Daha iyi bir gazetecilik (dayanışmayla) mümkün
Pazar sabahı Şişli’deki Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’ne giderken aklımda tek bir soru vardı: Acaba salon dolacak mı?
Neticede 60-70 kişilik bir salon da olsa, kendi söküğünü dikmek konusunda belki de ülkenin en yeteneksiz mesleği olan gazetecileri ilgilendiren bir çalıştaydı yapacağımız.
Ülkenin bütün sorunlarını yüklenmiş omuzlarına kendi sorunlarını da yüklemenin fırsatını hiç bulamayan gazeteciler, pazar günlerini kendi sorunlarını konuşmak için ayıracak mıydı acaba?
Salona vardığımda tüm bu sorular yanıtını buldu. Tam da tahmin ettiğim gibi, meslektaşlarımız konu kendi sorunları olduğunda yine kayıtsız kalmıştı büyük oranda. Belki de sorunlar o kadar çok ve umut o kadar az ki, kayıtsızlıkla sorunları yok saymayı tercih ediyorlardı.
“Her gazeteci atanamamış bir edebiyatçıdır” diye bir söz duymuştum. Kim bilir belki de ben uydurdum.
Bir çalıştay haberi için kurabileceğim edebi cümleler de bu kadar olabiliyor atanamamış bir edebiyatçı olarak.
Gazeteci Dayanışma Ağı’nın 18 Eylül tarihinde düzenlediği çalıştayın başlığı “Basın Özgürlüğü’nün Türkiye Sorunu” olarak seçilmişti.
Şüphesiz çalıştayın isminin seçilmesi, İkinci Yeni şiiri gibi fiyakalı bir isminin olması isteği değildi. Türkiye’de basın özgürlüğü sorununu aşan ve dünya genelindeki basın özgürlüğü sorunu içinde başlı başına bir sorun haline gelen Türkiye’nin haline de dikkat çekmekti amaç.
Zaten çalıştayın ilk oturumunda Sosyal Medya ve Dezenformasyon Yasası olarak bilinen yasanın tartışılmaya başlamasıyla birlikte, bu ismin seçiminin ne kadar isabetli olduğu ortaya çıktı.
Bu başlıktaki oturumda gazeteci kökenli TİP Milletvekili Ahmet Şık, gazeteci-akademisyen Can Ertuna ve MLSA gönüllüsü avukat Veysel Ok konuşmacı olarak katıldı.
“Sedat Peker konuşacak, iktidar değişecek beklentisi var”
Nurcan Çalışkan’ın yönettiği oturumda, konuşmacılar ekim ayı itibariyle TBMM gündemine gelmesi beklenen Sosyal Medya ve Dezenformasyon Yasası’nın tehlikelerine dikkat çekti.
Ahmet Şık, her zaman yaptığı gibi yine sonda söyleyeceği şeyi en başta söyledi.
“Bu yasadan iyi bir şey çıkmayacağını biliyoruz. Çünkü bu iktidar iyi bir şey yapmaz” diyerek başladı söze.
Türkiye’nin yaklaşık 200 yıllık basın tarihinin baskı ve sansürlerle boğuşarak geçtiğini hatırlattı.
Ve Ahmet Şık da basının kendi sorunlarına karşı duyarsızlığına dikkat çekti. Türkiye’de kendini ‘muhalif’ olarak adlandıran ve iyi gazetecilik yapma iddiası içinde olan haber kanallarının etkinliği takip etmemesine dikkat çekti.
O anda Artı TV muhabiri Meral Danyıldız ve Bilal Meyveci’nin orada olması, çalıştığım kurumun bu konuda bir istisna olduğunu görmek tabii ki beni memnun etti.
Öte yandan Türkiye’nin dünyanın en büyük hapishanesi olduğunu hatırlattı. Hazırlanacak yasa ile vatandaşın ‘haber alma hakkı’nın da ihlal edileceğini söyledi.
Sosyal medyanın yarattığı ‘yankı odaları’ndan bahsederken, bunun yanıltıcı etkisinin sonuçlarına da değindi. Ve tabii ki kendisinden sonra konuşan neredeyse herkesin ortaklaştığı bir konuya işaret ederek Türkiye’de iyi gazetecilik yapılmadığını söyledi.
Bilgiye dayalı gazeteciliğin yerini, duygulara hitap eden bir militan gazetecilik anlayışının almaya başladığını ifade etti.
Toplumda “Sedat Peker konuşacak, iktidar değişecek” gibi bir beklentinin olduğunu, söz konusu tasarı yasalaşırsa bu tür itirafların ve ifşaların da haber yapılamayacağını belirtti.
Meslek örgütlerinin de yasa konusunda yeterli ve güçlü bir tepkiyi ortaya koyamadığından şikâyet etti.
Akademisyen ve gazeteci Can Ertuna ise çıkarılacak sosyal medya yasası ile bilginin yayılmasının engellenemeyeceğini, bilginin yeraltına ineceğini söyledi.
Basın kartının Cumhurbaşkanlığı’na bağlı bir kurum tarafından verilmesinin yanlış olduğuna bir kez daha dikkat çeken Tuna, “Gazeteciliğin ekonomi politiği önemli, iyi gazetecilik sermaye gerektiriyor” diyerek bir başka soruna da işaret etti.
MLSA gönüllüsü avukat Veysel Ok da sansür yasasının sadece gazetecileri etkileyeceği şeklindeki algının yanlış olduğuna vurgu yaptı. Sivil toplumun, kadınların ve genel olarak yurttaşların hedef alınacağını söyledi. MLSA ve benzeri, Türkiye’deki çeşitli hukuksuzluklarla ilgili rapor hazırlayan kurumların bu raporları kamuoyu ile paylaşmasının engelleneceğine dikkat çekti.
“Gazeteciler kendini işçi olarak görmüyor”
“Özlük Hakları” ile ilgili oturumda DİSK Basın İş Başkanı Faruk Eren ve Türkiye Gazeteciler Sendikası avukatlarından Ülkü Şahin konuştu. Oturuma İzel Sezer moderatörlük yaptı.
Faruk Eren’in bir tespiti, gazetecilerin yaşadıkları sorunların çözümünün neden zor hale geldiğini çok net ortaya koyuyordu.
“Gazeteciler kendilerini işçi olarak görmüyor” diyen Eren, Türkiye’de sendikalaşma oranının yüzde 14 civarında olduğunu, basın sektöründe ise bu oranın yüzde 9’lara kadar düştüğünü söyledi.
Ülkü Şahin’in verdiği bir istatistik ise Türkiye’deki basın özgürlüğü ortamını gösteriyordu. Türkiye’de her hafta 20 gazetecinin yargılandığını hatırlatan Şahin, çözüm yolunu da gösterdi.
“Gazetecilere en çok zarar veren, mesleki ve kurumlar arası rekabet. Birine zarar geldiyse, gazeteci olduğunu esas alıp mesleki dayanışmayı esas almak gerekir.”
Çalıştayın üçüncü oturumunda benim “Pis İşler Masası” dediğim masa kuruldu. Sezgin Kartal’ın moderatörlüğü yürüttüğü bu oturumda “Medyanın finansmanı” konusu tartışıldı ve masada finans konusundan hiç anlamayan, aralarında benim de olduğum üç isim vardı. Benim dışımda Gökçer Tahincioğlu ve Çağrı Sarı, medyanın bu netameli konusunda durum tespiti yapıp öneriler sundu.
Gökçer Tahincioğlu’nun en önemli vurgusu “iyi gazetecilik” oldu. Türkiye’de iyi gazetecilik yapılmadığına ve iletişim fakültelerinden mezun olanların temel gazetecilik becerilerinden yoksun şekilde mezun edildiğine dikkat çekti.
‘Foncu medya’ gibi etiketlemelerle gazetecilerin birbirini hedef göstermesinin tehlikesine dikkat çekti. Diğer konuşmacılar gibi o da iyi gazeteciliğin eksikliğini vurguladı.
Çağrı Sarı da çalıştığı kurum olan Evrensel’e uygulanan reklam ve ilan ambargosunu anlattı. Basın İlan Kurumu’nun iktidarın elinde nasıl bir sopaya dönüştüğünü örneklerle teşhir etti.
En kötü sendikanın bile örgütsüzlükten daha iyi olduğunu bir kez daha hatırlatarak gazetecilerin örgütlenmesinin önemine dikkat çekti.
Sıra bana geldiğinde söylenecek pek çok şey zaten söylenmişti. Ben de ağırlıklı olarak dijital medyadaki gelişmeleri rakamlarla ortaya koymaya çalıştım. Mesleğe başladığım yıllarda reklam pastasından yüzde 5 civarında pay alan dijital medyanın bugün yüzde 60’ını aldığını belirterek alternatif ve bağımsız yayıncılık için dijital medyanın önemine vurgu yapmaya çalıştım.
Bağımsız bir medyanın ancak yurttaşların medyanın finansmanını sağlaması ile mümkün olacağını söyledim.
Derya Kap’ın moderatörlüğünü üstlendiği son oturum ise “Medyada Etik ve Irkçılık” konusunu ele alıyordu.
İki değerli akademisyen, Süleyman İrvan ve Erkan Saka etik konusunda bir yol haritasının nasıl oluşturulabileceği konusunda önerilerde bulundular.
İrvan, “Etik ilkesine ancak bu mesleği yapanlar karar vermeli, Basın İlan Kurumu ya da RTÜK değil” dedi.
Erkan Saka ise “Irkçılığıyla övünen insanlar var. Hiçbir dönem bu kadar bariz bir şekilde bunu ifade eden yoktu. İktidarın baskısı etik dışı uygulamaların bahanesi olmaya başladı” diyerek medyada artan ırkçı söylemlere dikkat çekti.
Tüm oturumların ardından yine benim yaptığım kapanış konuşması ile çalıştay son bulurken salonda çıkan ortak fikir şuydu: Daha iyi bir gazetecilik mümkün ve bu, dayanışma ile yaratılabilir.
Gazeteci Dayanışma Ağı, bir sonraki çalıştayın gazetecilik eğitimi konusunda yapılmasını kararlaştırdı.
Belki de çalıştayın en olumlu sonucu, gazetecilerin kendi meselelerini konuşmak için de bir araya gelebileceğini göstermesi oldu.