-Sizce Çerkes kadınının genetik ve kültürel kodları hayatı karşılayışında bir fark yaratıyor mu? Nasıl? Cumartesi Annelerinin her biri özel ve kıymetli hikâyelerinin içerisinde bir Çerkes kadınının duruşunu nasıl anlatırdınız?
İkbal Eren Yarıcı: Annem Elmas Eren, 1933 yılında Çanakkale’nin Biga ilçesine bağlı Emirorman Köyü’nde Tuğuj ailesinin ilk çocukları olarak dünyaya gelmiş. Annem güzelliğiyle, mavi gözleri ve siyah uzun saçlarıyla tam bir Çerkes kızıymış. Çok güzel Çerkes oyunu oynarmış. Annemin ve babamın yaşıtları olan büyüklerimizden onun bu özelliklerini çokça dinlemiştim, yoksa annemin bunları bize anlatması mümkün değildi. Bir taraftan düğünlerin aranan kızıyken diğer taraftan evinde de (ailenin erkek çocuğu olmadığı için) bağ, bahçe, tarlada her türlü işe annem koşmuş, babasıyla birlikte adeta aileyi ayakta tutan olmuş. Hayata karşı direngenliği daha o zaman başlamış.
17-18 yaşlarında komşu köy olan Aşağı Demirci’ye gelin gitmiş. Ailenin ilk gelini… Fazla söze gerek yok sanırım; hem Çerkes gelinisiniz hem de ilk gelinsiniz. Neyse ki nüfus çok kalabalık değil. Bu arada dedem ölünceye kadar -ki 1992’de öldü- annem dedemin yanında yemek yemedi, bir bardak su dahi içmedi. Bütün acılarına rağmen Çerkes âdetlerine bağlıydı ve saygıda kusur etmedi.
1951 Şubat’ında ilk çocukları ablam doğmuş. Bir yıl sonra ver elini İstanbul… Babamın dayıları Hasköy’de oturduğu için oraya yerleşmiş, bir odalı küçük bir ev tutmuşlar.
Hasköy önceleri Yahudilerin yaşadığı bir semtmiş. Yahudiler İsrail’e veya İstanbul’un Kurtuluş, Şişli gibi semtlerine göç ettikçe onların yerine de İstanbul’a göç edenler gelip yerleşmiş. Semt bir çeşit el değiştirmiş. Fakat annemler geldiğinde hâlâ Yahudi aileler varmış; sinagogları, ayinleri, Yahudi mektebiyle kültürleri devam ediyormuş. Annem duyduğu hikâyelerden olsa gerek önceleri biraz ürkmüş ama onu da aşmasını bilmiş, sonra çok iyi komşuluk yapmışlar. Hasköy göç aldıkça gecekondu furyası başladı. Sonraları biz de o kervana katılanlardan olduk.
İstanbul’a yerleşmişler ama annem için başka bir mücadele başlamış. Bağ, bahçe, tarla, hayvan yokmuş ama geçim derdi varmış. Zamanla abim Hayrettin, ben ve kardeşim Faruk sırayla onların yaşamına katıldık. Aile büyüdü. Sadece babam çalışıyor. Ev kira, dört çocuk. Kısacası yaşam koşulları ağır… Annem yeteneklerini kullanıp elişi (dantel vs.) yaparak, çorap burnu dikerek ve en sonunda çorap ütüsü yaparak (ki çok kolay bir iş değil) aile bütçesine katkıda bulundu demiyorum, ciddi ciddi aileyi ayakta tuttu. Çocuklarının her biri için hayalleri vardı. Onları büyüttü, okuttu, hayata hazırladı.
Öyle bir hazırladı ki… Belki biz de annemizi örnek aldık. Nerede bize ihtiyaç varsa orada olmaya çalıştık. Ülkenin değişen siyasi ve ekonomik şartları bize birtakım görevler yükledi. Bu şartlarda abim Hayrettin Eren sıkı bir devrimci olmuştu ve ön saflarda mücadele ediyordu. Hayat bizi başka bir yere götürdü. Abim aranmaya başladığı için eve pek gelemiyordu. Bu nedenle evimiz neredeyse her akşam polis ya da asker tarafından basılıyordu. Devlet baskısı giderek arttı. Annem ve babam rüyalarında görseler inanamayacakları olaylar yaşıyorlardı. Bir gece evimiz yine askerler tarafından basıldı. Yerde annemin seccadesi duruyordu. Gelen başçavuş “Bu ne?” diye sordu. Babam da “Hanımın seccadesi, yatsı namazını kıldı, sabaha hazır olsun diye kaldırmadı” diyerek cevap vermişti. Çerkes olduğumuzu biliyorlardı ki başçavuş seccadeyi postallarıyla çiğneyerek “Moskof karısı! Senin kıldığın namazdan ne hayır gelir” demişti. Bu davranış annemi çok yaraladı. Bir şey bulamadıkları için çekip gitmişlerdi. Annem “Artık burada oturamayız. Semt değiştirip çocukları toparlamalıyız” önerisiyle yine çözüm üretti ve 1952 yılında yerleştikleri Hasköy’den 1980 Ağustos’unda ayrılarak Avcılar’a taşındık. Annem çocuklarını toparlamıştı ama ne yazık ki uzun sürmedi. 1980 Kasım’ında Hayrettin gözaltına alındı ve kaybedildi.
“1995 yılında unvanı ‘Cumartesi Annesi’ oldu”
Annem Elmas Eren’in o güne kadar hayata karşı gösterdiği direnç başka bir yere evrildi.
Hayatı boyunca diğer Çerkes kadınlarında da olduğu gibi babasına, kayınpederine, kocasına karşı hep itaatkârdı ama her zaman da onları ayağa kaldıran kadın oldu. Hiçbir zaman köşesine çekilip bekleyen kadın olmadı. Hayatın her alanında hayata karşı durdu, çözüm üretti. Belki de bu özelliği genetik ve kültürel kodlarından geliyordu.
1980 Kasım’ından sonra annem başka bir kadın oldu. O itaatkâr kadın asi bir kadına dönüştü. Hayatın başka gerçekleriyle tanıştı. Oğlu gözaltına alınmıştı ve kendisinden haber alınamıyordu. Nereye gitse kapılar yüzüne kapanıyordu. O yüce devlet gözünde küçülmüş ve devlete karşı mücadele eden bir kadın olmuştu. Diğer çocuklarını da korumak istiyordu ama oğlunu aramaktan da vazgeçmiyordu. Hayrettin’i sormak için gittiği Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü’nde tartaklandı, çamurlara atıldı. “Hayrettin burada yok” diyorlardı. Oysa arabası oradaydı. “Arabası burada, oğlum da burada” dedikçe oradan uzaklaştırıldı.
Hayrettin’i ararken Faruk gözaltına alındı. Onu da kaybetme korkusuyla emniyet müdürlüğü, Selimiye, Metris Cezaevi önünde yattı desem yeridir. Zamanla annem Metris Cezaevi önünde direnen annelerden biri oldu. Kovuldular, coplandılar, gözaltına alındılar ama hiç vazgeçmediler. Diğer taraftan Hayrettin’i aramaktan da vazgeçmedi. Kenan Evren, zamanın adalet bakanı, içişleri bakanı gibi ilgili yerlerle görüştü, dilekçeler bıraktı, oğlu Hayrettin Eren’in akıbetini sordu ama hepsi sonuçsuz kaldı.
Bu mücadele sırasında İnsan Hakları Derneği’nin ve Tutuklu Aileleri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’nin kuruluşlarında da yer aldı.
1995 yılında unvanı “Cumartesi Annesi” oldu. Devlet eliyle gözaltına alınarak kaybedilen insanların anneleri, eşleri, kardeşleri her cumartesi günü saat 12.00’de Galatasaray Meydanı’nda oturarak evlatlarının akıbetini sordu, faillerinin kendileriyle yüzleşmelerini ve yargılanmalarını istedi. Bu sivil itaatsizlik eyleminde annem en ön saflarda yerini aldı. Hep itaat eden annem Elmas Eren, bu defa da devlete karşı bir itaatsizlik eylemi içinde bulunuyordu. Galatasaray Meydanı’nda o güne kadar hiç tanımadığı Türk, Kürt, Çerkes, Ermeni annelerle kardeş oldu. Dilini hiç bilmediği ama acıları ortak olan Arjantinli Plaza de Mayo anneleri ile o meydanda oturdu ve onlarla kardeş oldu. Devletten umudunu kesen anneme Cumartesi Anneleri umut oldu. Babaannem felçliydi ve ona bakıyordu. O nedenle her hafta gitme olanağı yoktu ama ben veya kardeşim mutlaka orada olmaya çalışıyorduk.
Babam 2012 Ocak ayında hastalandı ve yoğun bakımda yatıyordu. Artık son günleriydi. Annemin ziyaret ettiği son günlerden birinde anneme Çerkesçe “Çocuğun peşini bırakmayın” demiş. Annemin o günden sonra sorumluluğu daha da artmıştı. Her cumartesi günü Galatasaray’a gitmek istiyordu.
Son zamanlarda yürüme güçlüğü çektiği için ancak oğlunun yıldönümlerinde, 500. hafta, 600. hafta gibi haftalarda gidebiliyordu. Cuma akşamları beni arar, cumartesi günü gidip gitmeyeceğimi sorardı. Her hafta saat 13.00 gibi mutlaka birimizi arar, “Ne oldu? Bir değişiklik var mı?” gibi sorular sorardı. Bazen birimizle yetinmez, benden sonra Faruk’u, eşimi, kızımı arar, aynı soruları sorar, doğrulatırdı.
Yani onun için her hafta bir umut ve sonrası bir hayal kırıklığıydı.
2019 Ağustos ayında 86 yaşındayken annemi ani bir kalp kriziyle kaybettik. 39 yıl oğlunu aramaktan hiç vazgeçmedi. 24 yıl Galatasaray Meydanı’nda oturmaktan, oğlunun ve tüm kayıpların faillerinden hesap sormaktan hiç vazgeçmedi. Bu konudaki inatçılığı ve ısrarı da belki Çerkes genlerinden geliyordu.
Bir Çerkes atasözü okumuştum, “Evlat acısı yaşamayanın yanında gözyaşı dökmeyeceksin” diyordu. Annem bu atasözünü biliyor muydu bilmiyorum. Bilmiyorsa da belki Çerkes genlerinden gelen bir davranışla 39 yıl içerisinde evimize sayısız eş, dost, akraba, milletvekili geldi. Annem hiçbirinin yanında gözyaşı dökmedi. Sadece Galatasaray Meydanı’nda Cumartesi Anneleriyle birlikte olduğu zaman, yani evlat acısı yaşayanların yanındayken gözyaşlarını tutamazdı. Oğlunun fotoğrafını eline aldığında onun için her şey biter, dili tutulurdu. Onun dışında son derece sabırlı, dik durmasını bilen bir Çerkes kadınıydı.