Paydos sonrası gönülsüz çıktığımız at arabası gölgeliğinden parlayan kızgın güneşe sitemli bir bakış fırlatıp kaderimize isyan etmek üzere ansızın esen meltemle çabucak tövbekâr rençber sefası…
Öğle sonrası yükselerek kızgınlaşan güneşle verilen mücadele, kızarmış ekmek gibi zerun buğday başaklarının eğik başları, teker teker şemeg’lerin (tırpan) ağızlarından dökülen ahenkli melodileri arasında arğıne’ler boyunca emekle ve bilekle dizilirlerdi…
Arada bir Üçtepeler’den seyre daldığım Uzunyayla bozkırında elle sayılabilecek ahlat ağaçları gibi inatla tutunmaya çalıştığımız bu coğrafyada, kendi neslimden daha geriye giderek onların sıkıntılarının ne olabileceğiyle ilgili kendimce senaryolar yazardım.
Aslında alet edevat olarak kullandığımız her şey hemen hemen aynı idi.
Şemeg
Guahue
Hantze vs. vs…
Zorlandıkça kendime sorup cevap alamadıklarımı babama sorduğumda ya cevap vermezdi ya da konuyu değiştirip “konuşma, iş yap” dercesine meşguliyetini hiç bozdurmazdı.
Tüm soruları kendim sorup yine kendim cevaplamak zorundaydım.
Bozkırlar diyarına sürülüşümüzden beridir buraya tutunabilmek için verilen mücadelenin en başını kadınlar çekiyordu.
Normal şartlarda bir şey ortaya getirmeniz için elinizde bir malzeme olması gerekir. Ama yoktu.
O malzemeyi de kendiniz bulmanız, bulamıyorsanız yaratmanız gerekiyordu…
Çocuklarına en şık elbiseleri dikerken saatlerce kızgın güneş altında koyun sürülerini sağdılar.
Evlerini lüks villaları kıskandıracak şekilde donatıp yine Uzunyayla’nın göbeğinden çıkan yedeuh (beyaz kil) ile kar beyazı köyler inşa ettiler…
Elleriyle işledikleri binbir çeşit şilte örtüleriyle haşeş odalarını şenlendirdiler.
Koyun yününü eğirip ördükleri çoraplar dondurucu Uzunyayla kışlarına meydan okudu.
Yine elleriyle yaptıkları yün yorganlarda nice misafir ağırladılar.
Onlar her şeyi, ama her şeyi, tüm Çerkes yaşam tarzını yeniden yarattılar…
Güçlükle kurdukları yaşam alanlarından, ansızın çıkan savaşlara, umutla bekledikleri binlerce süvari yolladılar.
Yıllarca bekleyerek tükendiğinde umutları; hamtzey hanthups’a (çavdar çorbası) bulanmış ağıtlar yakıp kanlı gözyaşları döktüler…
Solgun bozkırın karanlıklarını tırnaklarıyla kazıyıp evlerini papatya bahçeleri gibi donattılar.
Ocaklarından çıkan büyülü tezek dumanı Almestı’yı çileden çıkarmaya yetti de arttı…
İçeride bunlar olurken dışarıda evin reisi omuzlarındaki yükün farkındaydı.
Uzun geçecek kışın öngörülemez hesabını yapmak durumundaydı.
Zira kışın ortasında samanı bitmemeli, ansızın çıkagelen atlı misafirlere de sofrasında hiç matekoey (Çerkes peyniri) eksik olmamalıydı.
Kimsenin kapısına hiçbir şey için gitmemeliydi.
Bütün bunları yapmak için güçlü bileklerinin sıkıca tuttuğu şemeg’i her daim jilet gibiydi…
Atları, besili koyunları, sağlıklı otu, yığılı samanı samanlıkta yeterli olmalıydı…
Bütün bu mücadeleyi sadece ve sadece kışı geçirebilmek için yapacaktı.
Onlar bilekleri ve yürekleriyle her temmuz Zamantı çayırlarının kancık otlarını tıraşlar gibi biçtiler.
Bir yandan dağlara sürülerle koyun saldılar.
At yılkılarını güz dağlarında otlattılar.
Yaşanmaz denen yerlerde “Wuig Hurey” (Toplu Danslar) oynayıp etraf köyleri hayretlere boğdular…
Dillerini bilmedikleri ülkenin kuruluşunda sınırlarını çizerken Çerkesçe öldüler…
Sorduğum soruların birçoğunu yine kendim cevaplarken güneşi dahi yıldırmış Bozdağ’ın ardına yollamıştım.
Sonunu gördüğümüz taşlı tarlanın artık hiç şansı yoktu.
Boylu boyunca serdiğimiz zerun hasadından yükselen toz bulutu alnımızın terinde gizliydi.
Son arğıne’nin bitişiyle omuzlara asılan tırpanların uçlarını bir sağa bir sola sallayarak yaklaşırken at arabasına; babam, kasketini çıkarıp silerken terini, son bir bakış fırlatırdı yere serilen ucu bucağı görünmez zerun başaklarına…