“Bir Yunan, bir Makedon, bir Türk, bir Sırp ve bir Bulgar bir restoranda müzik eşliğinde bir şeyler içip akşam yemeklerini yerler.” Bir fıkranın başlangıcı gibi duran bu cümle, Bulgar yönetmen Adela Peeva’nın birçok ulusal ve uluslararası festival seçkisine katılıp çeşitli ödüllerle dönmüş “Bu Şarkı Kimin?” adlı belgesel filminin açılış sekansından.
Belgesel film, Balkanlar’da herkesin kendisinin olduğunu iddia ettiği bir şarkı hakkındaki gerçeğin komik, dramatik ve trajikomik bir arayışı üzerine kurulmuştur. 2000’li yılların başlarında İstanbul’da bir restoranda beş farklı etnik kimlikten arkadaş oturmaktadır. Muhabbet sürerken bir anda restoranda canlı müzik yapan müzisyenin söylediği “Üsküdar’a Giderken…” şeklinde bildiğimiz “Kâtibim” adlı şarkıya her biri, kendi dillerinde eşlik etmeye başlar. Sonrasında aralarında derin bir tartışma çıkar. Hepsi de şarkının kendi halklarına ait olduğunu iddia eder, ancak şarkının kökeni hakkında uzlaşma sağlayamazlar. Gecenin ardından masadaki Bulgar (Adela Peeva), şarkının izini sürmek için yollara düşer.
Belgesel, bazen bir aşk şarkısı, bazen bir ağıt, bazen dini bir ilahi, bazen bir savaş ve isyan şarkısı olarak karşımıza çıkan şarkının Türkiye, Yunanistan, Makedonya, Arnavutluk, Bosna Hersek, Sırbistan ve Bulgaristan’da heyecan verici hikâyesi üzerine kuruludur. Balkanlar’daki insanların karakterinin bazı tipik özelliklerini, örneğin iyi olan her şeyi kendine mal etme ve diğerlerinin aynı niteliklere, aynı şarkılara sahip olma hakkını reddetme, kendilerinden başka kimsenin böyle güzel bir şarkı yaratamayacağını kanıtlama mücadelelerini mizahi bir anlayışıyla gösteren belgesel, aslında aynı âdet, mizaç ve duygulara sahip olan ve birbirlerine çok benzeyen halkların aynı zamanda birbirlerine karşı etnik nefreti ve olumsuz bakış açısını da gözler önüne serer. Çok sayıda uluslararası ödül alan belgesel, Balkanlar’da milliyetçilik çözümlemesi bağlamından oldukça öğreticidir.
Belgeselin YouTube üzerinden de gösterime açık olan açılış sekansındaki “Bu şarkı kimin?” temalı tartışma, aslında Balkan coğrafyasının herhangi bir yerinde, herhangi bir dille söylenen, herhangi bir şarkı videosu altındaki yorumlarda da hararetli bir şekilde yapılageldiğinden aşina olduğum bir şey. Bu bağlamda müzik, Balkanlar’ı topyekûn anlatabilmek için bulunmaz bir nimet. Birbirini öldüren insanların cenazelerini aynı ağıtlarla kaldırması, düğünlerinde aynı müziklerle oynayıp ritim tutması, Balkan coğrafyasının reddedilemez ve ironik bir gerçeğidir.
İnsanların doğayla kurdukları ilişki ve bu ilişki bağlamında oluşan ihtiyaçları doğrultusunda edindiği bilgisi, dili, davranışları ve maddi üretim ve tüketim aletleri kültürü yaratmaktadır. Aynı coğrafyanın farklı etnik unsurları olan Balkan halkları tarihi bağlamdaki ortaklıkları sebebiyle o kadar aynı hikâyeler yaşamıştır ki bu hikâyeler ve ortak kültür öğeleri birbirine yakın hatta aynı tınılara dökülen müzikleri doğurmuştur. Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra kendi milli kimliklerini görünür hale getirmek isteyen etnik unsurlar, müziği bir ortaklaşma aracı olarak görmektense ayrışma haline getirecek savaşçı bir tutum sergilemiştir. Bu tutum, şarkının gerçek kökeninin izini süren Adela Peeva’nın belgesel araştırması içinde başının hayli ağrımasına neden olacaktır.
Film, yönetmenin sorusuna cevap bulamaz. Şarkının kime ait olduğunu öğrenemeyiz. Ama Balkanlar ve Balkan halkları hakkında büyük gerçekleri bir şarkı üzerinden anlamamıza yeter. Bu anlamda, belgeseli bir sanat/müzik belgeseli olarak değerlendirmek yanlış olacaktır. Adela Peeva’nın belgeseli çekerken neyi amaçladığını bilmek güç olsa da filminin tamamen bir politik zemine oturduğu görülmektedir.
İzleyiciler film sonunda, Balkanlar’ın her an patlamaya müsait bir “barut fıçısı” olduğu gerçeği ile yüzleşmektedirler. Ancak film, bu gerçeğin altında yatan unsurları, sorunun tarihle ilişkisini asla irdelemez ve soruna bir çözüm önerisi sunmaz. Yönetmen, self-oryantalist bir bakış açısıyla, Avrupalının sorunlu Balkan algısını pekiştirmekten öteye gidemez. Oysa asıl sorun, krize girmiş bir sistemin ta kendisidir. Asırlarca beraber yaşamış; acılarını, sevinçlerini paylaşmış halklar milliyetçi-ırkçı görüşler temelinde ayrıştırılıyor, düşmanlaştırılıyor. Önyargı, nefret, kendinden olmayana tahammülsüzlük egemenler tarafından topluma türlü kanallar aracılığıyla empoze ediliyor. Tarihi, egemenlerin gözünden okuyan halklar da ne yazık ki kendi sınıfsal gerçekliklerinden kopuyor, yaşanan sorunların sorumlusu olarak diğer halkları görüyor. Kapitalizmin içine girdiği tarihsel krizle beraber zirve yapan “yabancı düşmanlığı” öyle bir safhaya geliyor ki kadim bir geçmişle kardeşleşen halklar ortaklıklarını zenginlik ve yakınlık vesilesi addedecekleri yerde, faşist bir tutumla neredeyse bir savaş sebebi haline getiriyorlar. Yönetmen, belgeselde işlediği konuyu böylesi bir noktadan ele almak yerine durumu romantize ederek Balkan halklarının “çılgınlığından” dem vurmakla sonlandırmayı tercih ediyor.
Ayrıca yine yönetmenin sosyolojik araştırması sırasındaki sorunlu metodolojisinin ne kadar etik olup olmadığı da bir tartışma konusudur. Sırplara, şarkının Bosna cihat versiyonunu dinletmesi, Bulgarlara şarkının Türk-Mehter halinden bahsetmesi ve bunun gibi birçok provokatif hareketinin belgesel yönetmeninin naif bir kültür elçiliğinden fazlasına soyunduğu anlamına geldiği şüphesizdir.
Çok tanıdığımız bir melodinin peşinden Balkan diyarını dolaşmak, Balkan halklarının şarkıya bakışını öğrenmek, bu bakışın deşifresindeki etnik kini görebilmek adına; “Kâtibim” şarkısıyla sadece Üsküdar’a değil, tüm Balkanlar’a gidebilmek adına belgesel keyifle izlenebilir bir yapımdır.
Müziğin sözlerden değil notalardan oluştuğunu, ortak insan duygularını yansıtan evrensel dilinin olduğunu fark edebileceğimiz ve semantikten öte hissini çözümleyebildiğimiz, birleştirici gücünü görebildiğimiz insanlığın güzel zamanlarında sadece bildiğimiz problemleri işaret eden değil daha çözümleyici belgesellerin de çekilebileceğine inancım tamdır.
Belgeselin açılış sekansı (İlk 8 dakikası):