Belki de Kafkasya’dan cebimizde getirdiğimiz tohumlar farkında olduğumuzdan çok daha önemlidir. Bizim sezgisel olarak bildiklerimizi belki de büyük çıkar sahipleri matematiksel olarak hesaplamıştır. Bu yüzdendir; sertifikalı tohumların yaygınlaştırılmasında diretilmesi, atalık tohumların HERKES için kıymete binmesi. Dünü, bugünü ve yarını aynı anda taşır tohum. Belki bu yüzdendir kadim tohumların korunmasının önemi. Kültürel kimliğimizle var olabilmek, anadilini konuşabilmek gibi bir şeydir belki küçük ve temiz üretim yapmak. Ekosistemin parçası olduğunu anlayanlar ve anlamayanlar arasındaki olacaktır belki toplumsal hayatın temel çelişkisi.
Birlikte düşünmek ve üretmek hepimize iyi gelecektir diyerek; elini toprağa sürme fırsatı bulmuş, kadın emeğini değerlendirmek üzere kooperatifleşmeye yeltenmiş, sandıklardaki tohumların peşine düşmüş kadınlara sorduk:
-Genetik ve kültürel kodlarınızın doğayla ilişkinizde bir fark yarattığını düşünüyor musunuz? Kadim bilgilerimizin bugün yeniden üretilen doğa-insan ilişkilerinde, tarımsal üretimde, kooperatif ve benzeri oluşumlarda bir katkısı var mı? Doğada, yanlarına meyve aşıları alarak dolaşan, ağaca balta göstermekten sakınan yaklaşımın bugünkü karşılığı sizce nedir?
Kimileri bölerek yanıtlamak istedi soruyu, isteyen de bir bütün halinde. Her bir metnin satır aralarından emek ve doğa sevgisi döküldü.
Mezguaşe’nin yeri
-Kadim bilgilerimizin bugün yeniden üretilen doğa-insan ilişkilerinde, tarımsal üretimde, kooperatif ve benzeri oluşumlarda bir katkısı var mıdır?
-Bu konu biraz derin. Biz bugün yeniden doğa-insan ilişkilerinin oluşturulduğunu görmüyoruz. Kültürümüz üzerinden yorumlayacak olursak, çocuklarımıza anlatmaktan öte yaşatmanın en doğru iletişim olduğuna inanıyoruz. Kaldı ki tarımsal üretimin lükse döndüğünü görsek de bizim en büyük nimetimiz, içinde bulunduğumuz köyümüz. Dev çınarların altında hâlâ hasbihal edebildiğimiz değerlerimiz var. Bunları yaşatmak hepimizin görevi. Biz bir işletme yürütürken de köyümüzün doğasına ters düşecek her türlü lüks ve abartıdan uzak durmaya gayret ediyoruz. Halihazırda mekânımız köyün eski ilkokulu. Bu bile kültürümüzün bize kazandırdığı doğaya saygı ile ilişkilidir.
-Genetik ve kültürel kodlarınızın doğayla ilişkinizde bir fark yarattığını düşünüyor musunuz?
-Şüphesiz… Zaten var olan miraslarımızdan biri de doğadır. Dolayısıyla yaşamımızın her anında olduğu gibi bu iş hayatımıza da yansıyan bir unsur. Kooperatifimizin bir orman köyünde olmasının yanı sıra biz bu köyde yaşayan insanlarız. Kadın=Doğa dersek de abartmış olmayız herhalde.
-Doğada, yanlarına meyve aşıları alarak dolaşan, ağaca balta göstermekten sakınan yaklaşımın bugünkü karşılığı sizce nedir?
-Hoş bir anı canlandırdınız gözümde. Rahmetli dedemin “Bak sen nasıl da meyve vermezsin, ben şimdi sana bi balta göstereyim de seneye ne olacaksın görelim” diye üstüne yürüdüğü o ağaç o sene de meyve vermedi ama hoş bir seremoni izledik.
Aslında buna anlatılacak çok şey varsa da biz doğa ile bağlarını kopartmaması gereken bir toplumuz. Sizin de dediğiniz gibi genetik kodlar devreye girince istesek de ayrılamayız.
Bu sebeple kooperatifimizin ve mekânımızın adını “Mezguaşe” olarak adlandırdık. Bu kelime bizi, kadınlarımızı ve biz kadınların gücünü çok güzel özetliyor.
Tüm okurlarınızı da dev çınarlarımızın altında hoş bir muhabbete bekliyoruz…
Gönül Erdoğan (Yediç)
Sınırlı Sorumlu
Çavuşköy Orman Perileri Kadın Kooperatifi
Yerli tohum
Atalık, geleneksel, organik ya da doğal gibi farklı isimlerle de bilinen yerli tohum; hiçbir şekilde genetiği ile oynanmamış en saf haliyle bugünlere gelmiş ve DNA yapısında hiçbir müdahale bulunmayan tohum çeşididir. Yerli tohum nesilden nesle aktarılarak bugüne gelen ve üretiminde hiçbir kimyasalın kullanılmaması nedeniyle dikkat çekicidir. Sebze, meyve, bakliyat gibi çeşitli ürünlerden elde edilmektedir. Çiftçilerin kendi bahçelerinde, tarlalarında ya da seralarında yapay yollarla herhangi bir işlemden geçirmeden kullandığı organik tohumlardır.
Yerli tohum nasıl elde edilir?
Çitçiler, atalık tohumları eker ve büyütür. Yetiştirilen bitkilerin büyük bir kısmından ürün alınırken en iyi gelişen kısımlarından bir bölüm ise tohumluk olarak bırakılır. Bitkiler iyice olgunlaştıktan sonra tohumları alınmakta ve böylece ürünlerin ilk hali korunarak nesilden nesle aktarılmaktadır. Ülkedeki toprak, iklim ve coğrafi yapıdaki değişiklikler göz önünde bulundurularak tohumlar çeşitlendirilir. Her coğrafi bölgede mevsimsel değişikliklere bağlı olarak farklı ürünler yetiştirilir ve dolayısıyla her coğrafi bölgeden farklı tohumlar ortaya çıkar.
Yerel tohumlar, ekilip ürün alındığı sürece kısır değildir, süreklilik sağlar. Çiftçiler yerel tohumlardan her sene olağanüstü iklim değişiklikleri olmadığı sürece verim alır. Ekim esnasında kimyasal ürünlerle takviye yapmaya gerek yoktur. Koruyucu ve kimyasal ürün kullanılmadan üretilen yerli tohum bitkilerinin kısa sürede tüketilmesi ve çeşitli saklama yöntemleri kullanılarak korunması gerekmektedir. Örneğin, turşu yapmak, fermente işlemlerden geçirerek başka bir forma dönüştürmek, kurutmak, salamura yapmak doğal saklama yöntemlerinden birkaçıdır. Günümüz koşullarında tüketicilerin ithal ürün talepleri ve yüksek piyasa fiyatları sebebiyle yerli tohumlar yerini hibrit ya da GDO ‘lu (Genetiği Değiştirilmiş Organizma) yapay tohumlara bırakmaktadır. Her iklim koşuluna dayanıklı olmaları ve farklı tropik ürünlerin ülke sınırları içerisinde yetiştirilmesine imkân verdiği için hibrit ve genetiği değiştirilmiş tohumlar tercih edilmektedir.
Hibrit ve GDO’lu tohum nedir?
Hibrit tohum, melez tohum ya da karma tohum olarak da adlandırılmaktadır. Aynı türdeki iki bitkinin çaprazlama yöntemi kullanılarak yeniden elde edilmesi işlemi olarak tanımlanabilir. Hibrit tohumda yerel tohumda olduğu gibi iklim koşulları önemli kriterler arasında yer almaz çünkü bu tip tohumlar istenilen sıcaklık koşulları sağlanarak seralarda yetiştirilebilir. Hibrit tohumlar yerel tohumlardan farklı olarak süreklilik göstermez, nesilden nesle aktarılamaz. Mevsimi dışında ürün yetiştirildiği için vitamin ve mineral bakımından zengin değildir.
GDO’lu tohumlar ise biyoteknolojik yöntemler kullanarak laboratuvar ortamında üretilmektedir ve hibrit tohumlardan farklı olarak tamamen yapaydır. Mevsimsel şartlardan etkilenmez, böceklere ve çeşitli hayvanlara karşı dayanıklılık gösterir. GDO’lu olan ürünlerin raf ömrü de diğer tohum türlerinden üretilen gıdalara göre oldukça uzundur. İçeriğinde yüksek oranda kimyasal bulunduğundan kolay bozulmazlar. GDO’lu tohumlar, ekildiği toprağı verimsizleştirir ve zamanla yüksek oranda kimyasal içeren toprağı kullanılamaz duruma getirir.
“Geçmişe doğru ilerlemek diye ifade edilen cümleyi hiç unutmadım”
Sorunuzun içeriğinden hareketle, ister istemez düşüncelerim beni çocukluğuma götürdü…
Çocukluğum ve ilkgençlik yıllarımda, bizim gıdamızın çoğu elbette anne köklerimin olduğu Düzce yerelinde yetişen meyve sebzeden, pastırma, sucuk, Çerkes peynirinden oluşurdu. Peynirin isli olanı da Kayseri, Uzunyayla Panlı Köyü’nden olan babamın tarafından gelirdi. Her şey çok, çoktu. Bu çok varlıklı bir aile oluşumuzla ilintili bir şey değildi. Bir bolluk, bir bereket vardı. Öyle ki; dolabımızın yetmediğini, balkona ilave dolaplar ekleyerek kiler haline getirildiğini hatırlarım. Perşembe günleri geldiğinde annem, sabah erkenden ilçe pazarına gider, daha çok gelenek ve kültürümüze uygun olan mısır unu, fasulye, peynir, yumurta yanında çok az sebze, bol meyve, bir de olmazsa olmaz, mutlaka köy tavuğu alır, eve faytonla dönerdi. Bu fayton sevdası yüzünden benim de ara sıra kendisine eşlik ettiğim olmuştur. Alınan ürünlerden akşam yemeği için mamursa, şıpsi, yoğurtlu biber kızartması, gegejaph yanında Çerkes turşusu ve annemin “kundusuv” diye tarif ettiği biberli ve hafif sulu, ayran gibi bir içecekten oluşan menü hazırlanır, büyük bir iştahla sofraya oturulur, tavuk mutlak surette evdeki hiyerarşiye göre özenle parçalanıp aile üyelerine dağıtılır, evin en küçüğü olmam hasebiyle de benim kısmetime “lades” kemiği düşerdi…
Bizler, yıllar boyu böyle kilerden, ilaveten de köyde oturan ve hiç çocuk sahibi olmamış anne yarısı teyzemin -nurlar içinde yatsın- ineklerinden elde ettiği sütten yapmış olduğu yoğurt ve diğer süt ürünlerini, bahçedeki fırında yaptığı mis gibi ekmekleri, hiç üşenmeden her hafta “Sizsiz boğazımdan geçmiyor” diyerek bize taşıdığını ve beslendiğimizi boğazım düğümlenerek hatırlarım. Suyu bile şimdilerden daha temiz olduğunu düşündüğüm Melen’in kaynağından içtik. Dolayısıyla, yeni dünyanın kolaylık diye önümüze koyduğu her şeyden uzak kalmayı da hem böyle hem de annemin ve kadim yardımcısı ablamın ve tabii ki canım teyzemin sezgi ve içgüdüleri sayesinde iyi becerdik, diyebilirim.
Bir gram hazır meyve suyu, bir bardak meşrubat ya da şarküteri ya da gofret, bunları hiç görmedik. Tek lüksümüz o yıllarda çok popüler olan Yeşil Köşe Pastanesi’ne gelen şemsiye şeklindeki çikolataydı galiba.
Yoğurdumuz, ekmeğimiz, sulu yemeğimiz, meyvemiz, sebzemiz hepsi özenle bulunmuş, hazırlanmış, hepsi eksiksizdi. Mütevazı bütçe şartları zaman zaman zorlasa da kültürümüze özgü gösterilmekten her daim imtina edilen (!) sevgimiz dışında besinimiz hep fazla fazlaydı… Adap, usul, terbiye, davranış eğitimlerinde de sırf anne-babalarımız değil “teyzeler heyeti” de daima sorumlu olmuştur. Konu dağılmadan toparlayayım…
Köy hayatını hep sevdim. Öyle ki çocukluk yıllarımın uzun bir bölümü ve ilkgençlik yıllarım daha çok köyün çayırında oynayarak geçti. Akşam olunca faytonla beni almaya gelen babamla gitmemek için anneannemin eteğinin altına saklanıp babamın çaresiz dönüşünü izler, ama akşam olduğunda yüreğime bir hüzün çöker, ona da bir anlam veremezdim. Köyde akşam olunca kitap okumak yerine bir odaya sırayla dizilen “teyzeler heyeti”nin anlattığı masal ve hikâyeleri dinler, orada anlatılanları gözümde canlandırmaya çalışırken, çayır oksijeninin etkisiyle çekirge ve “yusufçuk yusuf” kuşlarının sesleri eşliğinde tatlı bir yorgunlukla gözlerim kapanırdı.
Sonraları, sözünü ettiğim dönem 1970-80, neyin ne kadar zararlı ya da yıkıcı etkileri olduğunu bilim dünyası inceler miydi? Şimdiki kadar sık açıklanır mıydı? Ya da teknolojik imkânların kısıtlılığı açıklanan bilgilere ulaşmaya yeter miydi? Bunun bile farkında değildik. Sanki hayatın rutini buydu. Ta ki “Çernobil” olayı patlayıncaya kadar… O olayla birlikte bu tür değerler daha önem kazanmaya başlamıştı benim kafamda. O zamana kadar yapabildiğimiz daha çok el ve göz yordamı, hissiyat ve kafada birleşenlerle bir sonuca varırdık. Çıkarsız ve saf günlerdi. Bugüne bağlamaya çalışayım sohbeti yavaş yavaş…
Bir kitapta okumuştum, ya da bir söyleşiydi. “Geçmişe doğru ilerlemek” diye ifade edilen cümleyi hiç unutmadım. Hep içinde olmak istediğim ama bir türlü olmayı beceremediğim, hep hayranlık beslediğim 68 kuşağından aldığım esinle ve ruhen ‘devrimci’ diye tanımladığım kişiliğimin hayli muhafazakâr ve geleneklerine bağlı kalan bir yanıyla geçmişe özlem duyan bir pencerem oldu hep. Köyde kaldığım zamanlarda ilişkileri, hayvanları, bahçeleri, amcaları teyzeleri, yaptıkları işleri hep izledim. Tarım, son 3 yıldır ana hobim, ilgi alanım ve Düzce’deki yaşamımın merkezi halinde. “Nasıl oldu?” derseniz şöyle ifade edebilirim:
45 yıl aradan sonra artık 60’lı yaşlara gelmiş, 70’e yakın lise arkadaşlarımla Düzce orijinli, dışarıdan katılımlı bir grup oluşturup bir araya gelmenin dayanılmaz hafifliğiyle eski günlerdeki gibi yeniden kaynaşınca “Düzce için gelecek nesle faydalı ne bırakırız?” sorusunun yanıtını “yerli tohum” ve atalık teknik, geriye dönük, ilaçsız, sıfır hormon, işlenmemiş toprak gibi referanslarla işe koyulur bulduk kendimizi… İlk başta grubun içinden 20 arkadaşımızla işe başlarken zaman içinde 5-7 kişiye düştük. Normalde bu çalışmalarda katılım artarak ilerlersiniz, oysa bizde ikinci yılımızın başlarında COVID salgınının da etkisiyle sayı azalmıştı. Olsundu.
Düzce’nin yakınında bir köy tarlasında başladık ilkin. Köylerden, çeyiz sandıklarından çıkma tohumları geleneksel metotlarla yetiştirebildiğimizi pekâlâ da deneyimledik. Bu gıda ve tarım işlerine girişimizdeki sebep dünyaya kazık çakmak, 100 küsur sene yaşamak filan değil elbet. Sağlıklı ve huzurlu bir kafanın yanı sıra emperyalist tekellerin hibrit vb. şeylerle tarımı öldürüp başka ülkelere bağımlı hale getirmesine karşı olmak. Ülkesini seven herkes bu politikaya karşı çıkıp “yerli tohum”u sahiplenip savunmalı, gücü oranında bir şeyler yapmalı, bunu yaparken de kendine güvenmeli, benzer amacı olanların dışında da kimseyle irtibatlanmamalıdır. Bunları yaparken de “geçmişe dönük o özlem” hep yanı başımızda olarak pozitif anlamda bizi çokça tetiklemiş, bugün şehir merkezine daha yakın, 750 metrekarelik bahçemizde gönüllü arkadaşlarımızla bir araya gelerek yürüttüğümüz çalışma ve toprağımızın cömertliğinin bileşimi bizlere gerçekten paha biçilmez bir mutluluk sağlamıştır. Hedefimiz, yapmak istediğimizi daha çok anlatabilmek, henüz küçük çapta oluşturmaya çalıştığımız “tohum bankamızı” daha büyütebilmek, isteyen gruplarla paylaşmak ve takasını sağlamak. Bu yıl 3’üncü yaşını dolduran tohumlarımızın en az 5 yıl sürdürülebilir olduğunu görmek, saflığına inanmak.
COVID bu dünyada etkisini sürdürecek gibi gözüküyor. Kişisel görüşüm, hiç değilse kendimizi besleyecek kadar üretimden yanadır. Yeter miyiz? Evet, çalışır, diker ve üretirsek rahatça yeteriz. Bir hedef konulacak ise, ekilmedik tek bir tarla, bağ, bahçe, bostan bırakmamak olsun, devlet politikası olur mu bilmem? Olmazsa da bireylerin doğrudan katılacağı bir hareket olsun. Hangisi önden gelirse artık…
Halen emeği sıraya koyarak işleri kotardığımız küçük yerli tohum grup üyelerimiz adına gazetenize çok teşekkür eder, devamı için en iyi dileklerimizi iletiriz.
Banu Aydek
(Abzah Guase sülalesinden)
Düzce Lisesi 75’liler “Yerli Tohum Grubu”
“Geçmişin doğa havarileri, dervişleri de canlandı”
Yerel tohumlarla ilgilenen, öncelikle korunması, yaygınlaştırılması, sürdürülebilirliği ve sağlıklı atalık usullerde yetişmiş ürünlere ulaşılabilirliğin devamı için kendince bir uğraş veren sıradan bir vatandaşım.
Genetik bir yatkınlık vardı sanırım ancak doğal çevreye ve yeşile duyulan sevgi ve koruma isteği, galiba çocukluğumuzda tüm tatillerimizin geçtiği köylerden, oradaki yeşil doğa ve tarımla uğraşan çalışkan büyüklerin ve bizi onlarla buluşturan ailemizin de eseri. Tohumlar yasaklanıp insanlar eskiyi, geçmişi geri getirme, koruma, muhafaza etme mücadelesine girince “eski” usullerde kimyasalsız bir tarım ne demek onu anladık. Daha doğrusu açılımını öğrendi insanlar. Ve bugün o kadim bilgiler ışığında yol alıyor gençler, unutanlar hatırlıyor ve “yeniden” diyorlar umutla, sevgiyle.
Yerel tohumlar ile yapılan bu üretim, gerek kendi ailesi ve çevresindeki eşi dostu için gerekse sağlıklı ve doğal gıda sunmak amaçlı olsun her türlü eskinin o güzelliğini, temizliğini ve saflığını taşıyor. Sonradan suiistimal edilse, biraz rotasından çıksa da istisnalar kaideyi bozmuyor, bozamıyor, eninde sonunda doğru yerini buluyor. Bu tarz tarımsal üretim, herkesin sağlıklı gıdaya ulaşması bağlamında kooperatiflerin de bu düzlemde bu çizgide yer almasını sağladı, bunu gördük, şahit olduk. Geçmişin doğa havarileri, dervişleri de canlandı elbette. Tüm ülkede ağaçların şu veya bu sebepten kesilmesine karşı bir duruş, bir savunma, bir koruma ordusu oluştu doğaçlama.
Yeşil doğa dünyanın ayrılmaz bir parçası, bu kabulün üstüne, Emine Supçin’in çok sevdiğim bir cümlesiyle tamamlamak istiyorum bu konuyu: “Her zerremizle doğanın bir parçası, her parçamızla evrenin zerredeki kopyasıyız.”
Filiz Ezer (Abreg)
ŞeHriN PenCEREsindenN DoĞayA YEREL TOHUM GRUBU
Doğa ve insan ilişkileri
Sevgili Birgül, bir mesaj gönderdi;
“Genetik ve kültürel kodlarınızın doğayla ilişkinizde bir fark yarattığını düşünüyor musunuz?” diye bir soru yönelterek devam etti:
“Kadim bilgilerimizin, bugün yeniden üretilen doğa-insan ilişkilerinde, tarımsal üretimde, kooperatif ve benzeri oluşumlarda bir katkısı var mı? Doğada yanlarına meyve aşıları alarak dolaşan, ağaca balta göstermekten sakınan yaklaşımın bugünkü karşılığı sizce nedir?” dedikten sonra, köyle ilgili paylaşımlarımdan söz ederek, köyde olup olmadığımı sordu, toprakla olan ilgimi ve bunu çocuklara sevdirme çabalarımı da överek benden bir yazı istedi. Hayır demedim. İlgi duyduğum bir konu ama neresinden başlayacağımı bilemedim. Çok geniş kapsamlı ve günümüz için de çok önemli.
Nedir genetik ve kültürel kod?
Doğrusu kendi açımdan bakacak olursam, doğayla olan ilişkimde genetik ve kültürel kodlarım nedir, diye hiç düşünmedim. Ama Abhaz halkının kültürel kodları konusunda bazı çalışmalarım oldu. Birgül’le Warada adlı bir müzik gurubunda yıllarca bir arada olduk ve o benim, sadece eğlence amacıyla müzikle uğraşmadığımı biliyordu, bu yüzden kültürel kodlardan söz etmemi istemiştir diye düşündüm.
Çok doğru; toplumların genetik, geleneksel kültür kodları vardır. Bu toplumsal kodlar o toplumun binlerce yıllık tarihsel ve kültürel birikiminden süzülerek onu diğerlerinden ayırt edici niteliklere kavuşturur.
İnsan kendi kültürü içinde yaşadığında, diğer insanları ayırt ederken içselleştirdiği bazı kodları farkında olmadan kullanır. Bunların hepsi kişinin ait olduğu, inandığı, sosyal ve kültürel yapının getirdiği somutlaşmış estetik kodlardır.
Hiç kuşku yoktur ki kültür taşıyıcılarının birbirleriyle iletişim kurmasına, bilgi biriktirmesine, iletmesine, sembolleri, gelenekleri, normları açıklamasına ve düzeltmesine izin veren dildir. Dil aynı zamanda kültürün varoluş koşullarından biridir. Bu anlamda Abhaz dilinin sözlü ürünlerine baktığımızda; destanlar, masallar, halk söylenceleri, halk şarkıları, mitolojik öyküler ve pagan inançlar bu halkın genetik ve kültürel kodları hakkında bolca bilgi verir. Abhaz dilini bilen ve bu dilin sözlü ürünlerinin bazılarını Türkçeye kazandıran biri olarak, bu verilerin ışığında doğa ve insan ilişkilerine kadın cephesinden baktığımda, inanılmaz bilgilerle karşılaştım.
Özellikle, mitolojik kahramanlara baktığımda, tanrıçaların tanrılardan sayıca fazla olduğunu ve fonksiyon bakımından da daha güçlü olduğunu gördüm. Abhazlarda doğa takvimi, her türlü üretim biçimini başlı başına tanrısal bir olgu gibi algılamış, bu olgular için anıxa (mabet), anıhüa (ibadet, dua, bayram) gibi kavramlar geliştirmiş, bu sözcükler ve uygulamalar Abhazya’da günümüze kadar gelmiş. Tanrı anlamına gelen “Ançüa” sözcüğü bile kadınla ilişkilendirilmiş, “An-çüa = Anne-teni, Anne-silueti” gibi bir anlam ifade etmiş.
Birçok ana tanrıça var, hepsini burada belirtmeye gerek yok. Arıların Tanrıçası “Anan Gunda”, Bahçe ürünlerinin tanrıçası “Caca”, Değirmencilik Tanrıçası “Sawına”, Suların Kraliçesi ve koruyucusu “Zızlan”, Sağlık Tanrıçası “Hanıya”, Dokumalar Tanrıçası “Arişna” gibi tanrıçaların halk tarafından algılanış biçimine, inanç ve ritüellerine, kendileri ile ilgili öykülere, dizelere ve şarkılara baktığımızda onların doğada insanın en çok ihtiyaç duyduğu alanlarda görev üstlendiklerini görüyoruz. Ürün yetiştirenlere destek olan, yol gösteren, üretimi denetleyen, koruyan, kollayan ve bereketi artıran, zor işleri kolaylaştıran kutsal ve tanrısal güçler olarak göze çarpan bu tanrıçalar, aynı zamanda görünüşleri ile de görkemli bir fiziğe sahip, son derece bilge, olağanüstü güçleri var, insani duygular da taşıyorlar, hatta âşık bile oluyorlar.
Abhaz insanının toplayıcılık, avcılık, hayvancılık gibi konulardaki kültür kodlarını en iyi yansıtan Nart Destanları’ndaki kadın kahramanlar da kadının tarihsel rolünün gelişimi bakımından ilginç örnekler sunuyor. Bu yönüyle gerek mitolojik kahramanlar gerekse destan kahramanları tek tek ele alınıp incelenmeli.
Nart Destanları’nda adlarından sıkça söz edilen “Ajüaeypşaalar – Avcılık tanrı ve tanrıçaları” ile ilgili bilgiler ise olağanüstü zengin. Avcıların kendilerine özgü kuralları var. Ava giderken yapılması gerekenler, av esnasında uyulması gereken kurallar, avlanan hayvanın özellikleri, nasıl paylaşılacağı, gizli avcılık dili ve daha pek çok gizem var. Avcılık Abhazların kültürel kodlarında, huzur içinde yapılması gereken kutsal bir iş. Avcılık tanrı ve tanrıçaları “Ajüaeypşialar” da hayli güzel kızları olan kalabalık bir aile. Bu aile genellikle Ormancılık tanrıları olarak bilinen “Aerg” ailesinden kız alıp veriyor. “Aerglerin kızı Ajüaypşiaaların gelini” diye muhteşem halk şarkıları var. Bu tanrısal akrabalık ilişkilerine ve yaşam tarzlarına bakılırsa, doğanın önemli bir parçası olan ormanı korumak, yaşamı düzene sokmak, av hayvanlarını koruyup kollamak gibi kutsal amaçlar üstlenmişler. Bu tanrı ve tanrıçalar tam bir hiyerarşik düzen içinde işleri yürütüyorlar. Abhazlarda “orman kanunu” kavramı bir keşmekeşi ve adaletsizliği değil, tam tersine eşitliği, saygıyı, sevgiyi, özetle müthiş bir ahengi yansıtıyor. Bir de hani Türkçede “kurda, kuşa, aşa” diye bir deyim var ya, ona benzer bir deyimleri var. Özellikle evcil hayvanlar için kullanıyorlar, “Bin tane koyunun varsa yüz tanesini ormana bırak” diyorlar. Bu konuda, Abhazca yazılmış bazı etnografik metinlerin ve şarkı sözlerinin çevirisinden oluşan “Ajüaeypş’ler ve Aerg’ler” adlı bir çeviri kitap çalışmam var ama henüz yayın aşamasına gelmedi. Umarım bu yazı onu da bir an önce bitirmeme neden olur.
Bildiğiniz üzere iklim sorunları milattan önceki yıllarda da vardı ve bu durum insanları göçe zorluyor, koloniler oluşturulmasına neden oluyordu. Miletliler MÖ V. yüzyılda topraklarında geçinemez olunca, Karadeniz’in karşı kıyılarına geçip o zamanki Abhazya’da koloniler kurmuşlar. Bu koloni kentler arasında hepinizin bildiği Abhazya’nın bugünkü başkenti Sohum (Dioskuria), bugünkü Pitsunda (Pitunt) ve Oçamçıra da (Guenis) var. Antikçağ yazarları o günkü Abhazya’ya Kolhide diyorlar. Kolhide Kralı Aet’in kızı Medea’yı, Argonot Efsanesi’ni, Yason’u bilirsiniz.
Medea, Güneş Tanrısı Helios’un torunu, Kolhida Kralı Aet’in kızı. Kolhideli bir kraliçe, bir tanrıça, bir şifacı. Yunanların anlayamadığı birtakım güçleri var. Bitkibilimci ve iyi bir eczacı, hatta medicine (eczacılık) adının onun adına izafe olduğunu yazanlar var. Böylesine bilge, mitolojik bir kadın figürü bakınız Antik Yunan’da ataerkil düşünce tarafından nasıl günah keçisi haline getirilmiş ve sonunda çocuk katili olarak bile gösterilmiş. Euripides ve Seneca’nın eserlerini, Medea ile ilgili tüm sanatsal eserleri (opera, sinema, tiyatro, resim ve diğerlerini) hatırlayın. Taşralı bir barbar olarak algılanan Medea’nın anayurdu olan Kolhida’da edindiği genetik kültürel kodların hepsi burada adeta şeytanlaştırılmış, aleyhine kullanılmıştır. Neyse ki Christa Wolf adında bir kadın yazar, konuyu yeniden ele alıp söylencenin geçmiş izlerini sürerek, antikçağ yazarlarının aksine Medea’yı çocuk katili bir anne olarak değil, toplum tarafından çocukları öldürülen bir anne olarak ele almış ve sonunda; asıl konunun güç ve iktidar için insanların nasıl ikiyüzlü davrandığını, kendi çıkarları uğruna her şeyi yapabileceklerini yansıtmıştır.
Kolhida tarihi, Abhaz tarihinin en eski ve en önemli bir parçasıdır. Ve ne yazık ki biz diaspora olarak hem tarihimizi hem de kültürel kodlarımızı unutmuş, kaybetmiş, bazı kodlarımızı bilmeden taşıyor olsak bile, bunun farkında olmamışız. Bakın bugün bizim kültürel kodlarımızın bir temsilcisi olan Medea’yı aklama işini, bizim yerimize Christa Wolf yapmış. Bunu yadırgıyor muyuz? Hayır, çünkü kadın sorunları, çevre sorunları, iklim sorunları, doğa sorunları aynı zamanda evrensel sorunlar. Biz kendi toplumsal, genetik, kültürel kodlarımızı sorgularsak bunu sadece kendimiz için değil, evren için de yapmış olacağız.
Gelelim, “Genetik ve kültürel kodlarınızın doğayla ilişkinizde bir fark yarattığını düşünüyor musunuz?” sorusunun yanıtına…
Evet de desem hayır da desem değişen bir şey olmayacak. Bu kodlar biz istesek de istemesek de kendiliğinden yaşam biçimimize yansıyor. Anadolu’nun herhangi bir köyüne gidin. Evlerin biçiminden bahçenin düzenine, hayvan barınaklarının nerelere yapıldığından yetiştirilen meyve ve sebze türlerine, birbirine benzeyen ve benzemeyen özelliklere sahip köylerin geçmişlerine bakın, halkını dinleyin, o size gerçeği söyleyecektir.
Adige ve Abhaz köylerinin bire bir örtüşmese de anayurtlarından esin kaynakları taşıdıkları bir gerçektir. En çok da yemek kültürü, beslenme tarzı, ev içi düzen, çevre düzeni, temizlik, doğaya ve hayvanlara karşı tutumlar hiç kuşku yok ki genetik ve kültürel kodlardan kaynaklanmaktadır.
Bu anlamda, her ne kadar günümüzde unutulmaya yüz tutsa da, kadim bilgilerimizin yeniden gün yüzüne çıkarılmasının doğayla olan ilişkilerimize büyük yararı olacağına inanmaktayım.
“WARADA” adlı müzik grubunu oluşturduğumuzda, amacımız; öncelikle anadilimizi genç kuşaklara sevdirebilmek için hep birlikte söyleyebilecekleri şarkılar öğretmekti. Zamanla bu kadim halk şarkılarının sözlerini ve anlamlarını öğrenmeye başladıkça inanılmaz zengin bir içerikle karşılaştık. Özellikle üretim şarkıları, avcılık şarkıları, tedavi amaçlı şarkılar bizi hayretler içerisinde bıraktı. Her üretim dalının bir tanrısı veya tanrıçası, ilginç ritüelleri, bu ritüellere özgü yemekleri, duaları, sembolleri, şarkıları ve hatta dansları vardı. Örneğin yün mü dideceksiniz. Önce bu zor iş için bir imece oluşturacaksınız, herkes yün tarağını alıp gelecek, işe başlamadan o işlerin tanrıçasına dua edilecek, sonra yün diderken o işle ilgili şarkı hep birlikte söylenecek, daha sonra o işte size kolaylık sağlayan tanrıçaya teşekkür edilecek. Onun için de bazı özel yiyecekler hazırlanacak, kendiniz de yiyecek, gıyabında o tanrıçaya da ikram edeceksiniz. Bu tür kutsal ikramlar genellikle bir akarsu başına götürülür, yiyecekten küçük bir miktar bir sunakta kurban ediliyormuşçasına suya atılır, geri kalan da o işi yapanlar tarafından neşeyle yenirmiş. Adigelerin “Tıspx Wored” yani yün tarağı şarkıları böyledir. Abhazların “Keçe Dokuma Şarkısı”nın ritmi keçeyi dokuyan insanların hareketlerindeki ritim ile bire bir örtüşüyor. Örnekler çoktur.
Avcılık Tanrıları Ajüeypşiaalarla ilgili kitabı hazırlayınca, kontrol etmesi için iyi Abhazca bilen, müzikle de yakından ilgilenen ve gurubumuzun da koordinatörlerinden olan Axba Esat Özen’e vermiştim. Kontrolden sonra bana söylediği şu sözleri unutmuyorum. Galiba Düzce taraflarında kuvvetli bir kış olmuş ve büyük bir geyik sürüsü kente inmiş, Abhaz olmayan bazı köylüler tüfeklerine sarılıp geyiklerin hepsini vurmuşlar. Bunu duyan bir Abhaz da adeta çıldırmışçasına “Siz deli misiniz, zavallı hayvanların soyunu tükettiniz, yaptığınız katliamdır” diye üzerlerine yürümüş. Bu tepki de o kadim bilgilerden kaynaklanıyor olmalı.
Bu kadim bilgiler anayurtta çok ciddi anlamda derleniyor. Benim de 2014’ten beri kadrolu olarak çalıştığım D. Gulya’nın adını taşıyan enstitüde ciltler dolusu kitaplar var. Bunların Türkçeye kazandırılması çok iyi olur ama ne yazık ki artık çeviri yapabilecek kadar anadilini bilenler oldukça azaldı. Benim gibi biraz uğraşanların elinde de o kadar çok iş var ki sıra buna gelemiyor.
Böyle bir konuyu gündeme getirdiği için Jineps gazetesine ve sevgili Birgül Asena’ya teşekkür ederim.
Papapha Mahinur Tuna