Dertlerimizin günah keçisi olarak mülteciler

0
621

Mülteciler konusunda ırkçılığın sıradanlaştığı; ırkçılık dilinin görünmediği durumlarda da tartışmaların çoğunlukla kısır bir düzeye sıkıştığı bir dönemde, geçen 20 Haziran günü “Dünya Mülteciler Günü” idi. Bir yandan dışlayıcı dinamikler, diğer yandan düşmanlaştırıcı ezberler yerine, mültecileri/mülteciliği yeniden düşünmeye davet eden sivil toplum girişimleri aynı anda sürüyor.  

Şimdilerde mülteciler belki en can yakıcı konulardan biri gibi görünüyor ama mültecilerden beslenen çatışmacı ruhun aslında kökenleri ve dinamikleri çok daha derin ve yaygın bir meseleyi ele almayı gerektiriyor. 

  

Ulus-devletin öğrettiği duygu 

Bu çatışmacı ruh halinin ya da “kültürün” bir “öz” ya da “kader” olmadığını akılda tutarak, mültecilik meselesinin neden bu kadar önemli olduğunu anlamak için ulus- devletin inşa ettiği vatandaşlık, kimlik tanımları ve sınırlar meselesine kısaca eğilmek gerekiyor. 

Öncelikle “modern öncesi” diye tabir edilen geleneksel yapılarda da kuşkusuz insanların kendilerini ait hissettikleri bir “ev” vardı. Ancak bu ev çok daha somut, bizzat elle tutabildikleri bir toprak parçası ya da bizzat fiziksel bir mekân olarak “ev”di. Bu somut evin, bahçenin ya da tarlanın ötesindeki aidiyetler, sınırları çok kolay çizilemeyen köyün alt sınırındaki orman, dağın bu yakası veya aşiretler, dinler ya da imparatorluklar gibi çok daha müphem bir yere tekabül ediyordu. İşte kapitalist sanayinin gelişimiyle iç içe ortaya çıkan modern ulus-devlet geleneksel evleri parçalayıp atarken, somut toprak fikri yerine, çok daha soyut başka bir toprağı, “vatan” fikrini kutsallaştırdı.  

Modern ulusun vatandaşları bu vatanı fiziksel olarak görmek yerine, haritalar üzerinde “kırmızı çizgilerle” çevrilmiş olarak öğrendi ve ezberledi. Bu vatanı ve fikrini ritüellerle, kolektif olarak, her gün tekrar etti; bir din gibi yaşadı ve içselleştirdi. Bir dinin duygusu nasıl camiyle, kiliseyle, ezanla, çanla, hocayla ya da büyüyle benimseniyorsa, ulusun “dinselleştirdiği” toprağa bağlılık da törenlerle, okulla, öğretmenle benimsendi. Din nasıl insandan hayvana uzanan bir yelpazede kurbanlar, adaklar istiyorsa, modern ulusun vatan için beklentileri çok daha radikal oldu. Din, Allah için kurban vermeye hazır olan Hz. İbrahim’e bir koç yollarken, ulus-devlet vatan için bizzat evlatlarını kurban etmeyi öğretti. Seküler iddiaya sahip ulus-devlet gayet dinsel bir inşayla çok güçlü bir duygu üretti; milliyetçilik bu duygunun en güçlü tezahürü oldu. 

Bu ulus-devletin ya da onun vatanının mensupları çok net bir şekilde tanımlandılar. Ülke sınırlarının ötesinde aynı dili konuşan, aynı dine inanan, hatta akraba olan insanlar bile farklı bir ulus-devlete ait olmaktan ötürü, farklı vatandaşlar olarak inşa oldular. Bu vatandaşlar her zaman pasaport, kimlik belgesi ya da sadece kendilerine ait bir numarayla “gerçek” oldular. Bu belgelere sahip olmayanlara da bir sıfat verildi: “Vatansız”… 200-300 yıl öncesine kadar olmayan bir uygulamayla, artık bir vatanla tanımlanmak “normal”, vatansız olmak “anormal” oldu. 

Vatandaşlar kendi ülkelerinden başka bir ülkeye giderken sınırları geçmek zorundaydılar. Sınırdan hem çıkarken hem de öteki tarafa girerken belgelerini, vizelerini göstermek zorundaydılar. Belgeleri göstererek yani “yasal” yolları kullanarak sınırları geçmeyenler dikenli telleri, mayınları, ellerinde silahlarla insan avı yapan nöbetçileri göze almak zorundaydılar. 

Allah’ın, tabiat ananın, yeryüzünün dağından, taşından, ovasından her zaman geçmiş olan insanlar tabii ki, dilleriyle, dinleriyle farklı olan insanların köylerinden, topraklarından ellerini kollarını sallayarak geçmediler. Tabii ki, tarihin her döneminde insanlar topraklarını, işgal etme riski taşıyanlara karşı gözleri gibi korudular. Ama insanlar hep göç ettiler; savaşlardan kaçanlar başka topraklara, iklim şartlarına uygun yaşayan göçebeler yazın yaylaya, kışın ovalara göç ettiler. Kimse onlara pasaport sormadı… 

Bu yüzden insan dediğimiz canlı türü, bütün bu hareketler sonunda, belli ırkların izleri devam etse de, sayısız katmanda melezliklere sahip oldu. Ancak modern ulus-devletin insanları, bu melezliklere rağmen, kutsallaşan soyut toprak parçasının etrafındaki kırmızı sınır çizgilerinin içinde kalan insanların ne kadar homojen olduğunu “öğrendi” ve içeridekilerin ne kadar kıymetli bir “öz”e sahip olduğu bilgisi ve daha da önemlisi duygusuyla donandı. 

Ve sınırın öte yanındakilerle bağı koptu; sınırın öte yanına geçmek istisnai bir durum oldu.  

  

Pasaportla ya da pasaportsuz dolaşmanın “normalliği”  

Sınırın öte yanına geçmek “istisnai” bir durum oldu ama sınırları aşan insan hareketleri hiç durmadı. Ulus-devletin “yasal” ya da “yasadışı” olarak adlandırdığı yollarla, zorla ya da gönüllü olarak, pasaportla ya da pasaportsuz milyonlarca insan yerlerini yurtlarını terk edip başka diyarlara gitti. Çerkesler kendi topraklarından Anadolu’ya, Ermeniler vatanlarından sökülüp şimdi Suriye adı verilen toprağın çöllerine “sürüldüler”; nüfus mübadelesi sonunda Yunanistan’daki Müslümanlar Türkiye’ye, Türkiye’deki Hıristiyanlar Yunanistan’a olmak üzere “değiş tokuş” yapıldılar; Türkler “göç anlaşması” çerçevesinde, “özel davet” üzerine Alman ekonomisine işgücü sağlamak üzere Almanya’ya “göç ettiler”; Bulgaristan’da yaşayan Türkler tehdit altındaki isimlerini korumak için Türkiye’ye “sığındılar”. Ve savaştan kaçan Suriyeliler kaçabildikleri ülkelere, Lübnan’a, Türkiye’ye, oradan nehirleri, denizleri aşıp Avrupa’ya kaçtılar. Bugün Afrika’nın kuzeyinden, ortasından, güneyinden her gün binlerce insan, yaşadıkları toprakların geri kalmışlıklarında kuşkusuz payı olan Avrupa ülkelerine sığınmaya çalışıyorlar. Gittikleri ülkeler onları sınıflandırmaya devam ediyor. Eğer pasaport, belge vs. resmiyet sağlayabiliyorlarsa “göçmen”, istenmemelerine rağmen gene de geliyorlarsa “mülteci” deniyor onlara. Ama bazı ülkelerde bu sıfatlar bile sorun teşkil ettiği için “sığınmacı” gibi başka sıfatlara da layık görülebiliyorlar.  

Bütün bunların ötesinde, bir ülke toprağından başka bir ülke toprağına hareket eden insanların pasaportunun yanı sıra bir de yüklü miktarda parası varsa, sınır kapıları kolayca açılıyor. Bazı ülkeler, açıkça reklam verip, kutsal olduğu iddia edilen “vatandaşlığını satıyor” parayla… Bazı ülke toprakları paralı “yabancıların” tatil cenneti olarak yerleştikleri yeni vatanlar haline geliyor. İşinsanlarının vizeleri çok daha kolay çıkıyor. Bazı ülkelerin vatandaşları hem ayrıldıkları hem de göç ettikleri ülkelerin vatandaşlığına sahip oluyorlar. Çalışma, emeklilik, sigorta vb. anlaşmalarla ülkeler arasında hareket süreklileşiyor.  

Modern ulus-devlet bağlamında, genel olarak vatandaşlık, vatan, soyut toprak, kırmızı çizgili harita, gözetleme kuleli, pasaportlu sınır gibi kavramları çok güçlü bir duygu eğitimiyle insanlar benimsiyorlar. Düne kadar olmayan bu kavramlar “normalleşiyor”, hatta “doğallaşıyor”. Ulusun duygusu sınırları net bir şekilde çizerken ve bu sınırların içselleştirilmesini sağlarken, ekonomik güç sahipleri için bu sınırlar gevşiyor. 

  

Ulus-devletin “ezdikleri” 

Ama ulus-devletin bu normallik-doğallık inşası kolay olmadı; hatta maliyeti çok yüksek oldu. Daha önceki geleneksel yapılara bağlı olan insanlar yeni modern ulusal kimliğini öğrenmek için zorlu sınavlardan geçtiler. Devasa bir devlet aygıtının bu kimliği ezberletme ve kabul ettirme çabası bazı kesimlerde çok derin travmatik sonuçlar yarattı. Ulus-devletin duygusal sermayesi yüklenirken, insanlar güvensiz ve tedirgin bir varoluşun içine girdiler. 

Birçok insan sosyal, ekonomik ya da kültürel olarak tek ve homojen yapının baskısı altında, asimilasyona uğrarken, sosyal adaletsizlik karşısında fazla isyankâr olmamayı öğrenirken, hâkim dinler karşısında görünmez olmak zorunda kalırken hep hüsran duygusu yaşadılar. Bu hüsran duygusuyla baş etmek ve hayatta kalmak için farklı taktikler geliştirdiler. Korku ve güvensizlikler karşısında, travmatik bir geçmişin altında “tanınmak”, “kabul görmek” için uğraştılar. Başkaları refah ve güç içinde yaşarken kıskandılar, arzu ettiler, özendiler. Aşağılandıkları bir toplumda tatmin olmak için, dipten çıkmak için yollar aradılar…  

İşte böylesine karmaşık ve ezilmiş duygu halleriyle dolu insanlar için her dönem, güçlü aktörlere karşı yönelemeyen bir öfke, toplumdaki daha zayıf aktörlere kolayca yöneldi. Zayıf aktörler için daha da zayıf aktörler “günah keçisi” olarak muhteşem bir işlev gördü. Kimsenin savunamayacağı günah keçilerini aşağılamak, onlara küfretmek, saldırmak kendini olduğundan daha güçlü görebilmek, kendine olan güveni tazeleyebilmek için güvenli bir yol oldu. Bu en zayıf yani saldırmakta beis olmayan aktörler, ülkeden ülkeye farklılık göstererek bazen Hıristiyanlar, bazen Müslümanlar ya da Ermeniler, Romanlar, Japonlar, LGBT bireyler oldu. 

İşte küresel zamanların günah keçileri de mülteciler oldu… Modern devletin inşa etmiş olduğu “ulusal duygusal sermaye” eşliğinde bu “ulusal”ın dışında kalan insanlar kolay hedef haline geldiler. Daha önce ulusal torna altında güvensizleşen, kapitalist ekonomi politikalarıyla kendi geleceği hakkında da radikal biçimde güvenini kaybeden insanlar için mülteciler, “vatandaşların” sorunlarının sebebi olarak kolayca tanımlayabildikleri ve “insanlık dışı” kategoriye indirgeyebildikleri insanlar oldular. 

Kısaca kendine güvenmeyen, dertlerinin sebebi büyük ölçüde bizzat yaşadıkları ülke ve toplum olmasına rağmen, edinmiş oldukları bilgi ve duygusal sermaye ile öfkesini kolayca boşaltabilecekleri düşmanları da her zaman öğrenmiş olan ulus-devletin vatandaşları için mülteciler kolay hedef haline geldiler.  

Oysa, zenginlerin sınırlar arasında daha kolay hareket ettiğini, başka bir ülke vatandaşının gittiği ülkede yaşayan insanlarla aynı dili ve dini paylaşabildiğini, sınır olmadığı zaman tepenin bu ya da öbür tarafında yaşayan insanların bir arada ticaret yapabildiğini, göç etmiş olan insanların göç ettikleri yerlerin refahına, sanatına katkıda bulunduğunu, göç eden insanların (zenginler dışında) yaşadıkları toprakları terk etmekten keyif almadıklarını, başkalarının çıkardığı savaşlardan kaçarken, kaçmamanın ölüm anlamına geldiğini, refah içinde yaşayan “kalkınmış” ülkelerin sömürgeciliğinin ya da sanayilerinin yarattığı çevre felaketi ve iklim krizlerinin insanları yerlerinden ettiğini düşünebilirsek “mülteciliği” de anlamak mümkün olabilir.  

Ve işin kolayına kaçıp ucuz kahramanlık yapmak ve mülteciliği kolay hedef olarak görmek yerine, tam tersine mülteciler (ya da göçmenler), içinde yaşadığımız sınırları, ulus-devletin yapaylığını, hiç normal ve doğal olmayan “dinsel” kurgusunu yeniden düşünmek için mükemmel bir fırsat sunuyor. Aynı zamanda tabii ki, sahip olduğumuz pasaportlardan daha önemli olmak üzere, “biz” denen ve azaltıla azaltıla giderek dumura uğramış kimliğimizi yeniden çoğulluk ve çeşitlilik içinde inşa etmenin fırsatını sunuyor. 

Önceki İçerik‘100 Tutsak 100 Hapishane’
Sonraki İçerikİğde çiçekleri…
Ferhat Kentel
Son olarak, kapatılan İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi olan Ferhat Kentel 1981’de ODTÜ’de işletmecilik lisans eğitimini tamamladıktan sonra 1983’te Ankara Üniversitesi SBF’den yüksek lisans ve 1989’da Paris, Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’den sosyoloji doktora derecesi aldı. 1990-1999 arasında Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü’nde, 2001-2010 arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Fransa’da Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’de ve Université de Paris I’de çeşitli dönemlerde misafir öğretim üyesi ve araştırmacı olarak bulundu. Türkiye’de ve yurtdışında çeşitli kitap ve dergilerde modernite, gündelik hayat, yeni sosyal hareketler, din, İslâmi hareketler, aydınlar, etnik cemaatler üzerine makaleleri yayımlandı. Yayınlanmış araştırma ve kitapları şunlardır: Ermenistan ve Türkiye Vatandaşları. Karşılıklı Algılama ve Diyalog Projesi (Gevorg Poghosyan ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2005; Euro-Türkler: Türkiye ile Avrupa Birliği Arasında Köprü mü Engel mi? (Ayhan Kaya ile birlikte) İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2005; Milletin bölünmez bütünlüğü: Demokratikleşme sürecinde parçalayan milliyetçilik(ler) (Meltem Ahıska ve Fırat Genç ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2007; Belgian-Turks: A Bridge, or a Breach, between Turkey and the European Union? (Ayhan Kaya ile birlikte), King Baudoin Foundation, Brüksel, 2007; Ehlileşmemek, düzleşmemek, direnmek, (Söyleşi: Esra Elmas), Hayykitap, İstanbul, 2008, Türkiye’de Ermeniler. Cemaat-Birey-Yurttaş (Füsun Üstel, Günay Göksu Özdoğan, Karin Karakaşlı ile birlikte), İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2009; Yeni Bir Dil - Yeni bir Toplum, (Söyleşi: M.Talha Çiçek, Gülçin Tunalı Koç), Bilsam yay., Malatya, 2012; “Kır Mekânının Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Dönüşümü: Modernleşen ve Kaybolan Geleneksel Mekânlar ve Anlamlar” (Murat Öztürk ile birlikte), TÜBİTAK araştırması, 2017.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz