Taş değirmen…

0
1018

Tanyerinin ağardığı kızıl bir güz sabahında;  

Geceden avlu ortasına çekilmiş “şıgu” (at arabası) içerisine, 

Kaput bezinden çuvallara elenmiş namı diğer zerun buğdayı doldurmuş, 

İntizamla at arabasına yüklemişti bile babam… 

Sırasıyla atları ağıldan çekip, hamut boyunduruğunu dorunun boynundan geçirip, aynı anda boyunduruğu çevirip sırtından çektiği hamut gömleğini kalçasına indirip kuyruğunu dışarı almıştı. 

Aynı işlemi yağızı azarlayarak yaptıktan sonra at gözlüklü gemlerini başlarına geçirip tutmam için dizginleri bana uzatıyordu… 

Sonrasında yan kayışları takmak için; araba oku iki atın ortasında olduğu halde atları geri bastırıp çekiş markasına yaklaştırıp bağlıyordu… 

Son olarak ön göğüs kayışlarını araba okunun ucundaki demir halkaya sabitlemiş, bir çırpıda yüklü arabaya atlayıp gönülsüzce verdiğim dizginleri devralıyordu… 

Babamın “Hayda!” komutuyla atların belirginleşen kasları gerilmiş, aynı anda gıcırtılarla ilk hareketini almıştı şıgu. 

Ufuktaki kızıllığa paralel bitmesini istemediğim serin ve uzun bir değirmen yolu bizi bekliyordu… 

Deniz mavisi gök altında takırtılı stabilize yollardan geçerken, fonda dingillerdeki çamparaların çıkardığı çok çok derinlerden gelen esrarlı bir “Pxa Darg” (içi oyulmuş ahşap ritim çalgısı) ritminde daldığım uyuklama nöbetinde, aniden babamın yağız atı azarlamasıyla bozuluyordu tüm gizem… 

Nispeten daha düzgün olan stabilize yol sona erdiğinde değirmen sapağında daha çetrefilli bir yoldan devam etmemiz gerekiyordu. Bu yolda babam daha bir dikkat kesiliyor, hafiften bir gerginlik baş gösteriyordu… Ama yine de değirmen yolunun en sevdiğim bölümü burasıydı… 

Boz dağın dibinden ışıldayarak kaynayan -dağın gri tonlarından olsa gerek- şeffaf gümüş rengindeki çay, çağlayarak aşağılara doğru süzülürken üç ayrı taş değirmeni döndürür, tüm boğaza hayat verirdi. Sağlı sollu selvi kavaklarının süslediği dere, yarı tropik bir atmosfer oluştururdu kurak Uzunyayla bozkırında, Değirmenboğazı’nda… 

Rüzgârın ara ara yüzümüze kadar savurduğu yosun kokulu değirmen suyu adeta bizi alır, başka diyarlara savururdu… 

Derken son dönemeçte yamaçtan yol ortasına yuvarlanmış bir kayaya takılan şıgu aniden yan yatmış, tüm çuvallar şarampole yuvarlanmış, 

Babamla ben son anda yan tahtalara tutunabilmiştik. 

Ben yarı şok haldeyken babamın “İn, atların önüne geç” demesiyle fırlayıp atları tutmuştum. 

Babam şıgu’nun etrafını bir dolanıp çözümü anında üretmişti bile… 

Atların yardımıyla şıgu’ya 45 derece makaslama yaptırıp aynı anda atları geri bastırarak devrilen arabayı tekrar kaldırmıştı. 

Sırasıyla tüm çuvalları şarampolden toplayıp aynı intizamla dizmişti yeniden… 

Beni en çok etkileyen, tüm aksiyon boyunca son derece soğukkanlı, sanki sıradan bir olaymış gibi işin üstesinden gelmesi olmuştu… 

Balçık harçla örülü taş binanın önüne yaklaşınca devasa değirmen taşını döndüren suyun tüm heybetiyle inanılmaz bir gürültü karşılardı. 

Taze öğütülmüş zerun buğdayının efsane kokusuyla bütünleşen taş değirmende, eğer yeterince erken varılmışsa, sıra beklemeye gerek kalmaz, hummalı bir çalışmaya koyulurduk… 

Beni bekleyen diğer görevim; değirmen suyunun geçtiği dere boyuna atları indirip kösteklemekti. 

Su kenarında atların iştahla yeşil çayıra dalmalarını bir süre seyre dalar, keyiflenirdim. Dere boyunca yer yer nilüfer çiçekleri ve daha önce hiçbir yerde görmediğim su bitkilerine bakakalır, babamı kızdırırdım… 

Değirmenin arka çatı girişinden içeriye doğru genişçe bir borudan hızını alan değirmen suyu, belki de tonlarca ağırlıktaki taşı döndürmeye yetiyordu. 

Çuvallar sırasıyla devasa değirmen taşının hemen üzerine tersten kurulmuş ahşaptan bir minik piramidi andıran hazneye aktarılır; alt ucundan süzülen buğday, taş üzerindeki delikten içerisine akardı. Ekimde amcamın avuçlarından tarlaya serpilerek başlayan tohumun son yolculuğuydu aynı zamanda bu işlem… 

Değirmenciyle ilk karşılaştığımda baştan ayağa beyaza bulanmış halinden dolayı başka bir gezegenden gelmiş olabileceğini düşünürken, çok geçmeden aynı gezegenin mensupları oluvermiştik hep beraber… 

Aynı kaput çuvallara bu kez de öğütülme esnasında ısınan unları basma işi biraz sıkıntılı olsa da, sonunda sıcak, yumuşak çuvallar üstünde uyuklaması çok güzel oluyordu… 

Taş değirmenler; uzun kış gecelerinin sabrını, baharın umudunu, yazın emeğini temsil ederdi. Toprak ile ekmek arasındaki köprü; hayatın ta kendisi gibi akıp giden esrarlı suyunda gizliydi aslında bütün hikâye… 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz