Anadiliyle ve anadili için direnmek

0
869

‘Halklar özgürleşsin ki diller konuşulabilsin’

1999 yılında UNESCO’nun ilanıyla birlikte her yıl 21 Şubat günü, kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya olan dillere dikkat çekmek, dil kaybıyla mücadelede farkındalık oluşturmak ve çokdilliliği desteklemek için “Uluslararası Anadili Günü” olarak anılıyor. 

Farklı diller egemen olarak konuşulmadıkları coğrafyalarda ya yok oldu ya da halihazırda yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Türkiye’de anadili meselesi uzun erimli bir siyasi gündeme tekabül ediyor. “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyası, egemen ulus kültürün anadili sansürüne yönelik Türkiye siyasetindeki en bilindik örneklerden birisi.  

Erken dönem Cumhuriyet tarihinde Türkçe olmayan isimlerin, sokak ve köy adlarının, müziğin yasaklanması, kamusal alanda Türkçenin tek dil kabul edilmesi ve diğer dillerin konuşulmasının sakıncalı sayılması, bugün bu coğrafyada o zamana dek yaşayan Kürtçe, Çerkesçe, Rumca ve Ermenice gibi birçok dili zaman içerisinde unutulmaya mahkûm kıldı.  

Bugün de anadile yönelik daha eşitlikçi ve adil bir siyasi perspektif benimsenmiş değil. Kürtçe başta olmak üzere günlük yaşamda anadilinin kullanımına yönelik defacto kısıtlamalar devam ediyor. Kürtçe, Meclis tutanaklarında “bilinmeyen dil” olarak not edildi. 2015’te 21 yaşındaki bir genç, Kürtçe konuştuğu için bıçaklı saldırıya uğrayarak öldürüldü. 2019’da Kürtçe şarkı söyleyen Zana Zendo ve Serhat Çelik isimli iki genç gözaltına alındı. Yine aynı yıl, Sakarya’da 19 yaşındaki başka bir genç Kürtçe konuştuğu için 6 kişi tarafından linç edilerek başından vuruldu ve yaşamını yitirdi. 2021’de bir milletvekili cezaevinde oğlunu ziyaret ettiği sırada yan mahpustaki bir tutukluya Kürtçe olarak ‘nasılsın’ diye sorduğu için altı ay görüş yasağı aldı. 2022’de Kayseri’de otobüste telefonda annesiyle Çerkesçe konuşan genç, bir başka yolcunun “Bu ülke Türklerin ülkesi, herkes Türktür, Çerkes değil. Bu ülkede ikinci dil konuşulmaz. Kürt olsun Çerkes olsun, kim olursa olsun” cümleleriyle sözlü saldırıya maruz kaldı. 2022 yılının başında yine İstiklal Caddesi’nde Kürtçe sokak müziği yapan bir grup genç polis tarafından engellendi. Devamı getirilebilecek birçok örnekle birlikte anadili meselesi, Türkiye siyasetinde tartışılagelen başat konulardan biri oldu.  

Eren Dağıstanlı
Mahir Özkan
Mehmedali Barış Beşli

 

 

 

Cemal Taş
Ferda Önen

 

Murad Mıhçı

 

Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) ilköğretimde başlattığı ‘Yaşayan diller ve lehçeler’ dersi kapsamında Kürtçe (Kurmancî), Zazaca, Lazca, Adığece, Abazaca ve Gürcüce seçmeli dil dersleri anadilde eğitim talebini karşılamasa da kamuoyu nezdinde önemli bir adım olarak kabul edildi. 2012 yılında Düzce’de ilk Çerkesçe sınıf eğitime başladı, 2014 yılında 53 bin öğrenci ‘Yaşayan Diller ve Lehçeler’ dersini seçerken 2015 yılına gelindiğinde %45’lik bir artışla bu sayı 85 bin öğrenciye ulaştı. Haftada iki saatlik dil dersininöğrenciye dil yetkinliği kazandıramayacağı ve bunun anadilde eğitim talebini karşılamadığı temel eleştiriler arasında yer aldı.  

Derslerin seçmeli olarak müfredata girmesiyle okullarda anadili eğitimine erişim kolaylaşmadı. Seçmeli dersler için anadili öğretecek yetkin öğreticilerin atamasının yapılmaması, okul yönetim ve idarelerinin ders seçimlerinde birçok sınırlama getirerek derslerin açılmasına fiilen zorluk çıkarması, dil eğitiminde bir başka engel olarak ortaya çıktı. 

Bugün, anadiliyle var olamayan toplulukların temel itirazı, kültüre ve mirasa yabancılaşma çerçevesinde buluşuyor. Anadilinin insani bir hak, kimlik ve etnik varlığın ediniminde bir ihtiyaç olduğu vurgusu var. Diğer yandan anadillerinin eğitimde ve sosyal yaşamda bir hak olarak tanınması ve azınlık dillerine adil ve eşitlikçi bir yaklaşımın benimsenmesi, hem siyasi bir talep hem de uzun süredir devam eden bir mücadele alanı.  

Jineps Gazetesi, anadilinin Türkiye’deki siyasi mücadele ve tarihini Zazaca, Kürtçe, Çerkesçe, Hemşince, Ermenice ve Lazca olarak Cemal Taş, Ferda Önen, İlkay Karaduman, Mahir Özkan, Murad Mıhçı, Mehmedali Barış Beşli ve Eren Dağıstanlı’nın hikâyelerinden dinledi.


Azınlık anadiliyle çocuk olmak

Çocukluk yılları: Okulda başka bir dille tanışmak 

Cemal Taş, anadilinde kitabı ve çalışmaları olan bir yazar, 90’lı yıllardan beri anadilinde yazıyor, 60 yaşını geçtikten sonra Zaza Dili ve Edebiyatı bölümüne kaydolarak öğrenciliğe geri dönmüş.  

Türkçeyi ilkokulda öğrendiğini anlatarak başlıyor hikâyesine. Anadili ise Zazaca. Ortaokula başlarken İstanbul’a taşınıyor, başka bir mahallede, yeni insanlarla tanışmanın ve konuşulan dili hiç bilmemenin zorluklarından bahsediyor. “Mahallede herkes bana kuyruklu Kürt diye takılıyordu, anlam veremezdim, hocayı anlamazdım, yanımdaki arkadaşıma ne dediğini sorardım, herkes benden kaçardı” diye bahsediyor.  

Akran zorbalığı, ilköğretim döneminde içine kapanık birisi olmasına sebep oluyor, “Dilimizin konuşulmadığı yerde konuşmamaya dikkat ederdim, susardım, diğerleri anlamasın diye” diyor. Bir gün kendisi İstanbul’da ortaokuldayken anne ve babasının kendisini ziyarete geldiklerinde başlarına geleni, biraz da mahcup bir şekilde, şöyle anlatıyor: “Annem ve babamla yoldaydık, uzun bir kuyruk vardı, onlar yöresel kıyafetleriyleydi ve herkes dönüp bize bakıyordu. Kızmıştım annemlere. Yer yarılsa da kaybolsam diyordum, insanların bakışlarından kurtulmak için taksi durdurdum. Paramız olmadığı halde taksiye bindik o gün.”  

Sivil toplum aktivisti Ferda Önen de benzer bir ilkokul deneyimi paylaştığını ifade ediyor, Mardin’in Derik ilçesinde doğup büyüyen Önen, yalnızca Kürtçe konuşulan bir evde, politik bir ailenin çocuklarından birisi olarak hayata başlıyor. İkinci sınıfta İstanbul’a taşınmasıyla birlikte dilini bilmediği bir dünyayla tanışıyor. “İlkokul öğretmenim çok iyiydi, özel olarak destekledi” diyor, kendinden iki yaş büyük ablası için ise uyum sağlamak o kadar kolay olmamış, 1975-1980 yıllarında Türkiye’nin siyasi durumunun zorluğunu da hatırlatarak “Kardeşim benim kadar şanslı değildi, sınıf öğretmeni milliyetçi bir kadındı, Türkçesi kötü diye sınıfta bıraktı” diye bahsediyor.  

  

Bir başka “fedakârlık”: Türkçe öğretilmeyen bir anne  

Önen, annesinden Türkçe öğrenmeyi talep ettiği halde dil öğrenmesi için gerekli imkânı sunmadıklarını, bunu evde Kürtçenin devamlılığını sağlamak için yaptıklarını söylüyor. Bunun annesinin sokağa ve hayata uyum sürecinde sıkıntılar oluşturduğunu, pazara giderken bile ona eşlik etmeleri gerektiğini, ancak bu tavır sayesinde anadillerini koruyabildiklerini ifade ediyor.  

Yalnızca gençler olarak kardeşleriyle birlikte kaldıkları dönemde ise Kürtçenin yerini Türkçenin alması, dilde gerileme ve unutmaya yol açmış, “Bu kez de bozuk Kürtçemle dalga geçiyorlardı” diyor, “Kürtçede içime kapandım, çekingenleştim”. 

  

“O döneme ait en net hatırladığım şey yalnızlık” 

Anadili Çerkesçe olan İlkay Karaduman ise Türkçeyle tanışma sürecini yine bir ilkokul öğrencisinin köyden şehre taşınmasının hikâyesi olarak anlatıyor, kendisi bir drama öğretmeni. O döneme ait olarak en net hatırladığı şeyin ne olduğunu sorduğumda ‘yalnızlık’ diyor: “Kayseri’deki aile yapısı, komşular, herkes, senin bildiğin o Çerkes toplumundan, o aile yapısından farklı. Dışarı çıktığında kendi dilinle, seni büyüten dille konuşamıyorsun artık. O zaman yalnız hissediyorsun.”  

Karaduman için anadili, bir çocuğu yetiştiren dil, “O dilin masalıyla, şarkısıyla, ninnisiyle büyüyoruz” diyor, “Adığabze konuşmuyor olsaydım bambaşka birisi olurdum, eksik olurdum” diye ekliyor.  

İlkay Karaduman ve drama yöntemiyle dilin seslerinin eğitimini alan çocuklar, 2018

“Türkçe konuşurken yoruluyorum” 

Yazar ve öğretmen olan Mahir Özkan için durum biraz daha farklı. Kendisinden önceki kuşaklardan ayrı olarak evde iki dille birlikte yetişmiş birisi. Annesinin kuşağı ise Hemşinceyle doğup büyüyen ve zorda kalmadıkça Türkçeyi kullanmayan bir kuşak. Özkan, annesinden bahsederken “Türkçe konuşurken bir süre sonra konuşmanın heyecanıyla Hemşinceye geçerdi, ikinci kanala geçtin derdik” diye anlatıyor, “Annemin bir gün yanıtı ‘Yavrum, ne yapayım’ oldu, ‘Türkçe konuşurken yoruluyorum’”. Türkçenin sirayet ettiği alanın gün geçtikçe artmasından ve Hemşincenin hâkim olduğu mekânın kısıtlanmasından bahsederken yaylanın kullanımının dönüşmesini, yaylada kalma süresinin azalmasını, yarı şehirde yarı köyde kalmanın Türkçeyi konuşmayı da zaruri kıldığını ver böylece dilin doğal mekânını kaybetmiş olduğunu anlatıyor. Bu, Hemşince için yok oluşu hızlandıran bir süreç.  

  

“Halklar özgürleşsin ki diller konuşulabilsin” 

Yazar Murad Mıhçı ise Ermeniceyi azınlık okullarında öğrenmiş. Türkiye’de anadilini konuşabildiği alanlar son derece kısıtlı. Özellikle Batı Ermenicesi, kaybolan diller arasında kritik bir yerde duruyor. Mıhçı, Ermenicede belirgin olan şive ve aksan farklılığının tedirginliğe yol açabildiğini anlatıyor: “Dildeki bu aksan ve şive farklılığı toplum içerisinde sizin farklı bir halktan olduğunuzu gösteriyor. Bu nedenle ebeveynler bir dönem haklı olarak anadilinin öğretilmesinin sorun olacağını düşündüler, özellikle erkeklerin ilerleyen yaşamlarında sıkıntılar yaratacağı için Ermeniceyi çocukların bilmelerini çok istemediler.”  

Ayrıca Mıhçı, dilin özgürlüğünü ancak halkların özgürleşmesiyle mümkün gördüğünü ifade ediyor: “Coğrafya içerisinde halkların özgürleşmesi lazım ki bu dillerin konuşulabildiği alanlar oluşsun. Bu sayede insanlar kendi anadilini öğrensin. Bugün ne yazık ki anadilini konuşmanın ne kadar sorunlu olduğunu ‘Vatandaş Türkçe konuş’ kampanyalarından bu yana biliyoruz.” 

Gazeteci Eren Dağıstanlı, anneanne ve dedesiyle Artvin, Hopa’da büyümüş ve Lazcayı anadili olarak öğrenmiş. “Yakın dönemde ikisini de peş peşe kaybettiğimde Lazca benim için orada öldü zaten” diyor. Annesi ve babası da dili bilmelerine rağmen konuşmayı tercih etmemişler.  

Dağıstanlı’ya göre ‘bölücülük faaliyeti’ gibi görülme kaygısı Lazca için hak talep etmede engel teşkil ediyor. “Devlet aklıyla söylersek, Lazlar devlet için o kadar tehlikeli değil” diyor Dağıstanlı, “Karadeniz’de milliyetçilik had safhada, devlet eliyle büyütülen bir milliyetçilik bu, dil çalışmalarını yapanlar bir anda ‘Sorosçu’ veya ‘İsrailci’ olabiliyor, dil çalışmaları için toplumsal bir bellek ya da seferberlik durumu yok.”  

Mehmedali Barış Beşli, avukat olmasının yanı sıra Kâzım Koyuncu ile birlikte Lazca rock müzik grubu Zuğaşi Berepe’yi kuran müzisyen, aynı zamanda Ogni dergisinin kurucu yazar ekibinden. “Hayatta olsun istediğim en önemli şeylerden birisi çocuğumun Lazca konuşmasıydı” diyor, anadilini evde konuşmak ve bunda ısrarcı olmak Beşli için bu işin belkemiği. 


Anadili: Türkiye siyasetinin uzun erimli mücadelesi

“Bu toprağın altında gömülü bir dil var”  

Lise yılları, sosyalist hareketle tanışan Taş için bir kırılma noktası. “Derneklerde marşlar, şarkılar söylenirdi. Anadilimde aldığım hazzı Türkçe türkülerden alamıyordum” diyor. Anadilinde duyduğu müziğin, ezginin onu çok etkilediğini fark etmesi, kendinde bir iç hesaplaşmaya ve değişime sebep olmuş. 

Cemal Taş, o günlerden bugüne baktığında benzer acıların ve sorunların süregeldiğini paylaşıyor. 12 Eylül darbesi sonrası 83-84 yıllarında karayoluyla yolculuk taşımacılığı yaptığı bir dönemden bahsediyor, o dönemler Kürtçe müzik dinlemek yasak. Otobüste herkes uyuduktan sonra yalnızca kendisinin duyabileceği bir ses kısıklığıyla Kürtçe bir kaset açıyor, kısa süre sonra bir hıçkırık sesi duyuyor, etrafına bakıyor ancak kimseyi göremiyor. Tam müziği kapatacakken bir el onu durduruyor, “Benim anadilim” diyor, “ne olur bırak da dinleyeyim, Allah canımı alsın, bir cezası varsa idam da olsa hazırım ben…” Taş, “Hüngür hüngür ağlıyordu” diyerek anlatıyor adamı, meğer müziği duyup ön tarafa gelmiş, şoför koltuğunun arkasına saklanmış dinleyebilmek için. Taş, bunun onu çok etkilediğini ifade ediyor. “Ne olursa olsun, bu toprağın altına gömülen bir şey var ve biz buna sessiz kalıyoruz” diyor, “Dil var, kültür var, toprak örtülmüş üzerine. Söz verdim kendime, bunu eşelemem gerekiyor diye”.  

Dersim Tunceli’deki köy boşaltmaları sırasında evsiz kalan insanlarla dayanışmak ve yardımlaşmak için dernek çalışmalarında yer aldığı sırada başına gelen bir başka anısından daha şu şekilde bahsediyor: “94-95 yılları arasında köyler yakıldı ve boşaltıldı, o insanlara yardım götürmek için bir gün minibüsün içerisinde gidiyoruz, beş yöneticiyiz, üçümüz ise takım elbiseliyiz. Bizden yaşta büyük birisi vardı, anadilimde selam verdim, Türkçe yanıtladı, birkaç soru daha sordum Zazaca, yine Türkçe karşılık verdi. En son ‘Ben sana anadilinle soruyorum, neden Türkçe yanıtlıyorsun’ dedim, yazmasını yüzünün yarısına kadar kapatarak mahcup bir şekilde ‘Oğlum’ dedi, ‘Olur mu hiç? Ben sizin gibi efendilerle o dille nasıl konuşayım?’” Taş, bu yanıtın onu çok sarstığını ifade ediyor: “O dil o kadar itibarsızlaştırılmıştı ki insanlarla konuşmaya bile değer değildi onun için.” 

  

“Kürtçenin daha duyulur olmasında geniş bir coğrafyada konuşuluyor olmasının etkisi var”  

Ferda Önen, Kürt hareketinin yükselmesiyle birlikte Kürtçe diline yönelik hassasiyetin ve verilen önemin arttığını vurguluyor. Bu, dilde farkındalığı beraberinde getiriyor. Önen’e göre Kürt hareketi başta siyasi temelli taleplere öncelik verse de zaman kaybettikçe nesiller arasında dil transferindeki kopukluğun farkına vardı, böylece Kürt Araştırmaları Derneği ve Kürt Dili Enstitüsü gibi kurumlar ortaya çıktı. 1990’lı yıllarda metropollere göçle beraber büyük şehirlerde, aynı mahallelerde bir arada yaşama ve yerel dernekler üzerinden bağ kurma çabaları dilin korunmasına alan açtı. Önen, Kürtçedeki dil aktivizminin Türkiye’de konuşulan diğer anadillerine nazaran daha başarılı olabilmesinde Kürtlerin bir arada yaşadığı geniş bir coğrafyanın etkisinin de önemli olduğunu vurguluyor. Tüm bu süreçte, 2015 yılı, çözüm sürecinin bitmesiyle birlikte dilde bir gerilemeye sebep oluyor, Önen de Diyarbakır’da Kürtçenin bu dönemde çok daha az konuşulmaya başlandığını fark ettiğini ekliyor.  

Kendisi de 2000’li yılların başından itibaren ‘dil aktivizmi’nde yer alan birisi. Diyarbakır’da çokdilli üniversite kurmak amacıyla Mezopotamya Vakfı’nın kurucu ekibinde bulunarak dil çalışmalarına dahil oluyor. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Türkiye Kültürleri Araştırma Grubu’nda çoğul dil ve kültürler üzerine araştırma faaliyetleri yürütüyor. 2020 yılında ise Anadili Kadınları olarak, daha çok erkeklerin görünür olduğu dil alanına kadınların da sözlerini taşımak ve toplumsal cinsiyet üzerinden de anadili meselesini tartışabilmek için bir araya geliyorlar. Bugün, Anadili Kadınları daha çok iletişim ve dayanışma ağı işlevi görüyor, gelecek için olası projeler ise gündemde.  

  

“Laz olduğumuz gibi devrimci olmaya çalışan da insanlardık” 

Laz diline yönelik araştırmalar son derece çeşitli; sözlük ve gramer kitapları, dil kartları, anadilde eğitime yönelik ders kitapları gibi dile yönelik birçok gereç mevcut. Ancak bu çalışmaların çoğu diasporada, İstanbul gibi büyük şehirlerde gerçekleşiyor, bölgesel çalışmalar ise çoğunlukla eksik kalıyor.  

Mehmedali Barış Beşli ve arkadaşları, üniversite yıllarında Lazcanın yok oluşuna karşı bir şeyler yapma ihtiyacı hisseden bir grup genç olarak Zuğaşi Berepe’yi kuruyor, Beşli “Lazca için bir çığlık olsun istedim” diyor. Kendisinin ifadesiyle grubun kurulduğu dönem, Sovyetler’in dağılması, dönemin bunalımları ve birçok faili meçhul ölüme tekabül ediyordu, Lazcanın ölüm tehlikesi de bu bunalımlardan biriydi. “Laz olduğumuz gibi devrimci olmaya çalışan, dünyaya soldan bakan insanlardık. Tek derdimiz Lazca değildi tabii; eşitsizlik, adaletsizlik, ekolojik yıkımlar, insanoğlunun sahip olduğu tüm dertlere biz de sahiptik.” Böylece Lazca, ‘dünyadaki eşitsizliği ve statükoyu eleştiren, özgür bir dünyayı hayal eden’ şarkılarla buluşuyor. Beşli, “Aşka ve devrime olan inanç söz konusuydu, bunları dile getirdik şarkılarda” diyor.  

Lazca, 1990’lı yıllarda rock müzik grubu Zuğaşi Berepe ve Ogni dergisi gibi çabalarla birlikte Eren Dağıstanlı’nın deyimiyle ‘kendini gösteren’ bir yere geliyor, şarkıların politik anlamı, bir mücadele zeminini oluşturmaya olanak tanıyor. Dağıstanlı, şarkıların Lazcadan Türkçeye çevirisine dikkat çekerken ‘Kalkın, devirin, yıkım için birleşin çocuklar’ sözlerini örnek veriyor, sözler bir iradeye ve Lazcanın görünen kimliğinin dışında başka bir hayatın var olduğuna dair ısrara da işaret ediyor. Dağıstanlı, diğer türlü sürdürülecek bir anadili koruma mücadelesinin eksik kalacağını ve başarı elde edemeyeceğini ifade ediyor.  

  

“Doğa talanı ve işlenen ekolojik suçlar dili de yok ediyor” 

Dağıstanlı, dil kaybını Doğu Karadeniz’de 2000’li yıllarla birlikte AKP iktidarının projeleriyle başlayan doğa talanının kendisiyle ilişkilendirerek açıklıyor: “HES, istinat duvarları, taşocakları, aklınıza gelebilecek tüm musibetler burada toplanmış durumda. Bu bir ekokırım suçu. Tarımı, ekolojik dengeyi, canlı yaşamını yok ediyor. Bir yandan dili de yok ediyor.” Dağıstanlı, bunun üzerine çok söz söylenmediğinin ancak bunun asimilasyon sürecini hızlandırdığının altını çiziyor. “Bu projeler insanları yerinden yurdundan ediyor” diyor, “Zaten yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan Doğu Karadeniz dilleri ve kültürleri, eğer konuşuldukları coğrafya yoksa yoklar.”


Anadilinde ezgiler: Ortak notalar, farklı dizeler mücadelesi

Ermeni ve Türk müziğini buluşturan Anadolu ezgileri: Peki ya kimin müziği? 

“Müzik, anadiliyle bağ kurmada çok güçlü bir enstrüman” diyor Ferda Önen, müziğin kuşakları, insanları buluşturan bir yanı olduğuna işaret ederek. Kendi kuşağından farklı olarak yeni kuşak caz, rap veya rock gibi farklı türlerde de Kürtçe müzikle ilgileniyor. Kürt müziğinin sadece Kürtler arasında değil dış çeperde de sevilerek dinlendiğini söylüyor.  

Ancak her zaman kavuşturan olmayabiliyor. Murad Mıhçı, Ermenistan’ın Eurovision’a Türkçe meali ‘Kayısı Çekirdeği’ olan bir şarkıyla çıkışını “Ermeniler bizim müziklerimizi çaldı diye Türkiye’de gündem olmuştu” diyerek anlatıyor, “Orada çalan ezgiler Anadolu ezgileriydi, doğruydu, nihayetinde Erivan’a Anadolu’dan gidenler vardı, müziklerini de gittikleri yerlere taşıdı bu insanlar” diyor.  

Mıhçı, birkaç şarkının Ermeniceden Türkçeye çevirisinde de katkısı olan birisi. Çok bilindik Ermenice parçalar, Sezen Aksu, Ahmet Kaya gibi şarkıcıların müziklerinde, Türkçeye çevrilmiş bestelerle yer alıyor. Mıhçı, Ermenicenin Türkçe müziğe sirayet etmesiyle ilgili olarak “Bunların menşeleri hiçbir zaman Ermenice olarak yansımadı ama Ermeni toplumu bunların Ermeniceden çevrilmiş müzikler olduğunu biliyorlardı o dönemde” diyor. 

  

“Ermenilikle anılmak istemeyenler Hemşinceyi bir yük gibi görebiliyor” 

Mahir Özkan’a göre farklı müzik gruplarının çıkması, Ayşenur Kolivar, Birol Topaloğlu, Selçuk Balcı, Salih Yılmaz, Tanju Topal gibi isimlerin şarkılarında Hemşinceye yer vermesi, Hemşincenin insanların gözündeki itibarını yükseltiyor. “Köyünden duyduğu bir dili bilgisayardan duymak bile farklı bir etki yaratıyor” diye ifade ediyor bunu Özkan, “Modern dünya çünkü, köylülüğe ait olan algısından kurtulmaya hizmet ediyor, dilini müzik olarak dinliyorsun”.  

Dilin daha tanınır olması, kendi çekincelerini de beraberinde getiriyor. Hemşincenin Ermenicenin bir lehçesi olması, bazı kesimler için sorun haline geliyor: “Hemşinlerin içinde de milliyetçiler var, devletin egemen sistemiyle çelişmek istemeyen insanlar, Ermeni kimliğinin Hıristiyanlıkla özdeşleşmiş olması sebebiyle Ermenilikle anılmak istemeyenler, Hemşinliği ve Hemşinceyi bir yük gibi görebiliyor” diyor Özkan bu durumu açıklarken.  

Yine de Hemşince için ısrarcılığı bırakmamak gerektiğini vurguluyor, “Anadili yüreğin kapısıdır diye bir slogan vardır, her dil dünyayı anlama biçimi getiriyor beraberinde” diyor. Sözlerin, kelimelerin her dilde farklı bir tınısı oluyor, Özkan için bu hapşırdığında Hemşince olarak söylenen bir sözde beliriyor: “Türkçede ‘Çok yaşa’ deriz, Hemşince de ise Türkçeye çevrildiğinde ‘acın tespih tanelerinin dağıldığı gibi dağılsın’ anlamına geliyor söylediğimiz söz, acın saçılsın, dağılsın gibi. Ben bunu söylemeyi çok seviyorum, bu duyguyu da seviyorum. Bana o duyguyu daha etkili hissettiriyor. Beni daha kendim gibi hissetmemi sağlıyor. Bu yüzden sahipleniyorum, beni ben yaptığı için.”  

Özkan, 2011 yılında Hemşin Kültürünü Araştırma ve Yaşatma Derneği’nin kurulmasının öncesinde Hemşinceyle ilgili dil çalışmalarının dışında ciddi anlamda örgütlü bir uğraş olmadığını söylüyor: “İstanbul’da yaşayan, kendi anadili Hemşince olan, ancak çocukları Hemşinceyi bilmeyen, birçoğu karma evlilik yapmış, sol-sosyalist geleneklerden gelen bir grup insandık. İlk farkına varanlarımız, bizzat çocuklarına dilini aktaramamış olanlarımızdı” diyor, bunun sebebi ise köyde olanların dilin canlı olduğu bir atmosferde yaşamaları gerekçesiyle yok oluşun farkında olmamaları.


Ne kaybederiz?

Anadiline dair tüm kaygılar dilin yok oluşu tehdidinde ortaklaşıyor. Dili kaybetmek, kültürü ve benliği kaybetmek olarak yorumlanıyor.  

Önen, “Bu dil senin var oluşun, geçmişin, hafızan” diyor, “seni hem aile hem toplumsal hafızada var eden bir şey, kaybettiğinde kendi kültürüne, toplumuna da yabancılaşıyorsun. Hayatımı Türkçe olarak daha yoğun yaşadığım dönemde bunu gördüm, Kürtçeyle kendimi daha rahat ifade ediyorum, duygularımı daha güçlü hissediyorum, (artık kaybettik onları ama) annemle, babamla olan bağımı hissediyorum”.  

Özkan, pragmatik olarak düşündüğümüzde ‘hiçbir şey’ de diyebileceğimizi söylüyor, “Hemşinceyle iş bulamazsınız, devlet kurumunda önünüz açılmaz, ticaret yapamazsınız, pratik yaşamda karşılığı olan bir dil değil. Saygınlık kazandıran bir dil de değil” diyor, bu saptamanın yok olma tehlikesi altındaki dillerin bütünüyle ilgili yapılabileceğini ekliyor. “Geriye ne kalıyor” diye sorduğumda ise “Tek şey kalıyor geriye” diyor, “Bu dil senin kimliğin. Duygun, düşüncen, geçmişin, dünyayı anlayış ve hissediş biçimin”. 

Beşli, “Heidegger ‘Dil, var oluşun evidir’ der, bizi biz yapan şey farklılıklarımız,bu dil insanlığın ortak mirası, Lazcanın yok oluşundan duyduğum acıyı Ubıhçanın yok oluşundan ayırt edemem” diyor. Beşli’ye göre kurtuluşun yolu ‘kendi evinizde, kendi ocağınızdan geçiyor’. 

Karaduman, dili yalnızca konuşabiliyor olmanın değil, o dilde okur-yazarlığın kendisi için çok hayati olduğunun altını çiziyor. Tüm dillerde olduğu gibi Adigece için de dili kaybetmeye dair ciddi bir toplumsal kaygı olduğunu ifade ediyor: “Bir halk kendi diliyle yaşamalı, dil yok olduğunda o toplum da o dille birlikte yok olur. Çerkesçe okuyamıyor olsaydım ne Nart destanlarından haberim olurdu ne bir şiiri, kitabı okuyabilirdim ne de anavatandan gelen bir haberi anlayabilirdim, bunun üstünde durmak gerekiyor.” 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz