Geçenlerde internette yayın yapan bir haber kanalında iki akademisyenin bir moderatör eşliğinde yaptıkları bir tartışmayı izledim. İlginç bir tartışmaydı. Ya da belki zamanımız Türkiye’sinin tipik bir tartışmasıydı da diyebiliriz. Herkesin kendi kendine, kendi cemaatine çalıp söylediği, biraz “bozacı-şıracı” mantığında işleyen programlardan biriydi. Moderatör hanımefendinin tepsiye hazırlayıp sunduğu sorulara akademisyen tartışmacılar da, siyasal ve ideolojik aidiyetlerine ve de programı dinlemesi beklenen cemaatin ruhuna uygun yorumlar yapıyorlardı.
Programın, geçmişteki performanslarıyla da ezbere ve gözü kapalı takım taraftarı olan moderatörünü bir kenara bırakırsak, öncelikle katılımcı akademisyenlerden birinin hakkını teslim etmek gerekir. “Sağcı” konumunu reddetmeden (reddetmesi de gerekmiyor zaten) düşüncelerini soğukkanlı bir dille ifade eden, saldırganlaşmayan bu tartışmacıya kıyasla, diğer tartışmacı epey uzun zamandır “liberal” etiketi altında epey düz “sağcılık” yapan “gergin” ve belli ki, içinde çok derin hüsranlar taşıyan ve bu yüzden kendi dışındakilere karşı öfkesini pek gizleyemeyen bir propaganda savaşçısı olarak bir kere daha boy gösteriyordu bu programda…
Program, “Ukrayna” ve “zeytincilik” gibi meselelerin yanı sıra “Mega projeler neden önemli?” başlığını taşıyordu ve katılımcılar bu programa kabaca AKP’nin yaptığı ve “mega projeler” adını taktığı köprü, yol, tünel ve bilumum “beton” işlerin (ve de savaş aleti makinelerin) ne kadar meşru olduğunu anlatmak gibi bir işlev yüklemişlerdi.
Mega projeler: “Güçlü olan” kazanır
Bu tartışmacılar AKP’nin yaptığı “altyapı” faaliyetlerini “kalkınma-gelişme-büyüme” mantığının tezahürü olarak görmeye çalışıyorlardı. Ancak bu tespitin hemen ilk elde taşıdığı sorun şu: çok övülen bütün bu büyük projeler tek bir iradenin elinden çıkıyor ve az da olsa hiçbir toplumsal mutabakat içermiyor. Yani bu projelerin meşruiyetleri toplumun sadece bir kısmını temsil eden bir siyasi-ekonomik gruptan geliyor.
İkinci mesele şu: “Kalkınma-büyüme” denen olay da kapitalizmden pek de bağımsız bir olay değil. Hatta kalkınma, kapitalizmin, klasik sanayi toplumunun cilalanmasından başka bir şey değil. İçinde bulunduğumuz zaman itibariyle dünya üzerindeki ilişkileri güç ilişkisi olarak gören, formülünü Herbert Spencer’in kurduğu acımasız bir “en çok uyum sağlayan hayatta kalır” mantığının türevi bu sadece… Yani insanlar yarış halindedir, en çok kazanan hayatta kalır, en çok güç kazanan hayatta kalır; gerisi kazananların derdi değildir. Bu bireyler için böyledir, toplumlar, uluslar için de böyledir. Yani bir toplumda birileri yokluğa düşmüşlerse, bu kendi bilecekleri bir şeydir, kazananlar kazanmışlardır. Toplumlar da eğer başka toplumlardan faklı olarak dünya nimetlerinden daha çok yararlanıp daha güçlü oldularsa, altta kalan toplumların derdi kazananları bağlamaz. Güçlü olan devletler örneğin silah satarak üç kuruş daha fazla para kazandılarsa ve bu silahlar başkalarının kafalarına patlayıp o zayıf toplumları yere serdiyse, bu onların derdidir. Bu mantığa göre, uyum sağlayan hayatta kalmıştır ve gerisi bizi ilgilendirmez.
Üçüncü mesele ise kalkınma dediğimiz olgunun sadece “ulusal” değil; bir sınıf meselesi olduğudur… Eşit olmayan bireylerin ve sınıfların yaşadığı bir toplumda, kurulan mekanizmaların birilerine daha çok avantaj sağladığı, elde edilen refahın eşitsiz olarak dağıtıldığı bir toplumda, kalkınmadan herkesin eşit olarak faydalandığını ileri sürmek basit bir ciladan ya da ideolojik bir söylemden başka bir şey değildir. Türkiye gibi bir yerde, bütün devlet ihalelerinin aynı gruplara (“beşli çete”) verilmesi de meselenin sadece “nötr” bir kalkınma meselesi olmadığının işaretidir.
Özellikle “gergin” akademisyen, bu projelere itiraz edenleri kolayca kalkınmaya, ulusal çıkarlara karşı olmakla suçluyor ve aslında bu yargısıyla hiç hoşlanmadığı geçmiş Kemalist seçkinlerin sık sık başvurduğu “gericiliğin saldırısı” söyleminin de çok benzerini fazla zorlanmadan kullanıveriyordu…
Peki, bu kerameti kendinden menkul “kalkınma” retoriğini başka bir şekilde değerlendirsek?
Öncelikle “kalkınma-gelişme” söylemine atfedilen kutsal içerik, bugün “insan-insan” ve “insan-doğa” bir arada yaşama seçenekleri yerine, başkalarına ve doğaya karşı çok kibirli bir tutumun da ifadesi… Bugün “büyümenin” sorgulandığı, çevrenin, ekosistemin çeşitliliğinin, iklimin düşünüldüğü bir dünyada klasik kalkınmacı diller artık çok yönlü düşünme kapasitesinden oldukça uzakta bir ezber özelliği sunuyor. Bu ezber aslında özellikle sağcı muhafazakârlarımız tarafından çok eleştirilen batıcı zihniyetin yeniden üretimi konusunda çok önemli bir rol oynuyor. En nihayetinde, “güçlü olan kazanır” reel politikası ve de “Baraj olmazsa fabrikalar, buzdolapları nasıl çalışır?!” mantığıyla, doğanın olduğu gibi, insanın da çeşitliliği çöpe gidiyor.
Bir dekor olarak ağaç ve çevre
Tartışmanın moderatörü ve gergin akademisyeni tarafından dolayısıyla tabii ki araya “Gezi” de sokuşturuluyor; bir “kalkışma” ya da “komplo” vb. meselesine indirgenmiş olarak.
Parantez arasında şunu belirtelim… Gezi’nin nasıl AKP içinde krize sebep olduğu, aslında pekâlâ başka şekillerde çözülebileceği halde, o dönem nasıl bol miktarda yalanla (moderatörün de o zamanlar bizzat dahil olduğu “Dolmabahçe’de üzerine çiş yapılan başörtülü bacı”, “camide içki içenler”) düşmanlaştırıldığını da biliyoruz. Şunu da biliyoruz, Gezi sonrası AKP, ittifaklarında ciddi bir değişikliğe gitti, geleneksel otoriter devletle hemhal olunca sonunda ne liberalliği ne de İslamcılığı kaldı.
Bu iki kişi bir ara “Gezi’de 8 ağaç için” koparılan gürültü ile Dolmabahçe’de kesilen ağaçları karşılaştırmak gibi çok talihsiz bir işe de giriştiler. Gezi Parkı’nda kesilen ağaçların yerine, gayet “dindar” bir yönetim, klasik kapitalist tüketim aracı olarak Taksim’e AVM koymaya çalışırken, diğerinde (gerekçe -“hastalığa karşı mücadele etmek”- ne olursa olsun), ne yol genişletmesi yapılıyor ne de dükkân açılıyordu, yani kimseye sağlanan bir rant yoktu. Ama “olsundu”… Burada da gergin kişi, muhalefete yaptığı “kategorik muhalefet” suçlamasına benzer bir şekilde, kategorik takım tutma tavrını sergiliyordu.
“Kategorik muhalefet” eleştirilerinin yüzeyselliği bir kenara, muhalefetteki belediyelerin yapmaya çalıştığı yatırımların nasıl engellendiğini görmeyen, kendi içine kapalı, kendi kendine konuşan söylem söz konusuydu bu aşamada…
Mega projeler bağlamında bir başka konu da “zeytincilik” meselesiyle ilgiliydi… Katılımcılara göre, madenlere ihtiyacımız vardı ve bir sanayi-çevre dengesinden (âdet yerini bulsun kıvamında “tabii ki doğayı korumamız gerekir”) söz ediliyor ama aradan gene güç dili ortaya çıkıyordu.
Programda mega projeler savunulup ve “gerekirse yenilemek üzere” doğada fedakârlık yapılması gerektiği anlatılırken, sık sık “bütün dünyada olduğu gibi” argümanı dile getirildi. Yani dünya üzerindeki yarışta var olmak, “dünya üzerinde güç savaşlarının parçası” olmak gibi bir politika dili hâkim… Savaş aracı (SİHA’lar) satmakla övünen bir ulusal ekonomi… ABD gibi olmak, Batı gibi olmak…
İnsanların sağlıksız ayçiçeğiyağı alabilmek için marketlerde birbirini ezdiği, tahılın dışarıdan ithal edildiği bir ekonomideyiz ve düne kadar tarım ülkesi olup, şimdilerde dünya kadar tarım ürünleri için dışarı bağımlı hale gelirken, yarın öbür gün kıtlık sorunuyla ne yapacağımıza dair hiçbir güvencemiz de yok… Ama madenleri çıkartıp, o topraklarda yaratılacak çevre sorununu düşünmeyi “gericilik” sanan, bir tür “modernlik hastalığına” tutulmuş bir sağcı tavır ders veriyor…
İki yüz yıllık modernizmi “keşfeden” sağcılık
Bütün yapılan altyapı yatırımlarının, kalkınmanın sürekli “dünyanın her yerinde” olmasına referans verilmesi ilave olarak da garip bir çelişki içeriyor… Batı’dan hoşlanmayan bir zihniyet sürekli Batı’ya referans vermekten vazgeçemiyor; acıklı bir aşağılık kompleksinin tezahürü olarak… Bu söylem, yüzyıldır süren “Batı’nın teknolojisi – Doğu’nun kültürü” söyleminin tekrarından başka bir şey değil. Ve ne yazık ki, Batı’yı taklit etmenin sonuçlarını görüyoruz: bireycileşmiş, üstelik hak-hukuk olmayınca Batı’dan farklı olarak ahlakını da kaybetmiş ve cemaatleşmiş bir topluma geçmiş bulunuyoruz…
İzlediğim program, sonuç olarak, soğukkanlı sağcı akademisyenle farklı perspektiflerden tartışabilmek mümkünken, içinde ciddi bir öfke ve hınç taşıyan gergin birisi ve eleştirellikle alakası olmayan bir moderatör ile ne yazık memleketteki düşünce iklimine hiçbir katkısı olmayan, tam tersine çatışmacı ve kibirli siyasal kültüre epey malzeme taşıyan bir “tartışma programı” olmuş. Entelektüel ve akademik olmaktan çok, sürekli düşman üreten bir iktidar dili eşliğinde “rejim-içi” bir propaganda muhabbetine benzemiş.
Bu muhabbet, önceden mağdur olmuş kesimlerin intikamını yansıtıyor bana göre. Mağdurun iktidar olup, önceki iktidarın dilini taklit ettiği bir durum gibi yani… ve totaliter yapıların klasik mekanizması aslında. Dünya kadar insan hapislere atılırken, üniversiteler kapanırken, dayatma usullerle rektörler atanırken (hiçbirimiz doğru dürüst ses çıkaramazken) en ufak muhalif gösteri yasaklanıp, copla ve dayakla dağıtılırken, gergin birtakım hocaların “kalkınmaya kategorik olarak karşı çıkanlar” dili açıkçası abes kaçıyor.
Memleketin içinde olup bitenleri görmeyip (ya da görüp de söylemeyip) muhalefeti “kategorik” olarak günah keçisi gibi damgalamak başka bir psikolojik travmaya tekabül ediyor muhtemelen. Bu, tek parti rejimlerinin, totaliter yapıların üretiminde onu taşıyanların çok sıradan bir durumu aslında…
Bu tür ideolojik üretim programları, iktidar olmuş ama hep eskiye düşmekten korkan bir kesimin duygu halini yansıtıyor… Kolayca yalan üreten ve ele geçirilmiş büyük bir medya gücüyle manipüle eden bir makinenin her düzeyde (psikolojik, “akademik”, din, eğitim, piyasa vb.) üretimine katkı sağlıyor… “Eski rejim”, “devrim”, “karşıdevrim” retorikleriyle 100 yıldır süren, soğuk savaştan beslenerek savaş üreten bir dil devam ediyor…
Bu haliyle, İdris Küçükömer ile birlikte hep aklımıza gelen “Türkiye’de sağcılar solcudur, solcular da sağcı” deyişi de artık tutmuyor. Bir zamanlar Türkiye’nin otoriter devlet yapısı dışında alternatif bir toplumsallığa işaret eden sağcılık bu özelliğini de kaybetti; artık sonuna kadar devlet diline hapsolmuş vaziyette, sahibinin sesini dile getiriyor.
Bir zamanlar, modernist İslamcılığın entelektüelleri bir kenara bırakılırsa, ilerlemeden korkan sağcılık ve muhafazakârlık ve de geleneksel kitleler dünyadaki aşırı ve hızlı dönüşüm karşısında korkuyla, yavaşlatıcı bir dil kullanmaya çalışıyordu. O zamanlar seküler ideolojiler bu muhafazakârları haksız yere “gerici” diye suçluyorlardı. Ancak bugün en nihayetinde, hayatı ilerleme, maddi üretim, kalkınma ve gelişmeyle sınırlayan sağcılık, aslında çağın gerçekten gerisinde kalmış durumda… Bu sefer gerçekten “gericileşmiş” durumda… Yeni zamanlarda insanların doğa karşısında geliştirmek zorunluluğu ile karşı karşıya olduğu tevazu hakkında hiçbir fikir geliştiremeden, sadece makinelere, tanklara, betonlara, köprülere takılmış durumda… Onlar, ağacı ve altındaki muhteşem evrenden bihaber sadece yeri değiştirilecek bir süs aracı olarak görüyorlar. Çevrenin karmaşıklığı ve çeşitliği kadar insanın da karmaşıklığı ve çeşitliliği hakkında kafa yormuyorlar. Onlar için sadece ya kalkınma var ya da ona karşı çıkan kategorik muhalifler…
Bu ikili kafa yapılarıyla da en az bir-iki yüzyıl “geriye” gidip, hiç beğenmedikleri Avrupa’nın modernist diline hapsoluyorlar…