Keşfe çıkmak

4
964

Bu yazımda, Türkiye Cumhuriyeti, 2023’te yeni bir yüzyıla girerken, Adigeleri (Çerkesleri) kendi geçmişlerinde, kuşaklar bazında bir ayna tutmak ve onlar hakkında kısa değerlendirmeler yapmak istedim. 

Bilmiyorum okuyanlarınız var mıdır, rahmetli Sezai Karakoç’un Masal şiirini? Tahmin ediyorum ki birçokları bu şiiri okumamıştır. Bu yazımı okuduktan sonra bir de Karakoç’un Masal şiirini okumanızı tavsiye ederim. “Öz”den kopmanın nasıl bittiğini göreceksiniz. O ana fikir, bireyler kadar toplumlar için de geçerlidir. Şiiri okuduğunuz zaman, benim ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır. Ancak anlatacaklarım ile şiirin anlatısı arasındaki fark şu: Bizim atalarımız Masal şiirindeki bir babanın yedi oğlu gibi kendi istekleriyle yurtlarını terk ederek bir yerleri keşfe çıkmadılar. Kafkasya’da yaşayan halklar, vatanlarını kendi istekleri ile terk ederek yollara dökülmediler. Onların yolculuğu ne Yemen’in Huş şehri yollarına at sürmek ne Golan tepelerinde nöbet tutmak ne de Anadolu’da nüfus dengelemek için idi. Boğazın eşsiz manzarasını seyre dalıp kahve höpürdetmek, Ege’nin ve Akdeniz’in mavi sularında kulaç atmak hiç değildi. Kimilerinin söylediği gibi, Halife’nin ülkesinde yaşamak gibi bir dertleri de yoktu. Böylesi bir arzu için bir milletin, topyekûn ülkesini terk etmiş olacağını söylemek ise tamamen bir bühtan olsa gerek. Masalda, Doğu’daki bir babanın Batı’ya gidişi bir hayranlık sonucu iken Adigelerin ve diğer tüm Kafkasya halklarının Osmanlı’ya gelişleri, onların yaşadıkları ülkenin bütünüyle işgali ve milletlerin topyekûn derdest edilmesi sonucu idi. 

Benim gibi 1950’li yıllarda dünyaya gelmiş olan kuşak, anavatan Xeku’da* 1840’lı -50’li yıllarda dünyaya gelip çocuk yaşlarda yurdundan sürgün edilmiş babaların, diasporada dünyaya gelmiş dördüncü kuşak çocukları, diasporanın o ilk çocuklarını hatırlamasalar bile, ikinci kuşak insanların birçoğunu hatırlayacaklardır. Günümüzde üçüncü kuşak tükenmekte olsa bile, kalanlara Allah sağlıklı ömür versin, bu kuşaktan hâlâ yaşayanlar vardır. Demek oluyor ki dördüncü kuşak insanlar, ikinci ve üçüncü kuşak insanları tanıdıkları gibi aynı zamanda beşinci ve altıncı kuşak insanlar ile de tanışıklar. Biraz az, biraz çok, çoğumuzun hikâyesi buna benziyor. 

Dünyanın çeşitli ülkelerine savrulmuş olan insanlarımız, anayurtlarını terk etmelerinden sonra, orada kalanlarımızın akıbetlerinden uzun yıllar sağlıklı haber alamadı. Anayurtta kalanlar da diasporadaki insanları hakkında, hiçbir zaman sağlıklı haberler alamadılar. Bilgiler ulaşsa bile ne doyurucu idi ne de sağlıklı… Hepsi çarşamba akşamları kısa dalga yayın yapan bizim radyo ya da Ürdün’den yayın yapan radyo haberlerinden ibaretti. 

Tarihi yaşanmışlıkları bilmeden geleceği planlamak sağlıklı olamayacaktır. Sürgün öncesinde, 19.yy’ı vatan savunmasıyla geçirmiş olan Adigeler, bir nebze olsun nefes alıp sanayileşme adına bir adım atamadılar. Bana öyle geliyor ki günümüz dijital çağda da aynı durumu bir kez daha yaşıyoruz. Bu zamanda tüm imkânları zorlayarak milli değerlerimizi dijitale aktarmak zorunda olduğumuz asla unutulmamalıdır. Aksi halde dünyanın çeşitli metropol şehirlerinin sokaklarında kaybolup gitmek kaçınılmaz olacaktır. Bunu yaşamamak adına diasporada geçirdiğimiz bir buçuk asrın kuşaklar bazında kısa bir değerlendirmesini yapmanın geleceğimiz adına faydalı olacağı kanısındayım. Yazının tamamını okuduğunuzda, toplumların var olmasında, kültürün aktarımı ve bir dilin yaşatılmasının ne denli önemli olduğunu birinci – altıncı kuşak arasındaki değişim üzerinden fark edeceksiniz. Milletlerin hayatında yüz elli, yüz altmış yılın, sanıldığı kadar çok da uzun olmadığı da bir gerçektir. 

  

Yüz altmış yıl, altı kuşak 

Birinci kuşak, yüz yıl süren vatan savunmasında büyük bedeller ödemiş olmasına rağmen savaşı kaybetti. Milletçe yurdundan sürgün edildi. Açlık, susuzluk, yoksulluk, hastalık, yol-yordam bilmemezlik, tekrar göçler, acılar, gözyaşları, yine savaşlar ve ölümler… Ne kadar acı varsa her birini yaşadı, hepsiyle boğuştu ama ayakta kalmasını bildi ve hayata tutundu. Burada, her şeye rağmen devletin ve ekmeğini muhacirlerle paylaşan Anadolu insanının yardım elinin de katkısı büyük olmuştur. Bunu Çerkeslere tahsis edilen iaşelerden, saray eşrafının kendi aralarında paralar toplayarak yetim çocuklara yardım etmelerinden, yerleşimciler için görevlendirilen kaymakamların Çerkesçe biliyor olanlardan seçilmelerinden, örneğin Çorum’da halkın muhacirler için yardım toplamalarından biliyoruz. Hepsini şükranla anmalıyım. Bu kuşak aynı zamanda Plevne’de cephedeydi. Ardından bir kez daha tehcir oldu Balkanlar’dan. Bu kuşak, muhaceretin tüm kahredici zorluklarına rağmen xabze kurallarını işletti ve kendisi olarak kalmak istedi, kendisi kaldı. Kendisi olarak gurbette kaybolmadan ömrünü tamamladı. 

İkinci kuşak, muhacerette doğdu. Vatanın yetimleri, gurbetin çocukları. Yarasına tuz bastı, tuza ekmek bandı, karnına taş bağladı. Acılarını yutkundu, aklının erdiği ama gücünün yetmediği çok şeye şahit oldu. Nefesi boğazına tıkandı, kimseye dert yanmadı. Buna rağmen isteyene su verdi, ekmek verdi, emek verdi, yeri geldi can verdi. Borçlu gitmek istemedi dünyadan, bedel ödedi kendince. İki dünya savaşına şahit oldu. Yemen oldu, Filistin oldu, Hicaz oldu, Suriye oldu, Sarıkamış oldu, Çanakkale’de 57. Alay oldu. Dahası, tarih oldu. Allah, onları şehit, gazi, kahraman yazdı ama adlarını dahi bir türlü tarih yazmadı. Küsmedi, kızmadı ama kırılmadı değil; yüreği incindi belki ama gönlü hep lâl kaldı. Sayısı eksildi, onuru eksilmedi. At bindi, çifte koştu, ekin ekti, harman savurdu. Hane sahibi oldu, ocak tüttürdü. Haçeşler yaptı Roma’nın meclisine meydan okudu. Yeri geldi medrese yaptı, ilim öğrendi. Yeri geldi otel gibi, yeri geldi aşevi gibi, yetimhane gibi kullandı. Hep direndi, boy boyladı, soy soyladı; dirildi, hayata tutundu. Xabze yasalarını işletti ve kendisi olarak kalmak istedi, kendisi kaldı. 

Üçüncü kuşak, önceki kuşaktan kalan mirası sürdürdü. Daha çok çalıştı, daha… daha… daha… Hep çalıştı. Sabahlara kadar hayvanlarını doyurdu, akşamlara kadar kara sabanla, pullukla toprak devirdi; ekin ekti, orakla biçti, düven sürdü, harman dövdü. Zaman geldi; yaptığı basit, yığma taş evler yetmez oldu. Herkes gibi çocuklarından kimini gönderdi gurbete çalışsın diye, kimini verdi emanete okusun diye. Her nedense hep bir yanı eksik, hep bir tarafı delik, hep bir tarafı kısa kaldı. Dünya yorgun, ülke yorgun, insanlar yorgundu. Bu kuşak etti eyledi, derdi derledi ilk kez makinayla tanıştı; traktöre merhaba dedi. Çarıktan kara lastiğe terfi etti. Çok şeydi, çünkü çok çalıştı. Ama olsun, babaları gibi xabze yasalarını işletti ve kendisi olarak kalmak istedi, kendisi kaldı. 

Dördüncü kuşak yoğun bir şekilde şehir hayatıyla tanıştı. Yarı gaz, yarı elektrik; yarı at, yarı murat; yarı han, yarı otel… Yarı şehirli olma, yarı köy özlemi. Bu kuşak ilk kez başkalarıyla tanıştı şehrin sokaklarında. Sokaklar ne masumdu ne de adil. Alışık değildi öyle ulu orta bağırmalara, çağırmalara. Olup biteni anlayamadı ilkin. 1968’in dünyayı saran sağlı-sollu siyasi akımları şehrin sokaklarını, ailelerin üyelerini ayrıştırdı, yüreklere gelip yerleşti. Bu hal, her toplum gibi bir zamanlar Birleşik Kafkasya sevdasının yekvücut olan tehcir çocuklarını da etkiledi. Kimi kuzeydoğudan esen kararlı poyrazın sertliğine öykündü, kimi de lodosun ılıman havasına kandı. Rahmetli Cemil Meriç’in “İzmler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleridir” demiş ya, çokları o gömlekleri pek sevdi (Bu Ülke, s.92). Her yanımızdan esen bu rüzgârlar, o günlere kadarki tüm kuşakların sığınağı olan xabze ve bze (Adigelerin sosyal hayat tarzları ve dil) duvarına çarpmak zorunda kaldı. Süreç az hasarla atlatıldı. Halkın umut bağladığı kimi okumuşlar ise, bir babanın yedi oğlu gibi şehrin sokaklarında kaybolmuşlar; ne xabze’nin sosyolojik olarak medeniyet anlamına geldiğini anladılar ne de bze’nin (dil) bir milletin son kalesi olduğunu idrak ettiler. Tarih ise henüz yazılmamıştı zaten(!). Sadece devraldıkları bir mirasın keyfini bilinçsizce çıkardılar. 

Herkesin maruz kaldığı darbelerin ikincisine ve üçüncüsüne peş peşe tanık oldu bu kuşak. Kendisini beşinci kuşağa bağlayacak olan ana dili, 1980 darbesi, zincirin halkasını ortadan ikiye böldü. Toplumları, kültürleri, izm’leri… Kendisinden gayrı ne varsa hepsini silindir gibi ezip geçiren bu kodlanmış robotik akımın – darbe anayasası gibi – olumsuz etkileri hala devam etmektedir. Bu kuşak dil, tarih, kültür mirasını ulaştırmakta yetersiz olmuştur. Haliyle beşinci kuşak en hareketli kuşak olmasına rağmen zincirin en zayıf halkası durumundadır. Birinci ve ikinci şehirli kuşağın etkin ve yetkin yapısına bu kuşakta pek rastlamıyoruz.  

Beşinci kuşağın modern çağda kültürel mirasın en güçlü taşıyıcısı olması gerekiyor. Niyeti reddi miras yapmak olmasa da öteden beri süregelen kültürel birikimden en mahrum kalan ilk kuşak bunlar olmuştur. Çünkü beşinci kuşak için yukarıda kısmen değindiğimiz ve çeşitli nedenlerden dolayı da yeterince değinmediğim dördüncü kuşak tarafından yeterli, doyurucu bir kültürel aktarım yapamadı. Ana dili aktarımını ise kendi doğal akışı içinde, tahminen %90 oranında başaramamıştır. Bu demektir ki altıncı kuşak, %100’e yakın herhangi bir aktarım alamayacak. 

Bu dezavantajın bir şekilde avantaja çevrilmesi bir zorunluluktur. Bunun aksine bu kuşak, olabildiğince değişen ve gelişen dünyanın nimetlerinden her kuşaktan çok yararlanmaktadır. Bu yarar toplumsal bir fayda olmaktan çok, bireysel ve global kazanımlar niteliğindedir. Bunun milli kimlik nezdinde bir karşılığının olduğunu pek söylenemez. 

Mesleğinde başarılı, birkaç dil bilen, kalifiye, yetişmiş bir kuşağın milli hassasiyetleri her ne olursa olsun, var olma arzuları önceki kuşaklardan az değildir. Ancak bunun eyleme geçme oranı ise oldukça düşüktür. Bu kuşak günümüzün bütün imkânlarına karşın anadiline düşen emek payı, olması gerekenin çok altındadır. Oysa bu kuşak tem kendisini tamir etmeli hem de altıncı kuşağa sahip çıkmalıdır. 

Ülkemizde genç kuşakların hiçbir dönemde olmadıkları kadar birbirlerine karşı daha saygılı ve daha hakkaniyetli oldukları kanısındayım. Bu, her kesim için ve özellikle ülkemiz adına büyük bir kazanımdır. 

Ülkemizin çeşitli ülkeler ve özellikle komşu ülkelerle olan olumlu ilişkileri, Adige (Çerkes) nüfusunun yoğun olarak yaşadığı ülkelerde de olumlu yansımaları olacaktır. Onun için tüm insanlar ve özellikle tüm STK’lar güçleri oranında, devlet – halk – siyaset arasındaki iletişimde yapıcı lokomotif rolü üstlenmelidir. Adigecenin zayıflaması, Adigelerin diğer ülkelerdeki hemşerileriyle olan ilişkilerini de zayıflatacaktır. Çünkü aynı dili konuşuyor olmanın verdiği güven etkisi hepsinden daha yüksektir. Bu nedenle beşinci kuşak global nitelikler kazanırken milli değerleri kuşanmalı ve bunu akıllıca yönetmelidir. Beşinci kuşak şu an sahip olduğu değerleri kendi içinde değerlendirmeli, güç birliği yaparak, gelmekte olan altıncı kuşak yani kendi çocukları için tüm imkânlarını seferber etmelidir. Bunu sadece kişisel bir kazanım olarak değil milli bir hareket olarak görmelidir. Hareketin başarısını altıncı kuşak, yani kendi çocuklarının durumu gösterecektir. Bugün ilköğretim çağında olan bu altıncı kuşak asla feda edilmemelidir. 

Beşinci kuşak artık kendi yolunu çizebilecek ergin insanlardan oluştuğuna göre kimliğin inşasında önce kendinden başlaması gerektiğini bilecek durumdadır. Hem kendisi hem de çocukları için STK’ları da zorlayarak ana dilini öğrenme seferberliğine girmelidir. 

Kimse durduk yere mucizeler beklemesin. Kendiniz olduğunuz sürece özgür, kendiniz olduğunuz sürece değerlisiniz. Herkes dili istediği düzeye kadar öğrenebilir; ancak bahanelerle kendinize ait olan ana dili, tarih ve kültür için herhangi bir gayretiniz yok ise acilen kendinizi hesaba çekmelisiniz. Bugün her kim dünyanın neresinde yaşıyor olursa olsun, metropol şehirlerde, erimeden kimliğini korumak istiyorsa bunun en verimli yöntemi uydu üzerinden kendi sanal dünyasını kurmaktır. Yani uyduda mahalleler, koloniler inşa etmek… Bu kuşak bunu başaracak donanımdadır. Yöntemini de kendisi bulacaktır, bulmalıdır. Eğer bu toplum bunu başaramazsa, altıncı kuşak size ait olmayan bir kuşak olacaktır. 

O zaman bir şafak vakti, en büyük şehrin en büyük meydanında, kendinize dönüşmeniz için tanrıya yakarsanız da pişmanlık duyup en büyük çukuru kazarak kendinizi gömseniz de asla öze dönüşünüz olmayacaktır. Öyleyse keşfe çıkın ve kendinizden başlayın; özgür olun ve özgür kalın. 

Her ümmet için belirli bir süre vardır; vakitleri dolunca ne bir saat gecikebilir ne de öne geçebilirler (Araf:34). Zamanını bilmediğimiz bu sürenin, toplumların hak edişine bağlı olduğu kanısındayım. 

  

*Adigelerin anayurdu tüm Adige topraklarının kendi dilindeki genel adı. 

4 YORUMLAR

  1. Alaatin Bey, bana oyle geliyor ki hala kendimize devsirenlerin gozuyle, yani Devsirme Ideloji ile bakiyoruz:

    Islamiyet Kafkasyaya din olarak girmedi, ideoloji olarak, yani Devsirme Ideolojisi olarak girdi… ve yuz yillar boyunca milyonlarca cocuk (kole ) devsirdiler. Kafkasyanin gucluleri yeterince cocuk satmazlarsa seferler duzenleyip zorla devsirdirler. Krim Hanliginin Tatrlari Cerkes topraklarina sefere cikacaklari zaman Osmanli da 20 bin, 30 bin… gibi asker gonderirdi..

    Islam (Devsirme) ideolojisi Kafkasyaya girmeye basladi….
    Julius Von Klaproth, Travels in Caucasus… p . 83

    Ibn el Vardi, an Arabian geographer, who lived and wrote about 1230, mentions a people called Keschek in the Caucasus, and cannot sufficiently extol the beauty of their women, on which subject he breaks forth into the warmest praises of the Almighty. This exactly applies to the Tscherkessian women, who are still accounted the most beautiful in all Asia. Massudi, another Arabian, who wrote near two centuries earlier, about A. D. 947, says many that Mohhammedan merchants came every year to Trebisonde, on the sea of Constantinople, from Rum (Anatolia), Armenia, and the land of Kaschekt ( Yaklaşık 1230’da yaşamış ve o tarihlerde yazmis oldugu seyahatnamesinde Arap coğrafyacı İbn el Vardi, Kafkasya’da Keschek adlı bir halktan bahseder ve onların kadınlarının güzelliğini yeterince övemez ve bu konuda Yüce Allah’a en sıcak övgüler yağdırır. Ayni gorus, yani Çerkes kadınlarının en güzeli kadin sayıldigi gorusu, hala tüm Asya’da aynen geçerlidir. Yaklaşık iki yüzyıl önce MS 947 bu konuda yazan başka bir Arap olan Mesudi, birçok Müslüman tüccarın her yıl Rum (Anadolu), Ermenistan ve Kaşekt topraklarından Konstantinopolis (Kara Deniz) kıyısındaki Trabzon’a geldiğini söylüyor.)

    Yuz yillarca suren kole/cocuk ticareti Devsirme Ideolojisini yaratti, yaydi, guclendirdi…

    Remmal Hoca da devsirme ideolojisini cok net ifade ediyor..
    “Askerler iyice doydu, esiri olmayan kimse yoktu. Halkın gönlü şen ve sevinçliydi”
    https://belleten.gov.tr/tam-metin/3709/tur

    1. “Her kişi olcasın getürüb han hazretlerine arz etdiler. Han hazretleri ferhunde savgaların almayup bağışladı. Asker bu sürûr ile kona ve göçe Temrük hisarın geçüb Kuban Suyı kenarına kondılar”[69]. (Herkes elde ettiği ganimeti getirip han hazretlerine sundu. Han hazretleri bu uğurlu savgaları almayıp bağışladı. Askerler sevinç içerisinde konup göçerek Temrük Kalesi’ni geçtiler ve Kuban Irmağı kenarına konuşlandılar).

    2. “Ve on beş gün Çerkes tağların elekden eler gibi ettiler. Andan dönüb bir yere cem olub kondılar. Han hazretleri üç gün içinde elli bin esirin savgasın aldılar. Ve yüzden ziyade mirzaları kademeye urub üç günden sonra devlet ile dönüb göçdiler. Asker tok toyum, esirsiz kimesne yok idi. Halkın gönli şen ve şâdman”[70]. (On beş gün boyunca Çerkez dağlarını köşe bucak dolaştılar. Oradan dönüp bir yere toplanarak konuşlandılar. Han hazretleri üç gün içerisinde elli bin esirin savgasını aldı. Yüzden fazla mirzayı rütbesine göre sıralayıp büyük saadet ve zenginlikle dönüp gittiler. Askerler iyice doydu, esiri olmayan kimse yoktu. Halkın gönlü şen ve sevinçliydi).

    3. “Han hazretleri Kapartay sınurundan çıkub bir suyın kenarında oturak edüb ol menzilde on bin esirin savgasın alub yanında çapula varmayan adamlara birer ikişer esir verüb eger topçı ve eger tüfenkcidir hiç kimesneyi mahrum komadı. Han hazretlerinin üç dört yüz esiri var idi”[71]. (Han hazretleri Kabartay sınırından çıkıp bir yerde konakladı. Burada on bin esirin savgasını aldı ve yanında bulunup yağmaya katılamayan adamlarına birer ikişer esir verdi. Topçuları ve tüfekçileri de mahrum etmedi. Han hazretlerinin üç dört yüz esiri vardı).

    Kaysunizâde Mehmed Nidaî’nin verdiği bu bilgilerin tamamı Sahib Giray Han’ın Çerkezistan ve Kafkasya bölgesine düzenlediği seferlerle ilgilidir. İlk kayıttan, tıpkı Altın Orda döneminde olduğu gibi, öncelikle askerlerin ele geçirdiği bütün ganimetin toplandığı ve hanın kendi hissesinden yani savgasından feragat ederek bunların tamamını dağıttığı anlaşılıyor. İkinci kayıttan, Çerkezistan’ın dağ köylerine kadar girildiği, tutsak edilen elli bin kişinin bir yere toplandığı ve hanın üç gün içerisinde bu esirlerden savga adıyla anılan payını aldığını öğreniyoruz. 1543 yılında gerçekleş bu seferde savganın miktarı yani hanın hissesine düşen esir sayısı hakkında bilgi verilmemiştir. Üçüncü kayıtta ise, Kabartay bölgesinde ele geçirilen on bin esirden hanın yine payını aldığı, bunların bir kısmını yağmaya katılamayan muhafızlarına ve yakın adamlarına dağıttığı ve kendisine üç yüz dört yüz esir kaldığı ifade edilmiştir.

    Esasen Kırım hanları bu tür yağma akınlarını sadece Kafkasya ve Çerkezistan bölgesine değil Rusya ile Lehistan taraflarına da düzenleniyorlardı. Ele geçirilen esirler yaş, cinsiyet, sağlık durumu, güzellik vb. özelliklerine göre tasnif edilip paylaşıldıktan ve bir kısmı hediye olarak dağıtıldıktan sonra geriye kalanlar başta İstanbul olmak üzere çeşitli yerlerde satılıyordu. Dikkat edilirse üleştirme Osmanlı Devleti’nde uygulanan İslam hukukuna göre değil bozkır gelenekleri mucibince yapılıyor; hanlar, miktarı zamana, mekâna ve hükümdarın arzusuna göre değişkenlik arz edebilen savgalarını alıyorlardı.

    Devsirenler vefat etti, dersirilenler de… ama Devsirme Ideolojisi hala yasiyor: Devsirenlerin dusmani dusmanimiz, kutsal gunleri kutsal gunlerimiz…oldu… ismlerimiz Mehmet, Ali, Hasan…oldu. “Anavatana” kavraminida Devsirme Ideolojisi belirliyor…

  2. Selam, yazınızı ilgiyle okudum. ilgi ve yorumlarınız için teşekkür.

    ‘Alaatin Bey, bana oyle geliyor ki hala kendimize devsirenlerin gozuyle, yani Devsirme Ideloji ile bakiyoruz:’ Buradaki sonuca nasıl vardığınızı anlayamadım. Bahse konu olan uygulamalar 13.yy ilk çeyreğinden itibaren Moğol ve Tatar akınları sonrasında başlayıp süren konulara değinmişsiniz. Biliyor olmalısınız ki Çengiz ve oğullarının birçok toplumları ezip geçerken Çerkesler, Ruslar ve Çinliler dahil dahil birçok nasibini (!) aldı. Çerkesler emsalsiz zayiatlar vermelerine rağmen hangi inanç düzeyinde olurlarsa olsunlar her dönem en güçlü direnişi gösterdiler. Çu bir gerçek ki Kafkasya ve Çerkesler İskit, Sarmat, Kuman, Kıpçak, Moğol, Tümur, Tatar, en son Rus saldırılarına direnmiş tahmis edilemeyecek kadar insanına mal olmuştur. BU süreçte Elbette insanları esir alınmış, satılmış ve kendisi de esirler almıştır. Ne varki bütün bunların dışında Kırımla zaman zaman çatışmışlar zaman zaman barışmışlardır. Yayılmacı imparatorlukların arasında ciddi zararlar gördüğü bir gerçektir. Konu Çerkes tarihinin bütününden değerlendirilmelidir. Kafkasyanın dostlarını göreceğimiz günleri görmek umuduyla…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz