Depremin yarattığı yıkımın altından nasıl kalkacağımızı düşünürken ve tabii ki devletin böyle devasa bir yarayı gerçekten iyileştirebilmesi için dönüşmesini talep ederken, toplum olarak, farklı toplumsal kesimler arasında yeni bir muhabbet dilini, bir arada yaşama kapasitemizi ve insan ve doğayı gözeten şehirleri nasıl kuracağımızı düşünmemiz gerekiyor. Bunun için akılda tutmakta yarar olan bazı düşünme eksenleri var.
Deprem ve toplumsal hafıza
Depremler, özellikle büyük insan kayıplarına neden olan depremler, ilk bakıldığında, hem gerçek ve fiziksel anlamda travma yaratan hem de insanların kuşaklar boyunca hafızalarının yırtılmasına neden olan “büyük” doğa olaylarıdır. Ancak aynı şiddette bir depremin Japonya’da çok az, Türkiye’de ölçülemez derecede yıkım yaratması ya da aynı sokakta onlarca bina yerle bir olurken, bir binanın sapasağlam ayakta durması gibi örnekler düşünülürse, toplumların etkilenme sürecinin sadece depreme değil, depreme hazırlık düzeyi ile doğrudan bağlantılı olduğu anlaşılır.
Ülkemizde gerçekleşen birçok depreme de ne yazık ki, “devlet-siyaset-ekonomi” üçgenine oturan “merkeziyetçi yapı-hamaset-çıkar” ilişkisi içinde toplum hep “hazırlıksız” yakalanmıştır. Bir önceki depremin açtığı yaralar daha kapanmadan, her yeni deprem fiziksel düzeyde yeni yıkımlar getirmiş ve toplumsal hafızada da derin travmalar yaratmıştır.
Başka bir ifadeyle, çare üretmeyen devlet-siyaset ilişkisi altında “doğal” afetler “toplumsal” travmaya dönüşürken, toplumsal aktörler her seferinde ölümü bekleyen, çaresiz ve güçsüzleşmiş kitlelere; toplumun hafızası da güvensizliği yeniden üreten yaralı bir hafızaya dönüşmüştür.
Üzüntü, endişe, travma
Ezberleri tekrarlamaya gerek yok ama en sıradan ifadeyle, Türkiye bir deprem ülkesidir. Ve bu depremler olduğunda insanların kitleler halinde hayatlarını kaybetmeleri “fıtrat” ya da “kaderin planı” falan değil, bu deprem kuşağına uygun planlama yapmayan yetkili ve etkili zümredir. Ancak bu zümre kendi kendine toplumun tepesine gökten inen bir zümre değil, bu toplumun dinamikleri ile birlikte serpilen, toplumun kılcal damarlarındaki korkular ve bu korkularla başa çıkmak üzere gelişen “savunmacı ve çıkar odaklı cemaatleşme” yapılarından üreyen bir zümredir. Ekonomik olarak hayatta kalmaya çalışan, yersiz yurtsuzluk duygusu yaşayan güvensiz insanların geçmiş ve gelecek, insan ve doğa bütünlüğü içinde, başkalarıyla birlikte yaşama tahayyülünü bir türlü kuramayan ruh hali deprem dışında da sürekli bir mutsuzluk ve endişe hali üretiyor. Yani zaten tarihten gelen toplumsal travmalar ve üzerine eklenen, adına “doğal” denen ama gayet “siyasi-ekonomik” afetler sebebiyle, sadece depremden birinci derecede etkilenen bölgelerdeki insanlar değil, bütün toplum derin bir şekilde etkileniyor. Ve tabii ki bu durum, toplumsal ilişkilerimizde güveni de kırılganlaştırıyor ve insanların en azından bir kısmı bu kırılganlığı aşacak otoriter, insan ürünü kutsallık ve çıkar içeren yapılanmalara, popülist bağlanmalara savruluyor.
Deprem ve depreme bağlı travmalarda en başta tabii ki yoksullar etkilenir. Çünkü bankalarda önemli “mevduatları” olan kesimlere kıyasla, yoksulların evleri yıkıldığı ya da hayvanları telef olduğu zaman, yeniden ayağa kalkabilecekleri imkânları da kaybederler. Fiziksel şartlar bakımından bu şekilde birinci derecede etkilenmeye bağlı olarak, toplumdaki cinsiyet eşitsizliği bakımından kırılgan olan kadınlar da depremin yarattığı sonuçlardan çok etkilenirler. Çünkü özellikle “çalışan erkek – ev kadını” modeli içinde erkeğin hayatını kaybettiği bir ortamda herhangi bir ekonomik ve kültürel sermayeden yoksun kadınlar adaletsiz toplumsal koşullarda yapayalnız kalırlar. Bunlara ek olarak bizzat deprem sahalarında da gördüğümüz gibi, etnik ve dinsel azınlıklar, mülteciler de depremin yarattığı sert koşullar altında, depremin yıkıntısının esas sorumlusu olan otoriteyi suçlayamayanlar tarafından “günah keçileri”ne dönüştürülüp, çok kolay hedef haline gelebilirler. Öte yandan, fiziksel zararların yanı sıra küçük çocuklar üzerinde travmaların ileride nasıl seyredeceği hakkında bilgimiz olmasa da, gelecek nesillerin, oldukça yoğun güvensizlik ve çaresizlik duygusuyla kuşatılmış olacağını öngörebiliriz.
Beton şehirler, yuvasız mekânlar
Türkiye uzun zamandır Edirne’den Kars’a kadar insanları, kültürlerini, doğal çevrelerini merkeze almak yerine, kuralsız, hukuksuz, ekonomik ve siyasal çıkar şebekeleri tarafından yönetilen kapitalist ve beton bir ülke kıvamında. Yani mekânlar insana aidiyet duygusu vermekten çok uzakta… Safranbolu, Mardin, Fener-Balat gibi istisnalar dışında herhangi bir şehrin bir başkasından hiçbir farkı yok. Yani soğuk iklimin şehri Kars’ın kentsel mekânları ile sıcak iklimli Antalya’nın mekânları arasında hiçbir fark yok. Bu yüzden Antalyalı ya da Karslı bir insanın yürüdüğü sokaklara bakıp, eskiye dair hatırlayacağı ve anlatacağı bir tarih yok. Dolayısıyla Karslı ya da Antalyalı ortalama birey kendisine ancak güç ilişkileri içinde dayatılan hikâyelere inanmak zorunda. Bu yüzden, insanlar somut tarih içeren somut hafıza mekânları ile düşünmek yerine, televizyon kanallarında hamaset dilleriyle örülmüş, Amerikan özentisi aksiyon filmlerinde “milli kimlik” öğreniyorlar. İnsanların ihtiyaç duyduğu “yuva” da -yani ister kentsel ister milli/toplumsal olsun- içine gireceği “kimlik”, somut hatıralarla, işaretlerle, hikâyelerle değil, kurmaca ama aynı zamanda gayet çürük bir yuvaya dönüşüyor. Bu yüzden bitmeyen kimlik krizleri ve kavgaları yaşıyoruz.
İşte depremle kırık dökük, çürük kentsel kimliklerimiz de yıkılıyor. İnsanların her şeye rağmen, el yordamıyla bulup buluşturdukları parçalarla sembolik olarak kurdukları mekânlar, barındıkları yerler ya da kimlikler yani “yuvalar” da altüst oluyor. Üstelik, meraları, tarım alanlarını da alelacele gasp etme riski taşıyan yeni beton binaların vaat edildiği bir siyasal söylem altında, yıkılanın yerine konabilecek yeni bir “yuva” hayal etmek bile giderek zorlaşıyor. Çünkü insanın içinde yaşayabileceği yuva sadece beton bir barınak değil; ekolojik ve kültürel çevresiyle bütüncül bir yuvadır. Bu yüzden, geniş bir şehir ve bölge planlaması içermeyen her türlü inşaat yeni toplumsal sorunlara, travmalara hazırlıktan başka bir anlam taşımıyor.
Dayanışan toplum
Otoriter devlet geleneği altında neredeyse tüm zamanlarda kolu kanadı kırılan Türkiye toplumunun çok ilginç paradoksal bir özelliği var. Oldukça önemli bir çoğunluk, bir yandan hayatta kalmak için her türlü kapanmacı, cemaatçi tutum ve davranışlar içine girebiliyor. Dolayısıyla düşmanlarla var olabilen hâkim devletçi dil altında kutuplaşması çok kolay olabiliyor. Ancak bu kutuplaşma dili soğuk ve toplumun üstünü kapatan, kullanmakta mecbur olunan bir dil özelliği taşıyor. Devletin o görünen gücü depremle birlikte darmadağın olduğu zaman, insanlar yıkıntılar altında kalan, kendileri gibi insanlarla bağını yeniden keşfediyor ve “bir arada yaşama” kapasitesi ortaya çıkıyor. Zaten, toplumsal ilişkiler içinde, özellikle gündelik hayatta bu türden dayanışmacı potansiyel olmasa, toplum diye bir şeyden bahsetmek mümkün olmazdı. Ve tabii kuşkusuz, yurtdışından gelen yardımlar da, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” gibi ezberlerle yeniden üretilen soğuk üst dilin bütün meşruiyetini kırıyor. Depremde enkaz altındaki insanlar kendilerine uzanan kurtarıcıların Ermenice, Arapça, Rumca, Almanca gibi dilleri ve daha başka onlarca dili duydukları zaman, korku, yalnızlık ve çaresizlik yerine, yeniden güven duymayı tecrübe ediyorlar ve bu yüzden hayat devam edebiliyor.
Şehri terk etmek ya da kalmak, katılmak
Depremden sonra göç eden insanlar mutlak çaresizliğin en somut örneğini bize anlatıyorlar. Yani altüst olan şehirlerinde, devletin, Kızılay’ın, bürokrasinin yardım edemeyeceğini, bu haliyle hayatta kalmanın imkânsız olduğunu gösteriyorlar. Ancak benim görebildiğim kadarıyla Hatay’da birden çok yerde “Geri döneceğiz Hatay/Antakya, bekle bizi!” gibi duvar yazıları, orta vadede, bir şehirle aidiyet ilişkisine dair çok önemli ipuçları veriyor olabilir. Türkiye’nin çokkültürlülük bakımından en zengin şehirlerinden biri olduğu bilinen Hatay ili ve Antakya gibi ilçeleri şimdilik terk edilmiş olsa bile, şehirlerine mecburiyetle değil, sevgiyle bağlanan insanların geri dönüş potansiyeli taşıdığını söyleyebiliriz.
Ancak birçok şehirde muhtemelen, toprakla bağı olmayan insanların geri dönme eğiliminin düşük kalacağını öngörebiliriz. Geri dönme potansiyeli düşük olan ve aynı zamanda gittikleri yerlerde hayata tutunmak için çok büyük zorluklarla karşılaşacak insanların, gençlerin ve çocukların gelecekte önemli dozda güvensizlik yaşayacaklarını ve başkaları için de güvensizlik kaynağı olacaklarını öngörmek çok zor görünmüyor.
Kısaca söylemek gerekirse, bütün bunları ve burada konu edilmeyen daha başka unsurlar olduğunu da bilerek, elimizde “şehri yeniden kurmak” meselesinin esas olarak birlikte iyileşmek, birlikte yaralarımızı sarmak ve birlikte “katılmak” olduğunu anlayabiliyoruz. Çünkü her birimizin geçmişten gelen yaralı hafızalarımız ve kabul edilmek gibi bir derdimiz var. Şimdiye kadar bu duygularımız hiyerarşik, otoriter yapılar içinde saygı görmedi.
Bu yüzden, Maraş’ı, Adıyaman’ı, Hatay’ı ve diğer şehirleri yeniden kurarken, “yapı stokunu” tamamlamak gibi “beton-para” diline teslim olmamak, buna karşılık o şehirlerde bizzat insanların yaşayacağını, bunun tarlasıyla bahçesiyle, ekosistemi ve kültürleriyle birlikte yaşamak anlamına geldiğini sürekli dile getirmemiz gerekiyor. Oldubittiye getirilen şehirleri değil, katılarak karar verdiğimiz şehirleri hayal etmek, talep etmek ve gerçekleştirmek gerekiyor.
Çünkü taş taş üstünde kalmayan şehirlerde hafızamızı ve şehir kimliğini, en kırılgan kesimleri de göz önünde tutarak kurmak için en önemli sermayemiz esas olarak “dayanışmak” ve “katılmak” olacak. Dayanıştığımız ve katıldığımız için o şehirler gerçekten bizim olacak.