Sürekli sarsıntılarla doluşan gündemimiz, geçtiğimiz ay da İstanbul’da bir adamın sokak ortasında genç bir kadını samuray kılıcıyla öldürmesiyle çalkalandı. Kendi kafalarındaki dünyayı tek gerçek sanan ve dayatan devletlû ve de kibirli seçkinlerimizin “sapkın ideolojik ajanda” olarak tanımladıkları “İstanbul Sözleşmesi” ve kadına şiddet meselesi bu cinayetin tam da göbeğindedir muhtemelen. Elinde kılıçla sokağa fırlayan o adam, bir erkekten gelebilecek savunma ihtimaline karşı, daha garantili bir hedef seçmiş belli ki… Yani bu cinayet tabii ki her şeyden önce bir şiddet eylemi ve tabii ki “kadına karşı bir şiddet eylemi”… İptal edilen İstanbul Sözleşmesi nedeniyle kadına karşı şiddetin psikolojik olarak daha kolay gerçekleştiği bir atmosferin eylemi…
Öte yandan, içinde yaşadığımız toplumun geçmişten kalan travmaları, korkular, içe kapanmalar, çocukken aldığımız eğitim, düşmanlara dair öğretiler, bütün bunlardan evrilen güvensizlik duyguları da, tabii ki, bu katilin genlerinde bir yerlerde mevcut…
Ancak, bu şiddet eylemi toplumdaki başka kirli damarları da ortaya çıkarıyor. Katil adam zaten televizyondan, filmlerden falan özendiğini söylemiş. Kafasının içindeki, beyninin içindeki kısa devreleri, kimyasal süreçleri, yaşadığı duygusal geçmişi analiz edebilme yeteneğine sahip olabilecek bir yaratık olmadığı için ilk aklına gelen sebebi “film seyretmek” olarak sunması da gayet anlaşılabilir bir şey. Zaten içerisinde olup biten hikâyeleri analiz edebilme yeteneği olsaydı, muhtemelen o gencecik kadının hayatına son vermek gibi “ilahi bir misyonu” kendine biçmezdi.
Ama aklı ve duygusu kısa olan katil adam, aklı, beyni ve kalbi yeteri kadar antrenman yapmamış olan birtakım cari ve potansiyel katiller için televizyonlarda dönüp duran şiddet içerikli filmlerin ne türden bir “iş” yarattığına dair düz ve yeterli bir açıklama yapmış…
Çünkü gerçekten televizyonlarda oynayan orijinal Hollywood kökenli filmler ya da onların özenti-çakma versiyonları olan “yerli-milli” filmler tam da bu kısa akıl ve duygu sahibi medya tüketicileri için benzer bir yükleme yapıyorlar. Hamaset diliyle ve sözde tarih yazarak, “cin ali” usulleriyle bugünkü siyasete gönderme yapma, bugünkü siyasetin hamaset ihtiyacını karşılama ve düşmanlaştırma misyonu biçilmiş ve bu arada da para kazanma yolu olarak Alpaslan, Barbaros, Abdülhamit, Kuruluş gibi birtakım dizilerde özellikle şiddet sahnelerinde, ağır çekim kan banyolarında Hollywood kültürü yeniden üretiliyor.
Şiddete “inanmak”
İnsanlar durup dururken bir şeye inanmazlar. İnanç beslenir, iletilir, paylaşılır, tekrar edilir… Bunlar olmazsa inanmak mümkün değildir. Müslüman, Hıristiyan ya da başka dinlere “inanan” insanlar, inandıkları şeyi sürekli ve birlikte tekrar etmek zorundadırlar. Birlikte olmayan, başkalarıyla titreşimde olmayan, tekrar etmeyen inanç yaşayamaz. Tapınaklar olmadan, birlikte yerine getirilen ibadet gibi ritüeller olmadan seküler veya dini hiçbir inanç yoktur.
Bu dini (ya da milliyetçilik gibi seküler) inanma sistemlerini her zaman tamamlayan imaj, ritüel, kelimeler, cümleler ve diller gibi hayatımızın her alanında tekrarlayarak benimsediğimiz “gerçeklikler” vardır. Sürekli reklam seyreden çocuk, ne görürse özenir ve ailesinden almasını ister. Dünyasını o reklamlardaki dünya eşliğinde kurar. Gökdelenden başka bir şey bilmezseniz, hayatı gökdelenlerin normalliği eşliğinde görürsünüz. Ağacı görürseniz ağaca inanırsınız ve bu “normal” olur. Ne görürseniz, neyi tekrar ederseniz, o inancınızı besler.
İnanmak böyle olur… İnsanlar eğer sadece belli türden birtakım imajlar, resimler ve görüntülerle besleniyorsa, inandığı dünya da o resimlerin izin verdiği tahayyülle sınırlanır. Kendini vererek, sürekli tespih çeken birisi etrafını nasıl “Sübhanallah”, “Elhamdülillah”, “Allahuekber”ler eşliğinde görürse, sürekli şiddet imajlarıyla beslenen, şiddet kültürünün içinde büyüyen ve duygusal sermayesinde şiddetin estetiği gelişen, “şiddeti tespih eden” birisi de, kafasını çevirdiği her yerde şiddeti görür, şiddeti normalleştirir.
Aklı ve kalbi kısa kalmış katil örneğinde olduğu gibi, şiddeti sürekli görürseniz, şiddet normalleşir. Ortaya karışık, samuray kılıcı, Türk besmelesi, Hollywood havaları eşliğinde bir garabet ortaya çıkar.
Şiddeti tespih çeker gibi öğrenirseniz, şiddeti hayatın ve toplumun ayrılmaz bir parçası olarak yaşarsanız, şiddetsizliği ve barışı da çok fazla bilemezsiniz ya da en fazla aşağılık bir hanım evlatlığı, korkaklık falan gibi görüp, yanına bile uğramak istemezsiniz. Şiddet sizin duygusal sermayenizin en önemli bileşeni haline gelebilir.
Daha önceki birçok yazıda duygusal sermaye ile insanların arasında nasıl radikal kopukluk yaratan sınırlar oluşabildiğinden bahsetmiştim. Yani bir patron ve işçisi arasında nasıl “sermaye” farkı varsa, yani nasıl biri para, makine, hammadde ve işçiler de dahil olmak üzere çok büyük birikimlere sahip olabiliyorsa ve işçinin ise sadece emeği varsa ve bu nedenle aralarında orta noktada bir uzlaşma asla olamıyorsa, duyguları farklı birikmiş, dolayısıyla farklı kimlikleşmiş insanlar arasında da çok fazla ortak duyguların olmayacağını yazmaya çalışmıştım. Ya da tersten söyleyecek olursak, birbirlerini hiç anlamayan kesimlerin bu “anlamama” halinin sebebinin hayatta çok farklı duygusal güzergâhlar ve birikimler olduğu söylenebilir.
Ve tabii genel olarak bildiğimiz anlamda sınıfsal sermaye ve duygusal sermaye de kesişebilir ve hatta tamamen örtüşebilir. Maddi sermayesi çok olan bir patron, işçisinin duygularını hiç anlamayabilir (çoğunlukla da öyle olur zaten), maddi sermayesi çok küçük olan bir işçi de patronun duygularını hiç anlamayabilir. Yani mesela bir işçi patronunun yaşadıklarına özenebilir ama patronun sofrasını donatan bir sürü alengirli yemek ve tadın verdiği “zevk” hakkında yabancıdır ve o tatların neden sevildiğine de anlam veremez.
İçinde yaşadığımız dönemde ilginç bir şekilde, nasıl şiddet ve şiddetsizlik duyguları arasındaki yabancılaşma çok barizse, farklı sınıflara ait duygular arasında da benzer bir yabancılaşma Türkiye’nin ruhunu anlamamızda yeni ipuçları veriyor.
Sembolik şiddet ve sınıf
Türkiye’nin yeni nomenklaturası ya da seçkin sınıfı, sınıfsal konforunun içine iyice gömülüp, bu sınıfsallığın gerektirdiği “duygusallıkla” hemhal olurken, izansız açgözlülüklerini sorgulamaya kalkanlar üzerine de her türlü sembolik şiddetlerini boca ediyorlar. Yani bu sınıf, an itibariyle “sınıf (para), duygu ve sembolik şiddet” arasındaki denklemi tam anlamıyla kurmuş durumda…
Adeta Marie Antoinette sendromu ele geçirmiş durumda bu seçkinleri… Kendi sınıf gözlüklerinden ve sermaye duyarlılıklarından, pratiklerinden, gerçekliklerinden ve bunlara bağlı duygusal sermayelerinden başka kimsenin derdini hissedebilme durumunda değiller. Bir zamanlar, birçoğunun içinden çıktığı sınıf farkını görme kapasiteleri tamamen sıfırlanmış durumda…
Göremedikleri o sınıfta şöyle şeyler yaşanıyor:
O sınıfta yedi gün onar saat çalışan, bırakın yıllık tatili, hafta sonu bile tatil yapamayan işçiler var, yani insanlar… Bomboş bir hayat yaşıyorlar… Sadece karınlarını doyurabilmek için çalışıyorlar. Hayatta kalmaya yaramak dışında, ek olarak artı hiçbir şey kazanamıyorlar… Bomboş ve anlamsız hayatlar… Üstelik karınlarını doyurmak için kazandıkları parayla on sene önce biraz daha makul bir şekilde hafta sonunda mesela bir pastanede takılabilirken, bugün o pastanenin önünden bile geçemiyorlar…
Ve bu insanlar, bütün bu yaşam savaşı altında başkalarının nasıl bir utanmazca konfor içinde yaşadıklarını da görüyorlar.
Ve bir de bütün bu acımasız hayatı gizlemek üzere mangalda kül bırakmamacasına üretilen hamaset malzemeleri üretiyor yeni seçkinler…
Propaganda bakanlığı vasıtasıyla, gündelik olarak “ekonomi tıkırında” masallarına aşağıdaki sınıfları inandırmak için gerekli malzemeleri üreten, inanılmaz bir halkla ilişkiler bütçesi harcıyorlar. Kimisini aklımda kaldığı gibi aktardığım (yani bire bir aynı ifadeler olmayabilir) ve çok kısa bir zaman dilimi içerisinde derlediğim, saraydan ya da saraya yakın halkalardan, bakanlardan, siyasilerden, gazeteci aparatçiklerden, kısaca yeni seçkinlerden çıkan şu veciz sözlere lütfen bir göz atın:
“Bütün Türklerin kileri doludur”, “somon balığını kurutup yiyin”, “porsiyonları azaltın”, “doğalgaz ve elektriği daha az kullanın”, “maaşlar çok, dolara bağlı da değil, inanmayan simit çay hesabı yapsın”, “her ev araba-cep telefonu dolu”, “semt pazarları akşam saatlerinde ucuz”, “dünyanın en ucuz yakıtı bizde”, “Almanya’da raflar boş, pahalılıktan insanlar ülkeden kaçıyor; İngiltere, Fransa kuyruklarda sürünüyor”, “elektriği, doğalgazı da az kullandık mı gel keyfim gel; dünya bizi kıskanıyor”, “hadise göre, yarı aç mide ile dolaşmak sağlığa yararlıdır”, “paranızın bittiği zaman olabilir, para kalmayabilir, başınızı bir kaldırın, şu yolların güzelliğine bir bakın, bakın ne güzel yollar yapılmış, gözünüz gönlünüz açılsın”, “asgari ücret, asgari ücretle çalışanların kendi dertleri, Allah kolaylık versin”…
Yani bu seçkinler, yukarıda sözünü ettiğim, hayatları sadece hayatta kalmaya endekslenmiş işçileri “hallerine şükretmeye” çağırıyorlar.
Tabii bu seçkinlerin üstlerine oturdukları kalbi ve aklı kısa olan mükemmel bir kitle var. Onlar da “benzin Almanya’da da 1 Euro, Türkiye’de de…” gibi yaratıcılıklarla vecazette sınır tanımıyorlar… Kimlik ihtiyaçlarına cevap veren bu seçkinlere tapan ve Almanya’dan Euro’larıyla gelip, “Türkiye’de fıstık gibi hayat var” diyenler de var!
“İnsanı yaşat ki…”
Son olarak, kapitalizmin yarattığı seçkinlerle ve bu seçkinlerin şekil verdiği bir kapitalizmle karşı karşıyayız. Hayatımız, herkesin kendi başının çaresine bakmaya yönlendirildiği neoliberal bir çıkar savaşına dönüştü. Bu üreyen zihniyet uyarınca “ekonomi” hayatımızın en önemli, neredeyse tek “anlamı” haline geldi. Kuşkusuz seçkinler ekonomi sayesinde sermayelerine sermaye katarken, yoksulların hayatında gene ekonomi yüzünden tat alınacak bir şey kalmadı. Her anlamda ekonomik dil dehşetengiz bir şekilde hayatın merkezine oturunca, hayat diğer bütün anlamlarını kaybetti. Hayat sadece bir mücadele ve savaş haline dönüştü. Hayatın “merkezinde” duran ekonomi alanında başaramayan insanlar için ise depresyon sıradanlaştı; kendine (intihar) ve başkasına dönük şiddet sıradanlaştı.
Herhalde çok dile gelmeyen ama muhtemelen zihinlerde Çin’inkine benzer bir ekonomi, Çin gibi bir toplum yaratma çabası var… Alabildiğine köleleşmiş emek gücü sayesinde neoliberal çevrelerin hayatta kalma sürelerini uzatmak… Çin’in “komünist kapitalistlerinin” Çin’i “büyük ülke” (artık ne kadar matah bir şeyse…) yaparken, Çinlileri süründürerek yaptıkları gibi… Güçlü Çin, mutsuz Çinliler! Bizimkilerin kafasındaki en olabilecek şey de benzer bir şey galiba… Türkiye’yi “itibarlı” bir ülke yaparken, Türkleri itibarsızlaştırmak, seslerinin soluklarının çıkmadığı bir kıvama getirmek…
Bütün bu acıklı ve utanmazca sınıfsal adaletsizlik ise makro hamasi milliyetçi dillerle örtülmeye çalışılıyor. İnsanın önüne geçen kutsal bir devlet tapınmasını içeren hamaset eşliğinde… “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” gibi ezberlerimiz vardı bir zamanlar… Şeyh Edebali’ye referans göndermek falan hem çok havalı hem de çok yerli ve milliydi ya… Şimdi seçkinlerin arkasına saklandığı “devleti yaşat, gerisini boşver”e dönüşmüş bir insaniyetsizlik söz konusu…