Bir soykırım çözümlemesi

0
481

1915 yılında Osmanlı yönetiminin, özellikle İttihat ve Terakki Partisi’nin tasarladığı, kelimenin gerçek anlamıyla etnik temizlikti. Bir yandan Balkan bozgunu, Yunanistan’ın istiklaline kavuşması, diğer yandan Kafkasya Müslümanlarının ülkenin doğu vilayetlerine doğru geri çekilmeleri, ülke demografisinde önemli bir değişime yol açtı.


Birçok tarihçi, 24 Nisan 1915’in, yakın çağın ilk soykırımı olduğu tespitini paylaşır. Bu tarihte Ermeni halkına yaşatılanlar, 30 yıl kadar sonra Yahudilere karşı uygulanan ve tarihin en korkunç soykırımı olarak kabul edilen Holokost’a ilham vermiştir.

Burada altını çizmemiz gereken, her kitlesel katliamın soykırım tanımıyla anılamayacak olmasıdır. Bu tanımı belirleyen unsur, eylemin tasarlanma şekliyle ilgilidir. Bir failin, daha önce hiç karşılaşmadığı, kişisel bir husumeti olmayan insanları salt etnik, inançsal, cinsiyet ayrımcı veya dilsel-kültürel farklılıklarından ötürü öldürmesi, kurbanların sayısından bağımsız olarak bir soykırım suçu olarak değerlendirilmelidir. Konuya bu bakış açısıyla yaklaştığımızda, meselenin ne kadar güncel olduğunu görmek mümkün.

1915 yılında Osmanlı yönetiminin, özellikle İttihat ve Terakki Partisi’nin tasarladığı, kelimenin gerçek anlamıyla etnik temizlikti. Bir yandan Balkan bozgunu, Yunanistan’ın istiklaline kavuşması, diğer yandan Kafkasya Müslümanlarının ülkenin doğu vilayetlerine doğru geri çekilmeleri, ülke demografisinde önemli bir değişime yol açtı.

Sayıları milyonlara ulaşan bir mülteci akını, zaten nicedir ‘hasta adam’ olarak anılan imparatorluk topraklarına üşüşmüş, burada da adeta sudan çıkmış balık misali, hiç alışık olmadıkları bir sosyal dokuya eklemlenmek zorunda kalmışlardı.

1915’ten yaklaşık 50 yıl kadar önce yaşanan Çerkes göçleri, belli bir yerleştirme planı olmadığı için büyük bir felakete yol açmıştı. Çerkes halkları, meselenin bu yanını fazla anmaz, göç sürecindeki zayiatı çoğunlukla Karadeniz’in hırçın dalgalarıyla açıklamakla yetinirler. Oysa bu kayıpların katbekat fazlası, ‘Halifenin ülkesi’ olarak idealize edilen topraklara ayak bastıktan sonraki birkaç yıl içinde açlık, yoksulluk ve tifo veya tifüs salgınları sonucunda yaşanmıştır.

Osmanlı göç konusunda Rusya ile anlaşmış, ancak gelenlerin iskânı konusunda hiçbir hazırlık yapmamıştı. Yoğun bir feodal derebeylik düzeninin hâkim olduğu Abhaz, Adige, Ubıh vd. Çerkes toplumlarında, asilzadeler, prensler aileleriyle birlikte payitahta ulaşmış, burada sarayın himayesinde yeni bir yaşam inşa etmeyi başarmışlardı. Öte yanda binlerce yoksul insan, karaya çıktıkları andan itibaren sahipsizliğin en çaresiz sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda kalmışlardı. Koşulların iyileşmesi ancak Çerkes kimliğinin asimilasyonuna paralel olarak emniyet ve ordu kadrolarında uygulanan pozitif ayrımcılık ile mümkün oldu.

İttihatçıların mülteci akınlarının yol açtığı kaos karşısında düşünebildikleri ilk çare, nüfus mühendisliği oldu. Yıkılması adeta kaçınılmaz hale gelen imparatorluğu kurtarmak yerine, o enkazdan bir ulus-devlet yaratma çabasına giriştiler. Oysa aynı dönemde imparatorluğun Hıristiyan unsurları, kaçınılmaz çöküşe karşı halen Osmanlı’nın bekası için uğraşmaktaydılar. Sonuç olarak bu politik yanılgı kendileri açısından büyük bir felaketle sonlandı.

Söz konusu göç dalgaları karşısında İttihatçı akıl, Karadeniz Bölgesi’nde Topal Osman çevresindeki başıbozuk çetesiyle, diğer bölgelerde ise Teşkilatı Mahsusa eli ile cezaevlerinden özel görev yükleyerek salıverilen kriminal unsurlarla tehciri gerçek bir soykırıma dönüştürerek sağladı. Kürt coğrafyasında ise en önemli motivasyon, melelerin yaydığı “yedi gâvur öldüren doğruca cennete gider” vaadi oldu. Her türlü ganimetin mubah sayılacak olması da devletin zirvesinde tasarlanan soykırıma halkın fiili katılımını sağlayan bir etmen oldu.

Sonuç olarak hangi etnik kimlikten olursa olsun, ülkedeki tüm Müslüman toplumlar söz konusu etnik temizliğin paydaşı oldular.

Ermeniler, sonuçları öngörülen bir tehcir operasyonu ile anayurtlarından sökülüp atılırken Ege ve Karadeniz Rumları da şiddet dolu bir yıldırma ve kaçırtma operasyonunun ardından son nokta olarak mübadele kararıyla aynı akıbeti, anayurdun yitimini paylaştılar. Oluşan toz duman içinde Süryaniler ve Ezidiler de paylarını almış oldu.

Günümüz anlayışlarından çok farklı kabullerin geçerli olduğu bir çağda, bu operasyonlar yol açacağı mağduriyetlerden çok, sonuçlarıyla değerlendirildiler. Bu açıdan hedeflenen amacın hâsıl olduğunu söylemek de mümkün. Eski savunma bakanlarından Vecdi Gönül bu konuyu “Ege’de Rumlar, diğer yerlerde Ermeniler var olmaya devam etseydi ulus-devletimizi kurabilir miydik?” veciz cümlesiyle ifade etmişti.

Burada göz ardı edilen ise, henüz ulus birliği söz konusu değilken ulus-devlet anlayışının benimsenmesinden kaynaklanan yanlış. Dünyadaki örneklere baktığımızda, birçok ülkede önce ulus bilincinin, dil ve inanç birliğinin sağlandığını, ardından da devletin inşa edildiğini görürüz. Biz ise önce devlet kurma, ardından da bu devletin tebaasını bir ulusa evirme yolunu benimsedik. Üstelik bu operasyonun başat aktörü olarak seçilen Türk toplumu, Mülkiye veya Harbiye’de eğitim almış küçük bir grubun dışında, ülkenin en geri kalmış toplum kesimini oluşturuyordu. Türk unsurunun başat kabul edilmesi soy, tarih ve kültür anlamında doğru, yeni bir yapının üzerinde oluşturulması anlamında ise yanlış bir karardı. Türk’ün başat olduğu ulus-devlet modeli bugün dahi ciddi bir soru işareti. Yine eski bakanlardan birinin, geçmiş içişleri bakanlarından Mehmet Ağar’ın metaforik sözlerini anımsamakta yarar var. “Duvardaki o tuğlayı çekersem bütün duvar yıkılır” demişti Ağar. Sanırım Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil eden o duvarda, bütün yapıyı çökertecek tuğlalar birden fazla.

Vecdi Gönül’ün ifadesinde ortaya çıkan anlayış, bir arada yaşama ihtimalini tümüyle yadsıyan bir dünya görüşünü yansıtıyor. Ne var ki, Türkiye tarihi boyunca asla homojen olmamış, buna karşı barındırdığı çeşitlilikle çok uzun zaman dilimlerinde, Neo-Osmanlıcıların iddia ettiği gibi ‘barış içinde’ olmasa da etnik çatışmayı büyük oranda önleyebilmiş bir siyasi iradeye sahip.

Kimi unsurları budanmış da olsa, farklı etnik ve inanç gruplarının varlığıyla, söz konusu çeşitlilik halen varlığını koruyor. Ama geçmişten hiç ders çıkarmadan, bugün de o çeşitliliği bir tehlike olarak görenlerin sayısı küçümsenmeyecek kadar fazla.

1915 yılında işlenen katliamların kurbanları 2015 yılında, Ermeni kilisesinin aldığı bir kararla aziz ilan edildiler. Sekiz yıldan bu yana 24 Nisan günü bir yas anması olmaktan çok, soykırım suçlarını bilince çıkarma tarihi olarak anılmalı. Zira nefrete dayalı bu suçlar güncelliğini koruyor.

Devletler bu tür suçları için inandırıcı olup olmadığına bakmaksızın gerekçe üretmek konusunda çok mahir. Uygulama şekli ve sonuçları itibariyle soykırım tanımını hak eden Dersim Tertelesi, çok uzun yıllar boyunca isyan bastırma gerekçesiyle açıklandı. Bu gerekçenin temelsiz olduğu, 1937 yılında böyle bir isyana dair hiçbir veri olmadığı ancak son yıllarda dillendiriliyor. Hatta bu ithamların önünü kesmek üzere kimi terimlerin kullanılmasını dahi yasaklayabilir. Nitekim federatif bir devlet olan Yugoslavya parçalanırken yaşanan Boşnak soykırımının gerekçesi de Sırbistan’ın yüce menfaatleri olarak açıklandı.

Yadsınamaz gerçeklik nefret dilinin nefret suçlarına, onların birikiminin de soykırım suçuna zemin hazırladığıdır. Bu bağlamda Alevi, Hıristiyan veya Yahudi inançlarına, Kürt ve Ermeni etnik kimliklerine yönelik nefret dilinin şimdilerde ise genel olarak mültecilere ve LGBT+ bireylere yöneldiğini, bunun da nefret suçlarına zemin hazırladığını görmek zorundayız. Ne de olsa gerekli potansiyel sağlandıktan sonra büyük patlamalar için bir kıvılcımın yeterli olacağına dair 1978 Maraş olayları, Sivas Madımak yangını gibi deneyimlere sahibiz.

Yani soykırım tehdidi, salt geçmişte kalmış bir mesele değil, dünyanın herhangi bir köşesinde, uygun koşullar oluştuğu anda tekrar karşılaşabileceğimiz bir insanlık suçudur.

Meselenin küresel boyutunu gözden kaçırarak tarihin en korkunç soykırımlarını sadece kendilerine karşı işlenmiş bir suç olarak algılayan İsrail devleti, Filistin halkına karşı acımasız bir şiddet politikası benimserken, Ermeni toplumu da daha sonra işlenen benzer özellikteki suçlara karşı empati yapmak yerine duyarsızlığı benimsiyor.

 

*Agos Gazetesi Ermenice editörü, yazar.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz