Suat Derviş: Gölgelerin gücü adına!

0
778

Erkeklerin kendilerine ait sandıkları bir dünyada var olmaya çalışmak zorlu bir yolculuktur ve çoğu zaman o yol, karmaşıktır, engellerle doludur. İpte yürüyen cambaz becerisiyle yürüdüğün o ince topuklu ayakkabılarını ayağından çıkarır, sırf hızın kesilmesin diye elinde devam edersin yolun kalanına. Seninle yürümekten keyif alacak, yanından önüne geçmeye çalışmayacak, “Mihmandarlık erkek işidir” martavalını okumayacak sandıkların bile tek tek dökülürler o çıktığın yolda. 

Suat Derviş’in adımlarını takip ettiğimde gördüğüm hikâye de bu.  

Yol geniş. Ama erkeklerin tasarrufunda bütün kavşaklar, çıkılacak merdivenler, denize bakan ormanlar. Onlar usulca koluna girmeliler, yolu anlatmalılar, önüne çıkacak tüm tehlikelere siper olmalılar. Başka türlü yürünmez bazı yollar.  

Hal böyleyken; kendi evinin kapısı ise sonuna kadar açıktır kadının, “Gel!” der, “Sokaklar tehlikeli, buranın sultanısın sen, ne işin var tozun, kirin, tekinsiz karanlıkların içinde? Düş kuracaksan koy minderini pencerenin önüne, akşama kadar gelen geçeni izle, kur düşünü. Karışma hayata, eşitlenme dışardakiyle! Kire, pasa, çirkefe bulanma, kenafir göze değme!” 

Ne vakit bir kadın makyajını yapsa, şıkır şıkır giyinse ve evinden, bilmediği yollara doğru çıksa usulca yanına biri yanaşır; hiç yabancısı olmadığı bir adam. Der ki; denizi mi görmek istiyorsun, gir bakalım koluma! Dağları mı keşfetmeye niyet ettin, yaslan bana. Öyle güzelsin ki der adam, gözyaşını göstermelisin bana ve başını eğmelisin aşkımın karşılığında! Eğer başını eğdiremezsem tutar gölgeni çiğnerim bir çırpıda! 

Hiç bitmeyen bir mücadele! 

Erkek dünyasında var olmaya çalışan güçlü kadınların masalı… 

Bu dünyanın, hayallerin, başarıların, kalemlerin ve dahi kılıçların erkeklere ait olduğunu ilk kim fısıldadı kulağımıza? İlk kim anlattı o masalı hepimize de biz, hepimiz inanır olduk o kötü masala? Tırnağı kırılınca ağlayan çiçek kadınlar fotoğrafını kim çekti ilk? 

Nâzım’a kafa tutmuş kadın, Suat Derviş! Bir erkeğin, hem de Nâzım gibi bir erkeğin aşkına yüz vermediği için ünlenmiş biraz da. Her gördüğüm makalede, yazıda güzellenerek anlatılan bir hikâye bu, romantik sosla sunulan bir şiir “Gölgesini”. Nâzım’ı reddetmeseydi bu defa da şairin aşk listesindeki isimlerden olacak, yine adı onunla anılacaktı Suat Derviş’in. Verdiği mücadeleyi küçümsemektir bu, hatırasına ihanettir, kadınların eşit sayılma mücadelesini yok saymaktır. “Reşat Fuat Baraner’in karısı” olarak takdim edilince itiraz eden; “Ben yazar Suat Derviş’im. Kimsenin karısı olarak yâd edilemem” diyen bir kadını baştan aşağı yanlış anlamaktır. 

“Eğer acıdıkları unvan muharrir unvanıysa yook baylar! Ona ilişemezsiniz, bunu bana kimse babasının kesesinden rüşvet, iane, sadaka veya taltif makamında vermedi. On altı yaşımdan beri, tam on altı sene çalışarak onu kazandım. Hem de nasıl çalışarak. O unvan benim yegâne servetim, biricik iftiharım ve ekmeğimdir” diyen harika bir kadının mütemadiyen gölgesini çiğnetmektir. 

Lütfedilmiş aza tamah etmeye mecbur bırakılsa da bu azla yetinmeyi bilmeyen kadınlar, evlerinin yolunu unutuyor diye gölgelerini çiğneme hakkı sizin değildir. 

Hayatını o evin yolunu unutmaya, ona dayatılmış tüm duvarları yıkmaya adamış bir kadını, bir adamın karşılıksız aşkıyla anmak adil değildir. Üstelik adamın şairliği kadar yazar olan bir kadını! 

Tanzimat dönemi edebiyatını ele geçiren, dil bilen, bildikçe aydınlaştığını iddia eden, sanata gönül veren, Beyaz Türk olmayı rozet gibi yakasına iliştiren erkekler; o dönemin ünlü kadın yazarlarını literatürden, aklımızdan, antolojilerden ve ansiklopedilerden silmek için çaba harcasalar da inkâr etseler de o kadınların güçlü gölgesi bile kendi cılız ışıklarından daha güçlü geliyor günümüze. 

Yiğitliği erkeklere has sananlara inat yıllar öncesinden vakur bir edayla gülümsüyor Suat Derviş, kolu damgalı “Fosforlu Cevriye”nin annesi. Son Posta’da yayımlanan “İstanbul’un Altında Kimler Yaşıyor” yazı dizisinde “İşten el çekmiş bir yankesicinin rehberliği ile sabaha karşı şehri nasıl gezdim ve neler gördüm?” sorusunun cevabını yazmaya devam ediyor. Belli etmese de korkuyla yaptığı bu gezide polislerin dahi giremediği yerlere bir kadın gazeteci olarak giriyor; yaptığı görüşmelerde sabıkalı insanların “Korkuyor musunuz?” sorusuna “İnsan insandan korkar mı? Ben sizleri böyle ve beni, bizleri yetiştiren cemiyetten korkuyorum, sizden değil!” sözleriyle karşılık veriyor hâlâ. O karanlık, tehlikeli ara sokaklara, unutulmuş mahallelere topuklu ayakkabılarının sesini bırakıyor hatıra niyetine. 

Yetmiyor bunlar o güzel kadına; Tan’da 1937’de yayımlanan Beyoğlu serisinde “Soğuk bir kış gecesinde Beyoğlu Caddesi’nde neler görülür?” diyerek işten dönenleri, tavernaları, kabadayıların masalarını, erkeklerin masalarında zil zurna dans eden kadınları ve tenhalaşan evsizlere, sarhoşlara, seks işçisi kadınlara kalan Beyoğlu sokaklarını anlatıyor. İşte; Suat’ın fosforlusu Cevriye de böyle gecelerde doğuyor. Böylece, erkeğin kurguladığı kadın karakterden kadının kurguladığı kadın karaktere geçiliyor. Fosforlu Cevriye’yi bir erkek yazsaydı hiçbirimiz onu o kadar sevmeyecektik. Onun ele avuca sığmazlığını, ezilip büzülmezliğini beyazperdeden keyifle izlemeyecektik.  

1940’lı yılların edebiyatçılarını düşündüğümüzde Sabahattin Ali, Nâzım Hikmet, Ahmet Hamdi Tanpınar, Attilâ İlhan, Orhan Kemal gelir aklımıza. Sayılan bunca önemli ismi ve daha nicelerini bir araya toplayıp yazılarını yayımlayan Yeni Edebiyat dergisinin kurucusu Suat Derviş’i ise ancak bilenler hatırlar ki saysak birkaç elin parmağı kadardır sayıları ancak.  

Suat Derviş, kırktan fazla roman, yüzlerce öykü ve röportaj yazmasına rağmen bunların neredeyse hiçbirinin kitap haline geldiğini göremeden bu dünyadan giderken alacaklıdır.  

Hınçla çiğnenen o gölgeni severim ben senin.  

Sana, senin olmadığın yıllardan sesleniyorum şimdi ben. Sen; siyah beyaz fotoğraflardan gülümsüyorsun, ben koca bir “Hiç”e düşüyorum, “Kara Kitap”ların beyazına dönüşüyor, açtığım her sayfanın mürekkep ve kâğıt kokulu “Fosforlu Cevriye”sine benziyorum. Varlık mücadelesinin, sınıf mücadelesinin, cinsiyet mücadelesinin bayraklarını elinde tutmuş Suat Derviş’in arkasına takılıyorum, gölgesine razı oluyorum.  

Erkekler bildiğin gibi, sen gittiğinden beri değişen bir şey yok buralarda. Biz Çerkesler de aynıyız. “Kadınlar bizde çok değerlidir” cümlelerinin dallarına salıncak kuruyor, bir o yana sallıyoruz düşlerimizi, bir bu yana. Sesimiz biraz çatlasa asaletimizden, nezaketimizden ve dahi Çerkesliğimizden sual ediliyoruz. Zaten “Bizde kadınlar…” diye başlayan her cümlenin devamının hangi masallara yer, yurt olduğunu ta senin yıllarından, benim yıllarıma kadar biliyoruz.  

Kırktan fazla kitap yazdım Suat Abla, onlarca kitabın editörlüğünü, on beş, yirmi kitabınsa çevirisini yaptım. Az gittim, uz gittim diye başlayan bütün masallardaki o bir arpa boyu yolu henüz geçemedim. Kendime sığmıyorum, yaşadığım ülkeye, dünyaya, gökyüzüne sığmıyorum. Senin kadar olmasa da alacağım kalacak bu hayattan, gözüm kalacak erkeklerin görünmez tacında, hakkım kalacak inmedikleri tahtlarında. 

Velhasıl; Suat Derviş kimdir diyen olursa; dimdik duran, güzel bakan, işveli gülümseyen, dünyanın tüm yoksulluklarını, acılarını, kimsesizlerini kendine dert eden, yazan, okuyan, kalemini biledikçe yazan, yazdıkça bileyen, boyun eğmek nedir bilmeyen Çerkes bir yazardır. Benim canımdır. Onun kadın yazarlığı, bir yazarın erkek yazar olarak anılacağı günü bekler!  

Yazar yazardır, çiçek babandır! 


‘Fosforlu Cevriye’nin yaratıcısı

Avrupa’ya muhabir olarak giden ilk Türkiyeli kadın gazeteci, ilk basın sendikasının beş kurucusundan biri ve ilk başkanı, Devrimci Kadınlar Birliği’nin kurucusu, Türkiye’nin öncü gazetecilerinden ve döneminin en üretken yazarlarından olan Suat Derviş, 1905 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Ailesi ona Hatice Suat adını koydu ancak Suat erkek ismi olduğundan kayıtlara Hatice Saadet olarak geçti. 

Babası, Darülfünûn’un kurucularından kimyager Müşir Derviş Paşa’nın oğlu tıp profesörü İsmail Derviş Bey, annesi ise Abdülmecid’in mabeyncilerinden Kamil Bey’in kızı Hesna Hanım’dır.  

Çocukluk yıllarında özel eğitim alan Derviş, Kadıköy Numune Rüştiyesi’yle Bilgi Yurdu’nda öğretim hayatına devam etti.  

Çocukluğundan itibaren yazmaya ilgi duydu. Hezeyan başlıklı mensur şiirini, çocukluk arkadaşı Nâzım Hikmet 1918’de Alemdar gazetesinin edebiyat ekine göndererek yayımlattı. Bu, onun yayımlanan ilk eseridir. Henüz çocuk yaşta olan Suat Derviş, edebiyat dünyasına Mehmet Rauf tarafından “hassas bir ruha sahip ve olgun bir müellifin habercisi” olarak tanıtıldı.  

Konservatuvar eğitimi için ablasıyla birlikte Almanya’ya giderek piyano dersleri almaya başladı ve edebiyat fakültesine yazılarak felsefe derslerine yöneldi. Konservatuvar eğitimini bırakıp Almanya’daki çeşitli dergi ve gazetelerde yazmaya başladı. 

1932 yılında Türkiye’ye döndükten sonra Vatan, Son Posta, Gece Postası, Cumhuriyet gibi gazetelerde röportaj ve romanları yayımlandı. Babıali’nin erkek dünyasında bir kadın gazeteci-yazar olarak var olma mücadelesi Suat’ın o yıllarda feminizm anlayışını da geliştirir. Dönemin birçok yazar ve gazetecisinin anılarında bakımlı olmayı hiçbir zaman ihmal etmeyen Suat’ın gazete binasına girdiğinde topuklu ayakkabılarının sesi ve özgüvenli duruşuyla çok dikkat çektiği söylenir. O yıllardaki bazı eleştirilere cevap niteliğinde yazdığı “1936 Modeli Gençler ve Zavallı Peyami Safa” başlıklı risalesi ise feminizm anlayışını müthiş bir şekilde anlatmaktadır: “Evet baylar. Ben kadınım, ben kadın olmaktan utanmıyorum. Eğer tabiat beni erkek de yaratmış olsaydı, ondan da utanmazdım. Benim için gaye erkek ya da kadın olmak değil; evvela insan olmaktır.” 

1940-1941 yılları arasında Yeni Edebiyat Dergisi’ni yayımladı ve bu dergide kısa öyküler, fıkra ve eleştiriler kaleme aldı.  

1943-53 yılları arasında 16 roman yazdı.  

1944 tutuklamaları sırasında eşi Reşat Fuat Baraner’i sakladığı ve Türkiye Komünist Partisi’ne katıldığı gerekçesi ile yargılandı, bir yıl hapse mahkûm edildi.  

1953-1961 yılları arasında Fransa’da yaşadı. 23 Temmuz 1972 tarihinde İstanbul’da hayatını kaybetti. 

Yazarlığının en bilinen eseri, yazar Liz Behmoaras’ın “İnsanlıktan, dürüstlükten, aşktan ve ölümüne fedakârlıktan söz eden küçük bir başyapıt” olarak yorumladığı, daha sonra sinema filmine ve hatta müzikale de uyarlanan Fosforlu Cevriye olur. 

  

Eserleri 

Roman 

Kara Kitap (1921), 

Ne Bir Ses Ne Bir Nefes (1923) 

Hiçbiri (1923) 

Ahmed Ferdi (1923) 

Behire’nin Talibleri (1923) 

Fatma’nın Günahı (1924) 

Ben mi (1924) 

Buhran Gecesi (1924) 

Gönül Gibi (1928) 

Emine (1931) 

Hiç (1939) 

Çılgın Gibi (1934) 

Yalının Gölgesi (1958) 

Fosforlu Cevriye (1968) 

Ankara Mahpusu (1968, ilk olarak 1957’de Paris’te Fransızca) 

  

İnceleme 

Niçin Sovyetler Birliği’nin Dostuyum? (1944, İstanbul, Arkadaş Matbaası, 64 sayfa)


Efsane kadının hikâyesi

İlk kez 2008’de yayımlanmasının ardından ikinci baskısı 2017 yılında yapılan, Liz Behmoaras’ın “Suat Derviş: Efsane Bir Kadın ve Dönemi” adlı kitabı, yenilenmiş ve zenginleştirilmiş içeriğiyle üçüncü baskısını İthaki Yayınları etiketiyle yaptı.  

Behmoaras, kitabın hazırlık süreci için şu ifadeleri kullanıyor: “Hayat öyküsünde beni etkileyen yanlar pek çok sayıda. Gazeteci olarak atılganlığı, cesareti ve Türk toplumunun sorunlarına eğilişi; romancı olarak çalışkanlığı, üretkenliği, yazma yeteneğini ideolojisinin hizmetine sunuşu, genelde döneminin çok ilerisinde düşünüp hareket edişi ve ailesiyle hiç kopmayacak güçte bağlar oluşturması… 

Suat Derviş biyografisi için bir yandan araştırıp okumaya, bir yandan da bir yazı taslağı oluşturmaya başladığım anki sevinci, heyecanı, beynimde tavan yapan adrenalin dozunu dünmüş gibi hatırlıyorum. Çalışarak, üreterek, yaratarak ama aynı zamanda eğlenerek, sevip sevilerek, bol bol gülüp bir o kadar ağlayarak sürülmüş, acı ve yenilgilerin mutluluklar ve başarılarla adeta el ele verdiği bu yaşam hikâyesini kaleme almakla müthiş bir serüvene atıldığımı baştan hissetmiştim.” 

  

Tanıtım yazısı 

Aristokrat bir Osmanlı ailesinin kızı, Osmanlı Devleti’nin son, Cumhuriyet’in ilk yıllarının en önemli kadın gazetecilerinden… 

Romanları beğenilip birçok yabancı dile çevrilen Türk yazarı ve dillere destan Fosforlu Cevriye’nin yaratıcısı… 

Nâzım Hikmet’in ilk aşkı, Türkiye Komünist Partisi Teşkilat Sekreteri Reşat Fuat Baraner’in eşi, kendisi de parti içinde faal bir militan, birkaç kere evlenmiş, güzel ve ‘çapkın’ bir kadın… 

Bunlardan daha çok hangisiydi Suat Derviş? 

Son Osmanlı aydınlarından hümanist Suat Derviş, Cumhuriyet’ten sonra, ideallerini ancak solda gerçekleştireceğine inanmış bir kadındır. Ancak, hiçbir ideolojiye, hiçbir akıma, hiçbir sınıfa tamamıyla hapsolmayı kabul etmeyecek kadar bağımsız ve bunun bedelini sonuna kadar ödemeyi göze alacak kadar da cesurdur… 

Bu kitap, onun hikâyesi… 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz