Tütün ve kamçı*

0
715

Savaş bitti. Bu zamana kadar orda burda acı çığlıkların eksik olmadığı köyde, arada sırada da olsa, müjde taşıyan silah sesleri yükselmeye başladı. Anavatanı özgür kılmak için canlarını ortaya koyan vatan evlatları dönüyorlardı. Eli ayağı sağlam dönen azdı: Birinin kolu kopmuş, birinin ayağı kesik, bir diğeri gözünü kaybetmiş… Ama hepsi zaferi taşıyarak geliyorlardı. Her şeyden yoksun olanlar ise Rusya düzlüklerinde toprak altında yatanlardı. 

Savaş sonrası, çok eski yıllarda da hep olduğu gibi, üretim zamanıdır. Savaşın vatanda açtığı yaralar, derinleşmeden, iyileştirilmelidir. 

Bu yılki ilkbahar, kutsal zaferle birlikte, tarlalarda yoğun çalışmayı da getirdi. Küçükten yaşlıya herkes, bir işin başına dikildi. Pulluğu tutmaya gücü yetmeyen, öküzleri yedmekteydi; çapayı tutamayan, içme suyu dağıtmaktaydı; sepet kaldıramayanlar, yere düşen mısır koçanlarını tarlada toplamaktaydı. İnsanoğlu göze göz, dişe diş, ölümüne boğazlaşırken yukarıdaki büyük Tanrı da açlığı, kuraklığı eksik etmezken şimdi dayanışmayla el ele vererek, Tanrı’nın verdiği toprağa can vermeye başladıklarını gördüğünde, o da önlerine bazı ödüller atmaya başlamıştı. Ee, Tanrı yokmuş diye nasıl dersin şimdi!.. 

O yılki kadar, sonbahar hasadı hiç böyle bol olmamıştı. Çok kişi çalıştığı halde, ürün hasadına yetişemiyorlardı. Artık kış da yüksek dağ doruklarından efelenmeye başlamıştı. Güneşle başlayan günü, karanlık ellerinden alana kadar dur durak yoktu. Dolunaydan yararlanıp hasada devam eden de eksik olmazdı. Elle toplanamayacak kadar çok oldu bu yıl mısır. Öküz arabaları yoldaydı ama tarla ortasında yığılı uzun koçanları bitirmek kolay değildi. 

Bu bol ürün hasadı, o eski anlatıyı hatıra getiriyordu… İki ortak çiftçi, yaz boyu ter döktükleri tarlayı boydan boya dolaşıp hasat ettikleri mısır koçanlarını bölüşmek üzere tarla ortasına yığmışlardı. Her ikisi de öbeğin birer başına dikilmiş ve biri diğerine seslenmişti: “Keğura, görüyor musun beni, görüyor musun?” “Görüyorum, Lagajü, görüyorum!” demişti diğeri de parmak uçlarında yükselerek öbeğe bakarken. “Bu yıl görebiliyorsun ama gelecek yıl göremeyecek kadar büyük yığını Tanrı bize nasip etsin!‘’ diye eklemişti Keğura da. 

Mısır koçanı yığınlarını bekleyip gözetmek biz çocuklara düşmüştü. Onlara uzanacak el olmazdı ama hayvanları uzak tutmalıydık. Keyifle tüm geceyi dolduruyorduk. Biz çocukların içinde yeniyetmeler de eksik değildi. Neler yapmazlardı ki? Sabaha kadar ateş yakıp taze kalmış koçanları çevirerek cevize katık ederken masal anlatıp şarkı söylüyorduk… Bu yeniyetmeler, içtikleri tütünleri ara sıra bize de tattırarak tadına alıştırdılar. Alıştık, hem de nasıl! Gündüz herkesten çekiniyor ama gece olunca tütünleri kıyıyor, tütün yaprağına sarıyor ve bitecek diye üstüne titreyerek ağzımızda tutuyorduk. Ama tütün, oğlak boynundaki çan gibidir. Ne kadar saklarsan sakla, seni ele verir. Evde, üvey annem üstüme sinmiş kokuyu almış hemen. Hiç bağışlar mıydı beni! Dün geceyi tarlada geçirip uyumak üzere eve yönelmişken babamın sesi duyuldu: 

-Gel bakayım buraya kadar!  

Ses tonundan bir sorun olduğunu anlar gibi oldum ve gücümü toparlayıp yöneldim. 

-Bu tarafa yaklaş! 

Artık ispiyonlandığımı anlamıştım. Üvey annem olmadık bir şey yaptığımda kendisi dokunmaz ama cezamı babama verdirirdi. 

-Hoh de bakayım sen, dedi sertçe. 

-Hoh, hoh, dedim ağlamaklı. O kadarı yetti. Babam ayağa fırladı ve kamçısını kaptığı gibi üstüme çaldı birkaç kez. İnsanoğlu bayağı dayanıklıymış meğer!.. 

O zamandan bu yana yetmiş yılı da geçti. İçki sofrası olur, kederli günler olur… Bir kez bile tütünü ağzıma götürmedim. Onu bırakalım, içilen yerde kokusuna bile katlanamıyorum. 

  

*Abhaz edebiyatçı Platon Bebiya’nın (1935-2021) öyküsü… 

  

Çeviri: Axba Esat Özen 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz