavaş şüphe etmeye yönelir. Öyle bir an gelir ki, hiçbir şey hakkında kesin yargılar ileri sürmemek gerektiğini fark eder. Ancak hayalleri, umut etmeleri bırakmaz.
Kuzey Kafkasyalıların ortak özelliklerinden birisi de benlik algısıyla ilgilidir. Takıntı derecesinde kim olduğumuzu, kimin oğlu ya da kızı olarak dünyaya geldiğimizi, sülalemizin adını, neredeyse geldiğimiz topraklarda yetişen endemik bitkilerin isimlerini dahi gururla söyleme eğilimindeyiz. Yedi kuşak atasının adını övgüyle anan insanlarımız için bu türden şeyler oldukça normal. Her şeyden önce söylemeliyim ki bu kuşkusuz iyi bir şey. Her ne kadar gizil (ya da aslında ayan beyan olan ama söylemeye dilimizin pek varmadığı) ultra narsizmimize ciddi bir katkı verse de bizi biz yapan ne varsa bu kadar düşkün olmamız, kim olduğumuzu unutmamamız açısından önemli. Çeşitli sosyal mecralarda isminin önüne ya da sonuna sülale adını koyarak profilini oluşturan insanlar gördüğümde önce müstehzi bir gülümsemeyle yaklaşsam da bir diğer yanım bunun son derece makul olduğunu söylüyor.
Bu durumun benliğimize yaptığı “kim olduğunu unutmama” katkısını kabul etmekle birlikte, aynı durumun bizi problemli ayrıştırmalara sevk ettiği de açık. Yakın zamanda Rusya Federasyonu’nda kasım ortasına kadar devam edecek bir nüfus sayımı başladı. Bu sayımda insanlar kendilerini etnik kimlikleriyle kayıt ettirebiliyorlar. Özellikle Batı Kafkasya’daki halkların temsilcileri bu sayımlarda “Çerkes” olarak kayıt edilmek istediklerini beyan eden ve insanları da buna teşvik eden çağrılar yaptılar. Açıkçası, tüm Adigelerin kendileri için “Çerkes” kimliğinde buluşması bölge insanı için oldukça hayırlı bir iş olur. Dosta düşmana “biz” mesajı vermek kadar güçlü bir duruş var mıdır? Tabii ki bu duruma DÇB başta olmak üzere pek çok kurumdan şiddetli itirazlar da geldi. Tüm bu tartışmalar, esasen Türkiye’deki Kafkasyalılar için de bir ayna vazifesi görüyor. Mikromilliyetçi bölünmeler, meselenin özünü kaçırmamıza vesile oluyor.
Halbuki yaşasın insan olma ve insan kalma mücadelemiz… Bu konuda bir anlaşalım. İkincil olarak gerek Kafkasya’da ve gerekse Türkiye’de benliğimizi unutmadan, biz olabilmenin yollarını her daim açık tutmak gerekiyor. Kanaatim odur ki, bir Kabardeyin kendisini Rusya’daki nüfus sayımında “Çerkes” kimliği altında tanımlaması son derece normaldir ve bu kendisinin Kabardeyliğine halel getirmeyeceği gibi bilakis güçlendirir de. Zira her birimiz en küçük parçamıza kadar muhakkak ki bir şeylere veya bir yerlere aidiz. Ancak bizi bir araya getiren üst kimliklerimizi yabana atmamalıyız. Benliğimiz uğruna, biz olmaktan vazgeçmek büyük bir hata olacaktır. Çünkü aslında biz, bizim olduğunu sandığımız şeyden ziyade, daha çok başkalarının bizi gördüğü şeyiz de.
Yukarıdaki durumdan da anlayacağımız üzere, Kafkasya’daki insanlarımızın kimlik algıları Türkiye’deki Kafkasyalıların yaşadıkları ayrışmalardan daha derin görünüyor. Türkiye’deki Kafkasyalılar, hangi aidiyetten gelirlerse gelsinler kendilerini zaman zaman Çerkes, zaman zaman Kafkasyalı üst kimliğinde ama doğru ama eksik toplayabiliyorlar. Bu biraz da atayurttan uzakta aynı sofrada aynı yemeklerin kokusuna koşan insanların birbirine olan ihtiyacıyla somutlaşıyor. Birbirimizle sık sık kavga etsek de daha toleranslı, daha kucaklayıcı olduğumuz kesin. Ancak atayurdun dinamikleri çok başka. İnsanların orada kendilerini ifade ederken daha çok boy ve sülale isimlerini ön plana çıkarıyor olması, bir bütün olabilme çabalarının önünü tıkayabiliyor. Çerkesya’ya baktığımızda bu durumun tarihi feodal kodlarla da yakından ilgili olduğunu görüyoruz. İzlerini Anadolu’ya kadar sürebileceğimiz bu sınıfsal yaklaşımlar, haliyle kimi yerlerde birtakım “asillikleri” su yüzüne çıkarıyor.
Vaynakhlar özelinde durum biraz daha farklı tabii ki. Kafkasya’daki Çeçen-İnguşların kendilerini “Çerkes” olarak ifade etmediklerini biliyoruz. Bu daha çok bizim Anadolu’daki Kafkasyalılara özgü bir durum ve sebeplerini daha önce de ifade etmiştik.
Israrla ve inatla benliğimizi tanımaya devam ederken, aynı kararlılığı biz olabilmenin kapısında yatarak göstermemiz gerekiyor. Aslında 1918 Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti deneyiminin bize sunduğu pencere sadece ve mutlaka bir siyasi birliktelik değil. Tüm Kafkasyalıların, Hazar’dan Karadeniz’e kendi geleneklerini ve dillerini muhafaza etmekle birlikte, Kafkasyalı kimliğinde buluşabilmeleri dünyanın en zor işi değil. Bunun siyasi bir çatı altında olması da gerekmiyor. E, o zaman bir Uzunyaylalının Göksunluyla, Düzcelinin Samsunluyla bir olabilmesinin önündeki engel ne?
Tek kaygumuz, altın saçlı çocuklarımızın mutluluğu olsun gelecekte. Bunun için de “Biz kimiz?”e yanıt verebilmemiz şart görünüyor.