‘’Çabuk gelin ama‘’ dediler,
Birazdan geleceklerinden emin, kısa boylu hafif tombulca genç kıza uzattılar ellerini.
Babaları gülümsedi çocuklarına. İlk kez ve sımsıkı sarılmak gelse de içinden, yapamadı. Sadece mırıldandı: ‘’Wuzınççeuw wuşet… Tham yı’ome tızerelheğun. ‘’
Birden telaşlandı. Belliydi aklına bir şey geldiği. ‘’Bir dakika!‘’ der gibi bir işaret yaptı, yanına alabildiği bohçaya daldırdı elini. Kısa bir aramadan sonra o küçük sedef kakma kutuyu bulup çıkardı, açtı kapağını. İçinden bir sicime geçirilmiş, üzerinde aile damgası bulunan küçük deri parçasını aldı, Jan’a yaklaştı, boynuna astı, hafifçe sıktı omzunu, yine içinden sımsıkı sarılmak geldi, yine yapamadı.
‘’Bohçalanmış ömürlerden Jan’ın boynundaki deri parçası kaldı geriye.’’
Kuğay, limandan etrafı dikenli tellerle çevrili, sapsarı boyalı ‘’ilk karantina binasına’’ götürülürken, Gupse ve Jan’ı kadınların geçtiği bölmenin çıkışında yüksekçe bir yere oturttular. Kimi ağlayan, kimi kocaman güzel gözleriyle bakınan, bazıları uyuyup kalan başka çocuklar da vardı. Tadı değişik bir şey verdiler ellerine. Önce ne olduğunu anlamaya çalıştı iki kardeş, küçük bir ısırık aldılar, sonra yüzlerini buruşturarak devam ettiler yemeye.
Beyaz elbiseli kadınlardan biri gelip, burnunu sildi Jan’ın, ikisinin de başlarını okşadı, gülümseyerek, kaşını gözünü oynatarak, dudaklarını buruşturarak bazı sesler çıkardı. İlk karşılık veren yine Jan’dı.
Fatımet Guaşe’nin göz bebekleri, Kuğay ve Goşenay’ın canlarından öte evlâtları Gupse ve Jan, bükülmüş pembe dudakları, vicdan sahiplerinin içlerine işleyecek derin iç çekişler ve akla durgunluk veren bir teslimiyetle, her zaman olduğu gibi elele, gözleri yolda öylece oturup beklemeye başladılar, yürekleri pır pır, gelip onları alacak anne ve babalarını.
Bir kadın koşup minnetle kucakladı diğer çocuklardan birini.
Gupse ve Jan birbirlerine sarılıp, ağırbaşlı bir heyecan ve umutla beklediler sıralarını. Jan da, bir ara ablasının omzuna koyup başını uyuyakaldı.
Beklediler, beklediler, beklediler…
Hava karardı…
Gelen olmadı…
Kuğay, karantinada geçen birkaç günden sonra Goşenay’ın ardı sıra gidince ve iki kapı açılınca iki isimsiz mezardan yıldızların fısıldaşıp cilveleştiği samanyoluna, önce onlara sahip çıkacak birinci dereceden akrabaları aranan iki köylülerinin dışında kimse çıkmayınca, uyurken bile ayrılmayan, görenlerin ‘’Allah sizi ayırmasın!‘’ diye reddedilmiş dualar ettiği Gupse ve Jan, anasız babasız kalan diğer kardeşleri gibi, önce sürgün çocuklar için kurulan geçici yetimhaneye gönderildiler.
Sonra merhamet sahiplerinin yüreklerini dağlayan haykırışlarla birbirlerinden koparılarak, küçücük adımlarıyla, bir daha asla buluşmamak üzere, arkalarına baka baka, kaderin kendilerine layık gördüğü bir hayata doğru yola koyuldular.
Evlatlık verilen Gupse, Samsun’da kaldı.
Jan İstanbul’daki bir yetimhaneye yollandı.
(……)
Samsun’da yüksek duvarlarla çevrili bir avlu içindeki iki katlı, bir kısmı sarmaşıklarla kaplı, gösterişli olmasına gösterişli, ama baktığınızda içinizi karartan evde, kulakları tırmalayacak, asap bozacak derecede tiz bir ses yükseldi.
‘’Kız Zehraaa!’’ diye haykırdı bir kadın ‘’Nerede kaldı kız bizim kahveler? Miskin!’’
Zehra, elinde pirinç kahve tepsisi, üzerinde mahfazalı iki fincan, iki bardak su, bir tabakta üç-beş damla sakızlı lokum, kuğu gibi süzülerek girdi yüksek tavanlı, üç tarafı sedirle çevrili, ortada bakır bir mangal yanan odaya.
Dal gibi incecikti. Bal rengiydi gözleri. Özensiz, kısacık kesilmiş saçları, uzun olsaydı eğer belli ki salınacaktı dalga dalga.
(……)
Rüyasında karlı dağlar görürdü Zehra! Yaşlı bir kadının içini ısıtan bir ocağın yanı başında, beline kadar, dalgalı saçlarını ördüğünü de görürdü arada bir.
Gece gibi kapkara bir at üzerinde heybetli bir adam, hafifçe tebessüm eder gelip geçerdi nadiren gözlerinin önünden.
Mütebessim bir çocuk sımsıkı tutardı ellerini bazen.
Denizi görmek bile istemez, gök gürültüsünden çok korkar, iki büklüm olur, yamalı yorganını çekerdi başına. Yaz-kış fark etmezdi, hep üşürdü.
Üzüldüğü zamanlarda, hıçkırıklar arasında, nasıl öğrendiğini hatırlayamadığı, anlamını bilmediği, hep Emine Hanım’ın buyruklarıyla yarım kalan bir şarkı tuttururdu.
Wua Hurama hurama…
Hoy hoy..!
Hurama tok..!
Hooy hooy..!
Tokmakır Ziaşe..!
Ziaşe rille..!
Hooy hooy..!
Wua şı kare şıkare…
Kaderi yazılmıştı.
Kuğay ile Goşenay’ın baş tacı kızları Gupse, çok iyi hatırladığı Jan’ın nerede olduğunu bilmeden, bir kez daha sarılamadan kardeşine, hiç ama hiç bitmeyecek bir özlemin pençesinde tamamlayacaktı mahkûmiyetini.
Açıklama: “On dokuzuncu yüzyılda ‘’evlatlık’’ terimi çoğunlukla hizmetinden yararlanmak üzere eve alınan kız çocuğu için kullanılmıştır. Bu uygulamalar, köleciliği ‘resmen’ ortadan kaldırabilmek için evlatlık alma uygulamasının bilinçli bir devlet politikası olarak teşvik edildiğini göstermektedir. Böylece ev içi köleciliği eleştirilerden uzak bir biçime dönüşerek kısmen de olsa varlığını sürdürebilmiştir.” (Ferhunde Özbay, Türkiye’de Evlatlık Kurumu: Köle mi Evlat mı? )