Bu yazımda, Türkiye Cumhuriyeti, 2023’te yeni bir yüzyıla girerken, Adigeleri (Çerkesleri) kendi geçmişlerinde, kuşaklar bazında bir ayna tutmak ve onlar hakkında kısa değerlendirmeler yapmak istedim.
Bilmiyorum okuyanlarınız var mıdır, rahmetli Sezai Karakoç’un Masal şiirini? Tahmin ediyorum ki birçokları bu şiiri okumamıştır. Bu yazımı okuduktan sonra bir de Karakoç’un Masal şiirini okumanızı tavsiye ederim. “Öz”den kopmanın nasıl bittiğini göreceksiniz. O ana fikir, bireyler kadar toplumlar için de geçerlidir. Şiiri okuduğunuz zaman, benim ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır. Ancak anlatacaklarım ile şiirin anlatısı arasındaki fark şu: Bizim atalarımız Masal şiirindeki bir babanın yedi oğlu gibi kendi istekleriyle yurtlarını terk ederek bir yerleri keşfe çıkmadılar. Kafkasya’da yaşayan halklar, vatanlarını kendi istekleri ile terk ederek yollara dökülmediler. Onların yolculuğu ne Yemen’in Huş şehri yollarına at sürmek ne Golan tepelerinde nöbet tutmak ne de Anadolu’da nüfus dengelemek için idi. Boğazın eşsiz manzarasını seyre dalıp kahve höpürdetmek, Ege’nin ve Akdeniz’in mavi sularında kulaç atmak hiç değildi. Kimilerinin söylediği gibi, Halife’nin ülkesinde yaşamak gibi bir dertleri de yoktu. Böylesi bir arzu için bir milletin, topyekûn ülkesini terk etmiş olacağını söylemek ise tamamen bir bühtan olsa gerek. Masalda, Doğu’daki bir babanın Batı’ya gidişi bir hayranlık sonucu iken Adigelerin ve diğer tüm Kafkasya halklarının Osmanlı’ya gelişleri, onların yaşadıkları ülkenin bütünüyle işgali ve milletlerin topyekûn derdest edilmesi sonucu idi.
Benim gibi 1950’li yıllarda dünyaya gelmiş olan kuşak, anavatan Xeku’da* 1840’lı -50’li yıllarda dünyaya gelip çocuk yaşlarda yurdundan sürgün edilmiş babaların, diasporada dünyaya gelmiş dördüncü kuşak çocukları, diasporanın o ilk çocuklarını hatırlamasalar bile, ikinci kuşak insanların birçoğunu hatırlayacaklardır. Günümüzde üçüncü kuşak tükenmekte olsa bile, kalanlara Allah sağlıklı ömür versin, bu kuşaktan hâlâ yaşayanlar vardır. Demek oluyor ki dördüncü kuşak insanlar, ikinci ve üçüncü kuşak insanları tanıdıkları gibi aynı zamanda beşinci ve altıncı kuşak insanlar ile de tanışıklar. Biraz az, biraz çok, çoğumuzun hikâyesi buna benziyor.
Dünyanın çeşitli ülkelerine savrulmuş olan insanlarımız, anayurtlarını terk etmelerinden sonra, orada kalanlarımızın akıbetlerinden uzun yıllar sağlıklı haber alamadı. Anayurtta kalanlar da diasporadaki insanları hakkında, hiçbir zaman sağlıklı haberler alamadılar. Bilgiler ulaşsa bile ne doyurucu idi ne de sağlıklı… Hepsi çarşamba akşamları kısa dalga yayın yapan bizim radyo ya da Ürdün’den yayın yapan radyo haberlerinden ibaretti.
Tarihi yaşanmışlıkları bilmeden geleceği planlamak sağlıklı olamayacaktır. Sürgün öncesinde, 19.yy’ı vatan savunmasıyla geçirmiş olan Adigeler, bir nebze olsun nefes alıp sanayileşme adına bir adım atamadılar. Bana öyle geliyor ki günümüz dijital çağda da aynı durumu bir kez daha yaşıyoruz. Bu zamanda tüm imkânları zorlayarak milli değerlerimizi dijitale aktarmak zorunda olduğumuz asla unutulmamalıdır. Aksi halde dünyanın çeşitli metropol şehirlerinin sokaklarında kaybolup gitmek kaçınılmaz olacaktır. Bunu yaşamamak adına diasporada geçirdiğimiz bir buçuk asrın kuşaklar bazında kısa bir değerlendirmesini yapmanın geleceğimiz adına faydalı olacağı kanısındayım. Yazının tamamını okuduğunuzda, toplumların var olmasında, kültürün aktarımı ve bir dilin yaşatılmasının ne denli önemli olduğunu birinci – altıncı kuşak arasındaki değişim üzerinden fark edeceksiniz. Milletlerin hayatında yüz elli, yüz altmış yılın, sanıldığı kadar çok da uzun olmadığı da bir gerçektir.
Yüz altmış yıl, altı kuşak
Birinci kuşak, yüz yıl süren vatan savunmasında büyük bedeller ödemiş olmasına rağmen savaşı kaybetti. Milletçe yurdundan sürgün edildi. Açlık, susuzluk, yoksulluk, hastalık, yol-yordam bilmemezlik, tekrar göçler, acılar, gözyaşları, yine savaşlar ve ölümler… Ne kadar acı varsa her birini yaşadı, hepsiyle boğuştu ama ayakta kalmasını bildi ve hayata tutundu. Burada, her şeye rağmen devletin ve ekmeğini muhacirlerle paylaşan Anadolu insanının yardım elinin de katkısı büyük olmuştur. Bunu Çerkeslere tahsis edilen iaşelerden, saray eşrafının kendi aralarında paralar toplayarak yetim çocuklara yardım etmelerinden, yerleşimciler için görevlendirilen kaymakamların Çerkesçe biliyor olanlardan seçilmelerinden, örneğin Çorum’da halkın muhacirler için yardım toplamalarından biliyoruz. Hepsini şükranla anmalıyım. Bu kuşak aynı zamanda Plevne’de cephedeydi. Ardından bir kez daha tehcir oldu Balkanlar’dan. Bu kuşak, muhaceretin tüm kahredici zorluklarına rağmen xabze kurallarını işletti ve kendisi olarak kalmak istedi, kendisi kaldı. Kendisi olarak gurbette kaybolmadan ömrünü tamamladı.
İkinci kuşak, muhacerette doğdu. Vatanın yetimleri, gurbetin çocukları. Yarasına tuz bastı, tuza ekmek bandı, karnına taş bağladı. Acılarını yutkundu, aklının erdiği ama gücünün yetmediği çok şeye şahit oldu. Nefesi boğazına tıkandı, kimseye dert yanmadı. Buna rağmen isteyene su verdi, ekmek verdi, emek verdi, yeri geldi can verdi. Borçlu gitmek istemedi dünyadan, bedel ödedi kendince. İki dünya savaşına şahit oldu. Yemen oldu, Filistin oldu, Hicaz oldu, Suriye oldu, Sarıkamış oldu, Çanakkale’de 57. Alay oldu. Dahası, tarih oldu. Allah, onları şehit, gazi, kahraman yazdı ama adlarını dahi bir türlü tarih yazmadı. Küsmedi, kızmadı ama kırılmadı değil; yüreği incindi belki ama gönlü hep lâl kaldı. Sayısı eksildi, onuru eksilmedi. At bindi, çifte koştu, ekin ekti, harman savurdu. Hane sahibi oldu, ocak tüttürdü. Haçeşler yaptı Roma’nın meclisine meydan okudu. Yeri geldi medrese yaptı, ilim öğrendi. Yeri geldi otel gibi, yeri geldi aşevi gibi, yetimhane gibi kullandı. Hep direndi, boy boyladı, soy soyladı; dirildi, hayata tutundu. Xabze yasalarını işletti ve kendisi olarak kalmak istedi, kendisi kaldı.
Üçüncü kuşak, önceki kuşaktan kalan mirası sürdürdü. Daha çok çalıştı, daha… daha… daha… Hep çalıştı. Sabahlara kadar hayvanlarını doyurdu, akşamlara kadar kara sabanla, pullukla toprak devirdi; ekin ekti, orakla biçti, düven sürdü, harman dövdü. Zaman geldi; yaptığı basit, yığma taş evler yetmez oldu. Herkes gibi çocuklarından kimini gönderdi gurbete çalışsın diye, kimini verdi emanete okusun diye. Her nedense hep bir yanı eksik, hep bir tarafı delik, hep bir tarafı kısa kaldı. Dünya yorgun, ülke yorgun, insanlar yorgundu. Bu kuşak etti eyledi, derdi derledi ilk kez makinayla tanıştı; traktöre merhaba dedi. Çarıktan kara lastiğe terfi etti. Çok şeydi, çünkü çok çalıştı. Ama olsun, babaları gibi xabze yasalarını işletti ve kendisi olarak kalmak istedi, kendisi kaldı.
Dördüncü kuşak yoğun bir şekilde şehir hayatıyla tanıştı. Yarı gaz, yarı elektrik; yarı at, yarı murat; yarı han, yarı otel… Yarı şehirli olma, yarı köy özlemi. Bu kuşak ilk kez başkalarıyla tanıştı şehrin sokaklarında. Sokaklar ne masumdu ne de adil. Alışık değildi öyle ulu orta bağırmalara, çağırmalara. Olup biteni anlayamadı ilkin. 1968’in dünyayı saran sağlı-sollu siyasi akımları şehrin sokaklarını, ailelerin üyelerini ayrıştırdı, yüreklere gelip yerleşti. Bu hal, her toplum gibi bir zamanlar Birleşik Kafkasya sevdasının yekvücut olan tehcir çocuklarını da etkiledi. Kimi kuzeydoğudan esen kararlı poyrazın sertliğine öykündü, kimi de lodosun ılıman havasına kandı. Rahmetli Cemil Meriç’in “İzmler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleridir” demiş ya, çokları o gömlekleri pek sevdi (Bu Ülke, s.92). Her yanımızdan esen bu rüzgârlar, o günlere kadarki tüm kuşakların sığınağı olan xabze ve bze (Adigelerin sosyal hayat tarzları ve dil) duvarına çarpmak zorunda kaldı. Süreç az hasarla atlatıldı. Halkın umut bağladığı kimi okumuşlar ise, bir babanın yedi oğlu gibi şehrin sokaklarında kaybolmuşlar; ne xabze’nin sosyolojik olarak medeniyet anlamına geldiğini anladılar ne de bze’nin (dil) bir milletin son kalesi olduğunu idrak ettiler. Tarih ise henüz yazılmamıştı zaten(!). Sadece devraldıkları bir mirasın keyfini bilinçsizce çıkardılar.
Herkesin maruz kaldığı darbelerin ikincisine ve üçüncüsüne peş peşe tanık oldu bu kuşak. Kendisini beşinci kuşağa bağlayacak olan ana dili, 1980 darbesi, zincirin halkasını ortadan ikiye böldü. Toplumları, kültürleri, izm’leri… Kendisinden gayrı ne varsa hepsini silindir gibi ezip geçiren bu kodlanmış robotik akımın – darbe anayasası gibi – olumsuz etkileri hala devam etmektedir. Bu kuşak dil, tarih, kültür mirasını ulaştırmakta yetersiz olmuştur. Haliyle beşinci kuşak en hareketli kuşak olmasına rağmen zincirin en zayıf halkası durumundadır. Birinci ve ikinci şehirli kuşağın etkin ve yetkin yapısına bu kuşakta pek rastlamıyoruz.
Beşinci kuşağın modern çağda kültürel mirasın en güçlü taşıyıcısı olması gerekiyor. Niyeti reddi miras yapmak olmasa da öteden beri süregelen kültürel birikimden en mahrum kalan ilk kuşak bunlar olmuştur. Çünkü beşinci kuşak için yukarıda kısmen değindiğimiz ve çeşitli nedenlerden dolayı da yeterince değinmediğim dördüncü kuşak tarafından yeterli, doyurucu bir kültürel aktarım yapamadı. Ana dili aktarımını ise kendi doğal akışı içinde, tahminen %90 oranında başaramamıştır. Bu demektir ki altıncı kuşak, %100’e yakın herhangi bir aktarım alamayacak.
Bu dezavantajın bir şekilde avantaja çevrilmesi bir zorunluluktur. Bunun aksine bu kuşak, olabildiğince değişen ve gelişen dünyanın nimetlerinden her kuşaktan çok yararlanmaktadır. Bu yarar toplumsal bir fayda olmaktan çok, bireysel ve global kazanımlar niteliğindedir. Bunun milli kimlik nezdinde bir karşılığının olduğunu pek söylenemez.
Mesleğinde başarılı, birkaç dil bilen, kalifiye, yetişmiş bir kuşağın milli hassasiyetleri her ne olursa olsun, var olma arzuları önceki kuşaklardan az değildir. Ancak bunun eyleme geçme oranı ise oldukça düşüktür. Bu kuşak günümüzün bütün imkânlarına karşın anadiline düşen emek payı, olması gerekenin çok altındadır. Oysa bu kuşak tem kendisini tamir etmeli hem de altıncı kuşağa sahip çıkmalıdır.
Ülkemizde genç kuşakların hiçbir dönemde olmadıkları kadar birbirlerine karşı daha saygılı ve daha hakkaniyetli oldukları kanısındayım. Bu, her kesim için ve özellikle ülkemiz adına büyük bir kazanımdır.
Ülkemizin çeşitli ülkeler ve özellikle komşu ülkelerle olan olumlu ilişkileri, Adige (Çerkes) nüfusunun yoğun olarak yaşadığı ülkelerde de olumlu yansımaları olacaktır. Onun için tüm insanlar ve özellikle tüm STK’lar güçleri oranında, devlet – halk – siyaset arasındaki iletişimde yapıcı lokomotif rolü üstlenmelidir. Adigecenin zayıflaması, Adigelerin diğer ülkelerdeki hemşerileriyle olan ilişkilerini de zayıflatacaktır. Çünkü aynı dili konuşuyor olmanın verdiği güven etkisi hepsinden daha yüksektir. Bu nedenle beşinci kuşak global nitelikler kazanırken milli değerleri kuşanmalı ve bunu akıllıca yönetmelidir. Beşinci kuşak şu an sahip olduğu değerleri kendi içinde değerlendirmeli, güç birliği yaparak, gelmekte olan altıncı kuşak yani kendi çocukları için tüm imkânlarını seferber etmelidir. Bunu sadece kişisel bir kazanım olarak değil milli bir hareket olarak görmelidir. Hareketin başarısını altıncı kuşak, yani kendi çocuklarının durumu gösterecektir. Bugün ilköğretim çağında olan bu altıncı kuşak asla feda edilmemelidir.
Beşinci kuşak artık kendi yolunu çizebilecek ergin insanlardan oluştuğuna göre kimliğin inşasında önce kendinden başlaması gerektiğini bilecek durumdadır. Hem kendisi hem de çocukları için STK’ları da zorlayarak ana dilini öğrenme seferberliğine girmelidir.
Kimse durduk yere mucizeler beklemesin. Kendiniz olduğunuz sürece özgür, kendiniz olduğunuz sürece değerlisiniz. Herkes dili istediği düzeye kadar öğrenebilir; ancak bahanelerle kendinize ait olan ana dili, tarih ve kültür için herhangi bir gayretiniz yok ise acilen kendinizi hesaba çekmelisiniz. Bugün her kim dünyanın neresinde yaşıyor olursa olsun, metropol şehirlerde, erimeden kimliğini korumak istiyorsa bunun en verimli yöntemi uydu üzerinden kendi sanal dünyasını kurmaktır. Yani uyduda mahalleler, koloniler inşa etmek… Bu kuşak bunu başaracak donanımdadır. Yöntemini de kendisi bulacaktır, bulmalıdır. Eğer bu toplum bunu başaramazsa, altıncı kuşak size ait olmayan bir kuşak olacaktır.
O zaman bir şafak vakti, en büyük şehrin en büyük meydanında, kendinize dönüşmeniz için tanrıya yakarsanız da pişmanlık duyup en büyük çukuru kazarak kendinizi gömseniz de asla öze dönüşünüz olmayacaktır. Öyleyse keşfe çıkın ve kendinizden başlayın; özgür olun ve özgür kalın.
Her ümmet için belirli bir süre vardır; vakitleri dolunca ne bir saat gecikebilir ne de öne geçebilirler (Araf:34). Zamanını bilmediğimiz bu sürenin, toplumların hak edişine bağlı olduğu kanısındayım.
*Adigelerin anayurdu tüm Adige topraklarının kendi dilindeki genel adı.