2021’in son gününde, Çerkes tarihi konusunda yaptığı çok değerli yayınlar ve saha araştırmalarıyla tanıdığımız Didem Çatalkılıç, yeni yıl mesajıyla beraber “Sembolik Etnisite’nin Uzunyayla Abaza ve Çerkeslerinde Tezahürü: Sülale Damgaları” (*) başlıklı makalesini gönderdi. Benim için çok değerli bir yeni yıl hediyesi oldu.
Bir süredir sosyal medyada, sülale damgalarını araştıranların, Kafkasya’da yayımlanmış eski eserlerdeki damgaları paylaşanların çokluğu dikkat çekiciydi. Uzun zamandır Çerkes toplumu için unutulmaya yüz tutmuş bir konu olan sülale damgaları yeniden keşfedilmiş gibiydi. Eskiden, en yaygın kullanım şekli, sürüyü diğerlerinden ayırmak için hayvanlarda tanımlayıcı simgesel işaretler olarak kullanılmasıydı. Kama, kılıç gibi kişisel eşyada, mezar taşlarında, evin kapısı gibi mimari unsurlarda da kullanılırdı. Bugün ise, neredeyse, sülaleleri tanımlayan bir soyut kimlik olarak tarih araştırmalarında kaynak haline geldiği anlaşılıyor. Bir ihtiyacı karşılamak amacıyla ortaya çıkan damgalar, günümüzde o ihtiyacın ortadan kalkmasıyla, daha çok kişisel süs eşyasında ve dekorasyon objelerinde kullanılıyor.
Damganın kültürel bir sembol olarak, aradan geçen bunca yıl sonra yeniden hatırlanması çok güzel olsa da, bir aidiyet belirteci olmanın ötesinde anlam (hele de sınıfsal bir anlam) yüklenmesine karşı olduğumu belirtmeliyim.
Ayrıca; sülale damgası unutulmuş olanlar veya eski kaynaklarda bulamayanlar bence hiç üzülmesinler. Çünkü zaten aileler genişledikçe her bir oğulun malvarlığını tanımlamak için yeni damgalar yaratıp kullanması normal olduğuna, geniş bir sülaledeki tüm ailelerin tek bir sembolü kullanmasının akla yakın olmadığına ve son olarak her damga gökten ilahi bir mesajla gelmeyip her biri ihtiyaç duyulduğunda bir insan tarafından çizildiğine göre, herkesin kendi ailesine bir sembol seçerek bugünden itibaren kullanmaya başlayabileceğini düşünüyorum.
Ben damga kelimesini ilk olarak çocukluğumda babamın ve halamın konuşmalarında duyduğumu ve ısrarla Çerkesçedeki vurguyla ‘Damğa’ diye telaffuz ettiklerini hatırlıyorum.
Bize sülalemizin damgasını göstermek için ellerine kâğıt kalem alırlar, çizim denemeleri yaparlar, ama şeklin sağa mı sola mı doğru olduğu konusunda tereddüt yaşarlardı. Sonra halam, Tokat’ta çocukken babasının kendisine üzerinde damganın olduğu bir kolye yaptırdığını ama kolyenin kaybolduğunu hatırlar, üzülürdü.
Aslında o yıllarda üç kuşaktır Anadolu’da yaşayan Çerkes ailelerin çoğu için sülale damgaları uzun zamandır kullanılmadığından neredeyse unutulmuştu.
Babam ve halam için ise, babalarının yetişkin yaşlarda geldiği Kafkasya ile bağları henüz taze olduğundan, sülale damgası kavramı hâlâ canlıydı.
Bizim çocukluk yıllarımızda, Türkiye’de yaşayan Çerkeslerin köklerinin olduğu coğrafya ile iletişimi günün sosyopolitik koşulları nedeniyle çok zayıftı. O zamanki adıyla Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde yaşayan soydaşlarımızdan haber almak ve onları ziyaret etmek kolay değildi.
O yıllarda Kafkasya’ya gidemeyenler, gidebilenlerden, kendi sülalelerinden orada kalmış birileri varsa diye araştırmalarını, akrabalarını bulmalarını isterlerdi.
Biz de dedemin doğduğu kentle, Nalçik’le ilgili izlenimleri ilk olarak Yısmeyl Özdemir Özbay’dan dinlemiştik. Özdemir Abi, bizim akrabalarımızı, başka bir yazıya konu olacak nedenlerden dolayı bulamamıştı. Ama Nalçik Müzesi’nde sülale damgamızın sergilendiği haberiyle gelmişti.
Konuşulanları dinlerken müzenin atmosferi gözümde canlanmış, damgamızı varaklı bir kupanın üzerine işlenmiş olarak hayal etmiştim. (O yıllarda televizyon yayını her kesildiğinde ekrana gelen necefli maşrapadan esinlenmiş olabilirim:))
Yıllar sonra ben de Nalçik Müzesi’ni ziyaret ettim. Çocuklukta dinlediğim müze haberini çoktan unutmuştum. Bir camekânın önünden geçerken beyaz zeminli bir plakada aile ismimizi ve damgayı fark ettim.
Özdemir Abi’nin yıllar önce gördüğü, benim o an karşımda gördüğüm şey miydi emin değilim, ama damgayı ve ismi bir plakanın üzerinde bile olsa görmek beni çok heyecanlandırdı. Sadece yanımdaki yakınlarıma söylemekle yetinmeyip, müzeyi gezdiren görevli hanıma da yanımdakilerin tercüme desteğiyle buluşumu ve sevincimi açıklamaya çalıştım
O görevlinin, ‘Göbeklitepe’yi gezdiren rehbere, taşlara kazınmış 12 bin yıllık sembollerin büyük dedesi tarafından yapıldığını iddia eden Japon turistmişim’ gibi hissettiren bakışını hiç unutmayacağım.
Not: Bugün damgalar bizim ailede de günün ruhuna uygun şekilde yaşatmaya çalışılıyor. Ağabeyim Özer’in, Mısost’lara ait damgayı, şimdilerde birçok Çerkes ailenin yaptığı gibi, evinin cephesinde kullanmasına, kuzenim Mutlu’nun Thaşkuey’ların damgasını ailedeki kadınlara kolye ve erkeklere yüzük olarak yaptırıp hediye etmesine, babam ve annemin hayattayken tanık olduklarını düşündükçe mutlu oluyoruz.
(*) Didem Çatalkılıç, Sembolik Etnisitenin Uzunyayla Abaza ve Çerkeslerinde Tezahürü: Sülale Damgaları, Journal of Balkan and Black Sea Studies Year 4, Issue 7, December 2021, ss. 33-62.