Silahların patlamadığı, tek damla kanın dökülmediği; ancak bunlara rağmen savaş vahşetinin en acı şekilde gözler önüne serildiği bir film izlediniz mi? Bazen yumuşak bir dokunuş, sert bir yumruk kadar sarsıcı olmasa da tüyleri ürpertme adına daha etkili olabiliyor. Jasmila Zbanic tarafından yazılan ve yönetilen, Berlin Film Festivali Altın Ayı ödüllü 2006 yapımı “Grbavica” filmi, savaşın ürpertisini son derece nahif dokunuşla iliklerimize kadar hissettiren bir film. Ataerkil düzenin alternatif savaş alanı olarak kullandığı kadın bedeni merkezinde Grbavica filminin okumasını ve eleştirisini yapmaya çalışacağım.
Grbavica, Bosna Hersek’in başkenti Saraybosna’nın köşede kalmış bir semtinin, bir kenar mahallesinin resmi adı. Boşnakçada “kambur kadın” anlamına gelen Grbavica, aynı zamanda bu anlamıyla da filme ayrı bir doku katmakta ve filmin temasını desteklemektedir. Buna rağmen film, Türkiye’de talihsiz bir şekilde “Esma’nın Sırrı” adıyla gösterime girmiş ve bu anlam katmanı çevirinin azizliğine kurban edilip yok sayılmıştır. Film, Bosna Savaşı sırasında Sırp milisler tarafından ele geçirilmiş ve insanlara işkence yapmak için bir savaş kampı haline getirilmiş bu semtin, semt üzerinden Bosnalı kadınların ve tüm Bosna’nın hikâyesini anlatmaktadır.
Filmin hikâyesi savaş sonrasına aittir. Bekâr bir anne olan Esma (Mirjana Karanovic) ve kızı Sara’nın (Luna Zimic Mijovic) zor şartlar altındaki yaşamları konu edilir. Sara’ya okul gezisi için babasının şehit olduğuna dair bir belge gerekir ve annesinin bu belgeyi almaktan kaçındığını fark ettiğinde kızı, annesi Esma’nın travmasına ortak olur. Esma’nın, Sara’nın geziye ücretsiz katılmasını sağlayacak olan şehitlik belgesi yerine bir şekilde bulduğu gezi ücretini ödemesi, sırrını açığa çıkarır ve kendiyle, kızıyla büyük bir hesaplaşma içine girer.
Esma, Bosna’da toplama kamplarında defalarca tecavüze uğrayan on binlerce kadından biridir. Uğradığı tecavüzlerden dolayı bir travma yaşamış, kızından ve çevresinden saklaması gereken bir öyküsü olmuştur. Sırtında hâlâ işkence izleri olan Esma, savaşa dair en büyük izi ruhunda taşımaktadır. Filmin ana çatışması Esma ve Sara arasındaymış gibi gözükse de esas çatışma Esma’nın geçmişiyle olan hesaplaşması üzerinedir. Yaşadığı travma nedeniyle erkeklerle, kızıyla ve arkadaş çevresiyle hep sorunlar yaşar. Kimseyle cinsel veya duygusal yakınlık kuramaz. Günlük hayatın her rutini onda açılan onulmaz yaraları yeniden deşer. Esma, bir sahnede kızı Sara ile şakalaşırken Sara’nın onun üstüne çıkması ve kollarını bastırmasıyla, otobüste otururken yanında ayakta dikilen adamın inip kalkan göğsü ile burun buruna gelmesi ve istemediği bir yakınlığa maruz kalmasıyla, çalıştığı barda, bar müşterisinin konsomatrislik yapan kadınla eğlenmesiyle rahatsız olur. Unutmaya çalıştığını, sakladığını, unutarak geçeceğini sandığı şeyler yeniden aklına gelir.
Filmde ana karakter Esma üzerinden anlatılan, Bosna Savaşı’nda kadın bedenine yapılan büyük saldırının nedenselliğine bakacak olursak “tecavüz” sözcüğünü biraz irdelememiz gerekecektir. TDK sözlüğüne göre “ötesine geçmek, sınırı aşmak, başkasının hakkına el uzatmak, saldırmak, ırza geçmek” gibi anlamlara gelen tecavüz, beden ve sınırlar göz önüne alındığında sömürünün en uç noktasıdır. Ataerkil bir düzende, karşı grubu alt etmek için kullanılan en önemli savaş taktiği haline gelmiştir. Kadın, doğduğu andan itibaren, içinde bulunduğu sosyal yapıda bir araç, bir nesne olarak görülüp bütün ötekileştirilen gruplar gibi, üzerinde söylemler üretilmiş, ikincil konuma düşürülmüş ve bir ifade aracı haline getirilmiştir. Bu sebeple kadına yapılan etkiler, erkek tarafından hissedilip içselleştirilmektedir. Yani kadının bedenine yapılan saldırı, doğrudan kadına yönelik olsa da aslında o kadının ait olduğu etnik gruba, millete, dine yönelik yapılmaktadır. Kadın, bir şekilde araçsallaştırılmaktadır. Eylemde asıl hedeflenen erkek ve güç ilişkileridir ama mecbur bırakıldığı konum nedeniyle bu güç ilişkileri ağının içinde ve hiçbir erk sahibi olmadan kalan kadın, uygulanan şiddetin de mağduru olmaktadır. İşte Esma, böyle bir eylemin sayısız kurbanlarından biridir. Bosna Savaşı sırasında “Bosna’ya Sırp tohumu ekme” propagandasıyla göz yumulan ve sistematikleştirilen tecavüz eylemleri sırasında gebe kalan kadınlar, çocuklarını doğurmak istememiş, ilkel yollarla düşük yapmaya çalışmış, başaramayanların çoğu doğum sonrası çocuklarını görmeyi reddetmiştir. Kadının bedeninin ve ruhunun sahiplerinden(!) olan dini kurumlar bu hamilelikler üzerinde fikir yürütmüş ve kürtajı reddetmişlerdir. Kadının gebe kalmasına neden olan ideolojik çatışma, gebeliğin sonucu üzerinde de hegemonya kurmaya kalkışmıştır. Tüm bunlar da savaşın üzerinden yıllar geçmesine rağmen büyük bir toplumsal travmaya yol açmıştır.
Film, travmanın izlerini silmek isteyen, birbirine yaslanarak bir dayanışma içinde olan kadınların toplu terapi sahnesiyle açılmaktadır. Boşnak renklerini ve kadının emeğini simgeleyen kilimler arasında bedensel sömürüye karşı birbirine kenetlenmiş kadınları görürüz. Ve daha sonra film, alımlayıcısının önünde katman katman açılımlanır.
Savaşın üzerinden 15 yıl geçmiştir. Ancak kurşun delikleriyle yaralanmış binalar tıpkı insanlar gibi hâlâ iyileşememiştir. Savaş mağdurları, ölen yakınlarını bu izler arasında toplu mezarlarda aramayı sürdürmektedir. Filmin etrafında döndüğü ana sorulardan biri savaşta ölmenin mi, savaştan sonra hayatta kalmanın mı zor olduğuyla ilgilidir. Bu soruyla birlikte Zbanic’in kamerası yoksulluğun çoğunlukta devam ettiği, zenginliğinse mafyalaşarak mutlu azınlıkta hükmünü sürdüğü savaş sonrası Saraybosna’nın sokaklarına dalar ve bizi fabrikada, kent meydanında, alışveriş merkezinde, okulda, gece kulübünde hayatın savaş sonrası nasıl sürdüğünü, birtakım çağrışımsal sembollerle anlatmaya çalışır.
Rehabilitasyon merkezlerinde kadınların “cennetten zerre nasiplenmemiş” anılarını dinleyip fabrika çalışanı bir Boşnak kadının ağzındaki Tito yeminini duyar, bir balıkçı dükkânının duvarındaki Aliya fotoğrafına göz kırparız. Şehirde değişmeyen şeyler de vardır elbet: Kilise çanı ile ezan sesleri bir armoni yaratır hâlâ Saraybosna rüzgârıyla… Başçarşı’daki kahve kokusu savaş öncesiyle aynıdır.
Film, öykünün yüzeyselliği ve yeterince sert olamayışı konusunda Bosnalı eleştirmenler tarafından sürekli tartışılsa da ben aynı kanıda değilim. Zbanic, filmde duygu sömürüsünden uzak durmakta. Herhangi bir tarafın propagandasını yapmıyor. Kamerasına öfke sıçratmayan ve hiçbir etnik grupla kavgası olmayan bir film ortaya koyuyor. Çünkü filmin esas derdi daha evrensel bir noktada. Bu sebeple sıradan ve heyecansız olarak nitelendirilen filmin objektif tutumla insana ve insani duygulara odaklandığını düşünüyorum
Duymayı arzu edenler için filmde savaş, aşk ve kahramanlık üzerine hazırlanmış sert cümleler, diyalogların arasına ustaca serpiştirilmiş. Film, asla bu sert cümlelere toslayıp da parçalanmıyor, onların ağırlığı altında ezilmeyerek başarısını tekrar ortaya koyuyor üstelik. Terapi merkezindeki kadınlardan birinin “Sürekli konuşuyorsunuz. Bizim lafa değil, işe ihtiyacımız var” cümlesi savaşın kapitalizmi nasıl beslediğini gösteriyor. Kızını okul gezisine göndermek için çırpınan Esma’nın hiçbir yerden bulamadığı 200 euro’yu, en yakın arkadaşının ayakkabı fabrikasında birlikte çalıştığı işçilerden borç alıp vermesi kadınlar arasındaki dayanışmanın ve emeğin gücünün en güzel simgesi olarak ortaya çıkıyor sözgelimi. Gece kulübünde çalışan Yabolka adındaki konsomatrisin “Bosnalı Esma mı? Sanırım Ukraynalı olmak kadar kötü bir durum!” şeklinde bir cümle kurması benim diyen politik söyleme beş basar nitelikte. “İnsanlar savaş sırasında bile birbirini daha çok seviyordu” gibi bir tespiti hangi ‘yüzeysel olmayan’ film yapabilirdi cesaret gösterip? “Toprağın altına girmeyenler ülkeden gitti. Burada kalanlar sadece birkaç kişi…” şeklinde basit bir cümleyle bütün bir Yugoslavya tarihini özetleyebilmek hangi ‘acemi’ yönetmenin harcıdır?
Bosna’da kadınlar, diğer savaş mağduru kadınlar gibi kim bilir neleri kazıyıp atmak istiyorlar akıllarından, yüreklerinden, kötü hatıralarından ve yaşanmamışlıklardan? Tıpkı Sara’nın babasına benzediği tek yönü olan saçlarını kazıyıp attığı gibi…
“Her şeyi hatırlayacak olsaydım, kendimi öldürürdüm” diyor filmde bir adam. Grbavica, üzerine sünger çektiğimiz her şeyi hatırlatmaya niyetli. Boğazda bir düğüm oluşturan, alınlarda leke bırakan, başı yere eğen “kambur”un sahibini arıyor film. Kimin bu ‘kambur’ sahi?
1987’de İstanbul’da Eski Yugoslavya göçmeni bir ailenin çocuğu olarak doğan Hakkı Yüksel, lisans ve yüksek lisansını İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde tamamladı. Aynı üniversitenin Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji bölümünde öğrenim görmektedir.
Çeşitli Balkan derneklerinde ve Balkan kültürünün korunmasına yönelik faaliyet gösteren internet sitelerinde Eski Yugoslavya devletleri başta olmak üzere tüm Balkan coğrafyasının sinema, dil, kültür, müzik, edebiyat ve tiyatrosu hakkında çeşitli araştırmalar yapmış ve çalışmalar yayımlamıştır.
Farklı dergilerde kısa öyküler, tiyatro oyunu, film, dizi ve kitap eleştirileri yazmaktadır. 2011’den bu yana Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak çalışmaktadır.