Tsey Rengin Yurdakul’la Sohbet – Enkazın ardından

0
199

İnsanoğlu ne yaşarsa yaşasın, zaman içinde kendine yeni gelecek umutları inşa etmez ise yaşayamaz herhalde. 1999 Düzce-Gölcük-Yalova depreminden sonra tekrar yaşama devam etmemizi ve edeceğimizi kendimize anlatmaya çalışarak bugünlere gelmiştik ki 6 Şubat günü Güneydoğu Anadolu’da yaşanan depremde, derme çatma rezidanslarla birlikte derme çatma ruh hallerimiz de yıkıldı.

Bütün dünya, Anadolu ve havalisinin deprem riski nedeninden ötürü yeryüzünün en tehlikeli bölgelerinden olduğunu bilirken biz nasıl bir rehavetle, daha doğrusu tevekkülle canlarımızı bu denli yoz ahlaklı insanların eline bırakabildik, bırakabiliyoruz! Tabii ki fakirlik en büyük neden ama acaba bu coğrafyanın insanları da, çok mu alışkın düşünmeden zahmetsiz yaşamaya? Çadırının, kulübesinin, evinin, apartmanının çevresini dahi, gözüne hep çarpıp rahatsız edeceğini veya mikrop üreteceğini düşünerek temiz tutmadan, düzenlemeden, değiştirmeden yaşamaya… Bu yüzden mi her felaketi yeniden daha büyük kayıplarla yaşamaya alışkın?

Vakıftan burs alan Yalovalı bir gencimiz vardı. Bursunu almaya geldiğinde biraz da oturur, sohbet ederdik. 1999 Yalova depreminden sonra geldiğinde bir başkalık vardı gözlerinde. Ürkmüştüm. O hoşsohbet hali hiç kalmamıştı. Öylece oturmuştu. 1 ay sonra geldiğinde “Abla, o spor salonundaki, frigofirik arabalarındaki koku geliyor burnuma her yerde” demişti. Bahsettiği salona cesetleri yığmışlardı. Frigofrik arabalarla ceset taşımıştı. Pek çok enkazın altından kol, bacak toplamıştı. Yağmacıları engellemeye çalışmış, uyuyamamışlardı. O 19 yaşındaki genç, artık 50 yaşındaydı. Her şeyle baş etmişti ama ruhundaki depremi durduramıyordu.

Hiç unutmuyorum.

Ve de şimdi yeniden, bu aymazlığın cezasız kalarak, müsebbip kişilerin doğal afet diyerek devam etmeleri yeni gelen kuşaklara ne de güzel örnek olacak. Az okuyan, az düşünen, vizyon olarak DIŞ GÜÇLER kavramından başka kavram bilmeyen bu toprağın insanları söylenenleri unutacak ve gördüklerini devam ettirecekler ne yazık ki. Asıl büyük felaket bu.

Bir siyasetçimiz şöyle diyor gençlere: “Müzeydi, sergiydi gezmeyi bırakın, siyasete girin.” Türkiye’de gelmiş geçmiş siyasetçi modelini tarif ediyor aydın profesör unvanlı kişi.

Çok üzgünüm.

Kendisinden önce yaşanmış ve bugünlere getirilmiş eserlere ilgi duyup da arkeoloji okumak isteyen gençlere mezar kazıcı mı olacaksın diyen bir kültür. Ve bu kültürden gelen insanlar siyaset yapıyorlar.

Daldan dala geçiyorum… 2017 yılında saygın üniversitelerimizden birinde, halka açık bir eğitim programına katıldım. Katılımcılar her bölgeden, her düşünceden oluşuyordu ve biz 4-5 arkadaştan başka, diğer herkes üniversiteli gençlerdi. O ders, işlenecek konu ile ilgili okumalar da önerirler ve bizi zenginleştirirlerdi. Bir dersimiz kültür üzerine idi. Herkes kültür kelimesini kendince tarif etti ve o dersin sonunda işkembeseverliğin, Galatasaraylılığın dahi bir kültür olduğuna karar verildi.

Çok üzüldüm, hatta dehşete düştüm. Bir eğitim kurumunda sanki “hani benim kültürüm falan diyorsunuz ya, ve kültürümü yaşamak istiyorum diye ülkeyi karıştırıyorsunuz ya, işte kültür dediğiniz bu kadar basit bir şey, fazladan bir kutsiyet falan yüklemeyin” demek istiyorlardı akademik ağızlardan.

Ama o kültür sayesinde deprem yardımlaşmasında bu kadar çabuk, düzenli ve gereken ihtiyaçların derhal temini ve yerine ulaştırılabilmesiyle harika bir koordinasyon ve dayanışma yarattılar derneklerimiz ve sevgili gençlerimiz. Hem de hiçbir kargaşaya mahal vermeden. Öte yandan 6 Şubat Pazartesi 14.39’da STK’ların e-postalarına bir yazı düştü:

Oysa biz Kızılay aracılığıyla yapılan yardımların yarısının yine Kızılay tarafından ayrılıp, başka durumlarda başka yerlere gönderilmek üzere stoklandığını Abhazya Savaşı zamanında öğrenmiştik zaten.

Yeni bir kuşak geliyor; ailesiz, evsiz, işsiz, parasız… Yerinden, topraklarından uzak, kültüründen yoksun. Yurt belleyeceği yere nasıl adapte olacak? Yerinde yurdunda herkes onu tanırken, elinden tutarken yeni yerinde kime güvenecek, inanacak? İşin kötüsü, çevre de onu hep yabancılayacak, yalnız hissedecek vs. vs. … Bu yaralar nasıl kapanacak? Kapattık zannediyoruz ama daha kaç nesli etkileyerek ve nelere mal olarak sürecek? Kim bilir… Bilmek isteyen var mı acaba?

Çocukları palyaço ile avutuyorlarmış. Sonra o çocuklar her acının karşısında hep beraber gülsünler diye mi? Evet, çok korktular, çok şaşkınlar ama o çocuklara çocukça bir dille, yavaş yavaş hikâyelerle “deprem neden, nasıl oluyor ve ne yapmalı”, korkutmadan, doğal bir dille anlatma yoluna gitseniz… Nasıl olsa anlamaz demeyin, anlıyorlar ve o yaştan bilinçlendirdiğiniz çocuk ileride belki de pek çok şeye çözüm üretecek. O çocuktur, bunları anlayamaz dendiğinde, ne ve neden olduğunu bilmediği, hatta yalan yanlış konuşmalardan dağarcığında kalan bilgilerle çaresizlik dolu bir korku odası mı yaratsın derinlerinde bir yerlerde?

Çok üzgünüm, çok kızgınım, kırgınım. Sözün bittiği yerdeyiz ama söylenecek çok şey var.

Çok üzgünüm. Tüm ölmüşlere Tanrı’dan rahmet, hayatta kalanlara sabırlar, ruh sağlığı ve güç diliyorum.

Thaşho!

Ey büyük Tanrım!

Herkesin yakardığı ama kimseye yakarmayan Tanrım!

Yeryüzündeki tüm halkları özgür ve mutlu kıl, koru ama biz Çerkesleri de unutma!

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz