Depremin ne demek olduğunu 1999’da öğrendim. Yıkımı gördüm, yakınlarımı kaybettim ama o dönem ne kadar farkındaydın diye sorarsanız, değildim. 7 yaşında bir çocuktum, olan biteni anlamlandıramıyordum.
Sonrasında depremi öğrenerek, bilerek büyüdüm. 2003 Bingöl, 2011 Van, 2020 İzmir ve Elazığ… Hayatımızın bir gerçekliği olmuştu, tüm Türkiye gibi. Acı vardı ama bir türlü ders alınmıyordu.
99’dan neredeyse 24 sene sonra bir sabah kalktım; telefonumda onlarca mesaj, sosyal medyada yüzlerce gönderi… Yıkık şehirler, ölümler… Şoka uğruyorsunuz.
Depremin 10 şehirde yıkım yarattığını okuyor, Hatay’ın üstünden bir videosunu görüyorsunuz. Enkaz altındakiler-üstündekiler tweet atarak yardım istiyor. Her yer enkaz. İşe koyuluyor, bölgeden haber almaya çalışıyor, canlı yayınları izliyorsunuz.
Ama televizyonda, gazetede, telefonda gördüklerinizin hiçbiri gerçekleri kafanızda canlandırmaya yetmez.
Depremin üçüncü günüydü. İstanbul’dan akşamüstü yola koyulduk. Plansız, programsız. Orada olmalıydık, haber yapmalıydık. İnsanların seslerini herkese duyurmalıydık…
Yol, olması gerekenden kalabalık. Karlı ama açık. Bolu’da hava kötüleşiyor. Silecek suyu donuyor. Akaryakıt istasyonlarında acayip bir sıra var.
Yol boyunca bize ambulanslar, itfaiye araçları, yardım konvoyları, TIR’lar eşlik ediyor.
İlk durak Maraş Göksun. İlçenin hemen girişi, bir bina yıkılmış. Arama kurtarma çalışmaları bitmiş. Binanın yanına AFAD çadır kuruyor. Hemen önünde evin büyükannesi kar üstüne atılmış bir sandalyede hareketsiz oturuyor. Konuşacak bir şeyi yok. Hava -5 derece.
Bina sahibi enkaz üstünde, “Ben şimdi ne yapacağım” der gibi iki eli belinde düşünüyor. Alt katı lokanta olan bu binada 16 kişi varmış deprem anında. Çoğu çocuk… 8 kişiye mezar olmuş.
Deprem sabahı yataktan kalktığımda geçirdiğim şok, yaşadığım gerçekliğin yanında bir şey değilmiş.
Binanın daha 10 yıllık olduğunu öğreniyorum. “Nasıl olur, 10 yıllık bina nasıl çöker?” diye geçiriyor insan içinden.
Devam ediyoruz. Yolun karşı tarafı. Üstü kapalı bir halı saha tesisi. Yönetim ofisinde soba yanıyor. İçeride, yerde kadınlar ve çocuklar yatıyor. Saha içi ise alabildiğine kıyafetle dolu. Bir köşede sular, bir başka köşede de battaniyeler var.
İnsanlar yığınlar arasında kalın bir şeyler bulmaya çalışıyor. Çekim yaparken yanımıza gelen bir kadın anlatıyor derdini. Kalp hastası olduğunu, kalp piliyle yaşadığını söylüyor. Deprem günü nakil başvurusu yapmaya gideceğini öğreniyoruz.
Sonrası hayatım boyunca bir daha duymak istemeyeceğim cümleler:
“Evimiz yıkılmadı ama giremiyoruz. Yanımızdaki çöktü, bizim ev çatladı. İki gecedir dışarıdayız. Çok soğuk. Bugün mecbur oğlunun arabasına geçtik. İki aile, yedi kişi bir arabada kalıyoruz. Yakıt yok, çalıştıramıyoruz arabayı. İçinde battaniyelerle öyle oturuyoruz. Sokakta titriyoruz. Üç gündür jandarmaya gidiyorum çadır için ama hiçbir şey yok. Sadece çadır verin, kömür verin, başka bir şey istemiyorum.”
Güneş batmaya yaklaştıkça hava soğuyor. Ambulans sesi bir dakika olsun durmuyor. Trafik hava karardıkça artıyor. Göksun’da sadece sokak lambaları yanıyor. Kimse evlerinde değil. Anlıyoruz ki Göksun artık hayalet kent.
Geceyi ‘Sıcak bir çorba bulur muyuz’ diye yola çıktığımız Afşin’de noktalıyoruz. Tabelası yanan tek yer depremzedelerin, arama kurtarma ekiplerinin, sağlıkçıların, yardım getirenlerin uğrak noktası. Açıklar ama satış yok, yardım çorbası ve çayı var. İnsanlar sandalyelerde, masaların üstlerinde uyuyor.
Bir gün sonrası Elbistan’dayız. Bir yerleşim yeri nasıl yok olur, adeta ona tanıklık ediyoruz. Şehir merkezinde neredeyse yıkılmamış bina yok. Kimisinde arama kurtarma çalışmaları devam ediyor. Kimisinin üzerindeki kar hiç bozulmamış. Yanımıza gelen birisi “Enkazın üzerindeki kar bozulmamışsa oraya daha kimse girmemiştir” diyor. Beşinci gün ve gece -22 dereceyi görüyoruz. Bu soğukta insan nasıl hayatta kalır?
Bir cemevi yerleşkesine denk geliyoruz. Sivil toplum burada iyi örgütlenmiş. Oluşturulan inisiyatif din, dil, ırk ayırt etmeksizin ihtiyacı olanlara yardıma koşuyor, köylere gidiyor. Sıcak yemek ve barınma sağlıyor, dahası bölgeden ayrılmak isteyenler için masrafı kendi ceplerinden karşılayarak otobüs bile kaldırıyor.
Yanındaki boş arazide ise AFAD bir çadırkent kurmuş. Yerleşke kalabalık ama insanlar öfkeliler. Devlete karşı öfkeliler. Arama kurtarma yardımının, çadırların geç geldiğinden bahsediyorlar. Çadırlarda henüz kalan kimsenin olmadığını söylüyorlar. Sorduğumuzda gerekçe oldukça makul. “Soba yok. Her taraf su, buz. Bir bezin içinde nasıl ısınacağız?
İnsanların, yıkılmasa da oturulmayacak durumda olan evlerde kaldıklarını öğreniyoruz. Şişelerdeki suların bile donduğu bir yerde devlet insanlara eve girme riskini göze almaktan başka bir çare bırakmamış…
Tekrar Elbistan merkezine dönüyoruz. Hava kararmak üzere. Yardım çadırlarının birisinde çorba içecekken arama kurtarma görevlileri hareketleniyor. Bir enkazda canlı olma umudu var. Takipteyiz. Görevliler kısa bir değerlendirmenin ardından işe koyuluyor. Ses alınıyor ama görüntüden emin değiller. İş makineleri ışıklar getiriliyor. Alan açılıyor. Sonra AFAD geliyor. Sahadaki ekiple tartışma yaşıyor. AFAD ekibini çekiyor. Arama kurtarma sonlandırılıyor.
Arama kurtarmanın sonlandırılmasına kimse bir anlam veremiyor. Sahadaki herkes AFAD’a tepkili. “Gerekirse ellerimizle kazalım” diyorlar. Sahaya gelen ilk ekip Jandarma Arama Kurtarma’dan (JAK) akustik istiyor. JAK’ın gelmesi iki saati buluyor.
Beklerken ısınmak için arabaya geri dönmeye çalışıyorum. Geldiğim yolu kaybediyorum. Çünkü her yer enkaz ve binalar yollara doğru devrilmiş. Hiçbir yerde ışık yok. İnsan yok. Yıkılan binalar, ceset kokusu ve yalnızlık var.
Yine bir gün sonrası. Bu kez Maraş’ın merkezindeyiz. Şok giderek katlanıyor. Ulu Cami’yle çevreyolu arasında kalan kısım olduğu gibi yıkılmış durumda. Neredeyse ayakta kalan bina yok. Herkes bir yerlere koşturuyor. Sanki post-apokaliptik bir film setindeyim. Deprem olduğunu bilmesem tüm dünyayı aynı durumda zannedebilirim.
Her tarafta arama kurtarma çalışması, iş makineleri bir saniye olsun durmuyor. İnsanlar tabutların üstünde geceyi geçiriyor.
Şikâyetler, ihtiyaçlar, hikâyeler Göksun’da, Elbistan’da olduğu gibi burada da benzer.
Devlet yok, organizasyon yok, koordinasyon yok… Bu sadece benim gözlemim değil. Kime dokunsak aynı söylemi tekrarlıyor. Depremzedelerden gönüllülere, ülkücülerden siyasal İslamcılara kadar sanki herkes tek bir görüşte birleşmiş. 99’dan bugüne hiçbir şey değişmemiş: “Devlet geç kaldı.”
Fotoğraflar: Hikmet Adal