Bağımsızlık Demokrasi Özgürlük Eşitlik Birlik

Hayal edelim…

Kısa bir yolculuk yapalım hep birlikte… Hepimizin bildiği bir yolu bir de beraberce yürüyelim.

Hayal edelim…

Başkalarının hesaplarıyla, başkalarının çıkarlarıyla, başkalarının zorlamalarıyla, bin yıllardır atalarımızın yaşadığı toprakları terk etmek mecburiyetinde bırakılıyoruz.

Evimizi, köyümüzü, anılarımızı, mezarlıkta ebedi uykularında yatan ecdadımızı, şehitlerimizi,

Mazimizi, bugünümüzü, geleceğimizi terk edip, geri dönüp dönemeyeceğimizi bilmeden, çekiyoruz kapımızı, geçmesin namert eline diye can yoldaşı bildiğimiz atlarımızı bile vuruyoruz.

Ezeli düşmanımızın tahrik ve tehditleri altında bir kafileye karışıp içimiz kan ağlasa da başımız dik, meçhule doğru çıkıyoruz yola.

Mazimiz mahzun ve biçare, şehitlerimiz öksüz kalıyor…

Dondurucu soğukta, aşılmaz dağları aşacağız…

Karadeniz kıyılarına ulaşacağız.

Gemilere binip geri dönüş günü gelene kadar Osmanlı’ya misafir olacağız. Çünkü mollalar, Osmanlı’nın görevlileri yıllardır bunu söylemişlerdi bize.

Yolda sevdiklerimiz ölüyor, kaya diplerine, ağaç altlarına alelacele gömüyoruz.

Açlıktan ağlayan yavrularımızı otla, ağaç kabuklarıyla oyalıyoruz.

Evlerimizi basan, genç kızlarımızı kaçırmaya yeltenen, sevdiklerimizi öldüren Rus askerleri tiksindiren bir küstahlıkla bakıyorlar gözümüzün içine…

Biz sessiz sedasız yürüyoruz…

Ortaçağ esirleri köle pazarına götürülüyor gibi, düşe kalka, öle kala götürülüyoruz Karadeniz kıyısına.

Binler, on binlerce insan yığılmış deniz kıyısına. Karışıyoruz aralarına, dikiyoruz gözlerimizi ufka, gelip bizi alacak bir gemi beklemeye başlıyoruz.

Ama nafile… Birkaç tekne gelip alıyor yolcularını.

Sonra aylarca ne gelen oluyor ne de giden.

Bekliyoruz…

Açız, hastayız, üşüyoruz, üzgünüz, insanız nihayetinde, korkuyoruz…

Günler uzadıkça uzuyor, o gemiler gelmek bilmiyor.

Geri dönelim desek dönemiyoruz. Öylece bekliyoruz.

Soluduğumuz hava yavaş yavaş evladımız, eşimiz, annemiz, babamız gibi kokmaya başlıyor. Ölüyorlar, gömecek yer, gömecek mecal bulamıyor, nefes nefes onları soluyoruz.

Devam ediyoruz beklemeye ve ölmeye…

Ölememişsek eğer yaşayan ölülere dönüyoruz.

Açlıktan çıldıracak gibi olan masum ve mağdur köpekler parçalıyor can çekişmekte olanları. Mazurlar, onlar da hayatta kalmaya çalışıyorlar.

Akbabalar uçuşuyor üzerimizde, paylarını kapmak için.

Annesinin kurumuş taş gibi memesini emmeye çalışıyor bebekler.

Gözlerimiz ufukta, kırık dökük mezar taşları gibi sürüyor bekleyişimiz.

Kıyamet günüymüş gibi kendi derdine düşmüş herkes.

Ama o gemiler bir türlü gelmiyor.

Aylar kâbus içinde, kâbusla geçip gidiyor, ölen ölüyor, kalanlar adeta ruh…

Nihayet uzaklarda birkaç direk beliriyor…

Bir kıpırdanma başlıyor bu mahşeri kalabalıkta.

Ortalıkta kalmış cesetlerle içli dışlı bekleşen yaşlılar, hastalar, deriye bürünmüş iskeletlere dönen kadın, erkek, çoluk çocuk ayaklanıyor.

Birkaç adım atıp yığılanlar, birbirlerini ezenler, cesetleri çiğneyenler, teknelere ilk binenlerden olmaya çabalayanlar, feryat figan annelerini, babalarını arayan kaybolmuş çocuklar, sağa sola saldıran sahipleri gibi mağdur ve masum köpekler, artakalanları toplama derdindeki leş yiyici kuşlar, mide bulandırıcı kesif bir koku sarmış her yanı…

Korkmuş, şaşkın, kaygılı, bezgin ve umutlu ruhlar, ruhlar, ruhlar! O ruhlara çığlık çığlığa saldıran ifritler, şeytanlar! Nefes nefes solunan soydaş, ana, baba, evlat, kardeş, eş, çürümüşler. Açgözlü Karadeniz! Kapıları ardına kadar açık bekleyen, cennet zannedilen cehennem!

Hayatta kalacak olanların asla hatırlamak istemeyecekleri dehşet ve mazur görülebilecek utanç manzaraları!

Asırlardır gün yüzü görmemiş zindan mahkûmları azat edilmiş de, topraktan fersude kefenleriyle fışkırıp çıkıveren ölülerle birlikte denize doğru koşuyorlarmış gibi sanki.

Rastgele bindirmeye başlıyorlar biçare insanları, öyle fazla da büyük olmayan bir Fevaid-i Osmaniye gemilerine. Lafın gelişi gemi, arada büyükçe olanları gelse de çoğu taka ya da tekne!

Kim kimin akrabası, aynı köyden mi, hatta aynı aileden mi diye bakmasızın dolduruyorlar teknelere; çoğu hasta, hayatta kalma kaygısıyla vatanlarından sürülme acısını bile en azından şimdilik erteleyen, belki de ölen bir yakınlarını gerektiği gibi toprağa verememenin sızısını hiç unutmayacak, “Köpekler mi, leş yiyici kuşlar mı parçalamıştır?” sorusuna asla yanıt bulamadan yaşamaya mahkûm sürgün insanlarını.

Bazen öyle şeyler oluyor ki aklı ve varsa eğer vicdanı zorluyor. Mesela bir aileden beş kişi tekneye alınıyor, sonra;

“Yer kalmadı, burası tamam!” diye sesleniyorlar, ailenin diğer fertleri başka bir tekneye bindiriliyor, sabrın son demlerine gelmiş akrabalar, çırpınmalarına aldırmaz bir duyarsızlık ve insafsızlıkla, belki de bir daha buluşmamak üzere farklı limanlara gidecek teknelere yönlendiriliyor, aileler paramparça ediliyor, kardeşler birbirinden koparılıyor; yalvarmalarımız, yakarmalarımız duyulmuyor.

“Baş tacımız, misafirimiz olacaksınız” demişlerdi ya bize

Hep birlikte hayal edelim.

Tıka basa dolu köhne bir tekne karadan uzaklaşırken samimi bir nedametle son kez bakabildiğimiz, “En kısa zamanda döneceğiz” diye söz verdiğimiz, ama bir daha göremeyeceğimiz kırgın vatana el salladığımızı.

Taşına, toprağına, ırmağına, kurduna, kuşuna, annemize, babamıza, kardeşimize selam yolladığımızı.

Giderek küçülen dağların, ufukta aniden kayboluşunu.

Birden üzerimize çöken derin yalnızlığı…

O içler acısı yolculuğu geçelim, kulaklarımızı tıkayalım canhıraş feryatlara.

Yavrusunu atmasınlar Karadeniz’in soğuk sularına diye, buz gibi minicik bedenini bağrına bastırıp, mutlu ninniler söyleyen anaları duymayalım.

Şuurunu yitirip de, içlerinin ateşini tuzlu su ile harlayarak ölenleri,

Denizi kaplayan binlerce cesedi görmeyelim.

Hayal edelim “Çok şükür bitti” diye halifenin kutlu topraklarına aç, hasta, çıplak, yorgun, bezgin ayak basışımızı.

Her şey bitti derken yeniden başlayışını…

“Baş tacımız, misafirimiz olacaksınız” demişlerdi ya bize.

Son lokmamızı misafirimizle paylaşıp, misafiri ilahi bir nimet kabul ederken, kapımıza gelen düşmanımız bile olsa buyur edip ağırlarken ve özgürlüğümüzü, bizi biz yapan değerlerimizi yitirmemek adına düşmüşken yollara, kamplarda bize zelil bir esaret hayatının reva görülüşünü, sokak aralarında, çayırlarda, bahçelerde şansımız varsa ölüme, şansımız yoksa yaşamaya mahkûm edilişimizi düşünelim.

Aylar, aylar, aylar geçiyor…

Yer yabancı, dil yabancı, aldığımız nefes yabancı… İçimizde hiçbir dille ifade edilemeyecek sonsuz acı…

Açlık, hastalık bırakmıyor yakamızı.

“Moskofun zulmünden kaçmışlar” diyen halk, gün geçtikçe değişiyor. “Gitseler de kurtulsak” sesleri yükselmeye başlıyor. Rahatları kaçtı, haklılar.

Ölümlerin kesilmiyor ardı arkası.

Ortalıkta kalıyor cesetler Karadeniz kıyısındaki o uzun bekleyişte olduğu gibi.

Tayın diye verilen 60 dirhem ekmekle ayakta kalmaya çalışıyoruz. Zaman geçiyor, o da kesiliyor.

Biricik kızı Dane ölmesin diye üç yumurta çalan, ama çok geç kalan Huzbek’i…

Ağlayan yavru kedilere bir parça ekmek vermek için çadırdan biraz uzaklaşıp sırra kadem basan Nefin’i…

Başka bir gemiyle başka bir limana gönderilen kızından bir daha haber alamadan ölen Salihat Ana’yı hatırlayalım.

Yetim yavrularımız üç beş kuruş hüccet harcı alınıp evlatlık veriliyor ona buna. Kardeşler koparılıyor birbirinden. Hayatın dehlizlerinde yok olup gidiyorlar kim olduklarını bilmeden.

Yasak olmasına yasak da, tarih boyunca başımızın belası köle pazarları kuruluyor Trabzon’da, Samsun’da…

Bin pişman oluyoruz bu topraklara ayak bastığımıza. Ama artık çok geç, dönemiyoruz da geriye.

Nasıl bir çaresizlik, nasıl büyük bir yıkım olduğunu anlamaya çalışalım.

Yine birlikte hayal edelim…

İskân diye dağıtıldığımızı sağa sola. Nerede karın tokluğuna çalışacak, savaşacak ve ölecek insan lazımsa oraya. Orası olmadı şuraya, şurası olmadı buraya. Parçalansın aileler, köyler. Yollarda ölelim, gittiğimiz yerlerde ölelim. Çete savaşlarının, isyanların tam ortasına düşelim.

Balkanlar’da da isyanın ayak sesleri duyuluyor ya, bir kısmımız da oraya gönderilsin. Rus uzantısı çapulcu Slavların içine savrulalım.

Ruslardan bile görmediklerimizi orada görelim.

Osmanlı, “Topraklarımda kalmak istiyorsan savaşacaksın ve öleceksin” dediği için yine ölelim ve yine öldürelim.

Görülmemiş vahşetlere tanık olalım. Yıllar sonra “Türkler katledildi” diye yazsın tarih kitapları.

Bu kanlı mücadele sürerken, geri dönene kadar kendimize iğreti de olsa bir hayat kuralım.

Bir gün olsun rahat nefes almasak da, yaşamaya çalışalım. Çocuklarımız olsun, serpilsin.

İki odalı evimiz olsun.

Düşmanımız, sevenimiz olsun.

Bir an bile yüreğimizden çıkarmadan vatanımızı yıllar geçsin kan revan içinde. On dört yıl sonra, 93 Harbi’nde yenilsin Osmanlı…

Tarih tekerrür etsin. Bizim buralara gelmemize neden olan ülkeler otursunlar masa başında, el sıkışıp desinler ki “Çerkesler gidecekler”.

Gözümüzün önüne getirelim, alın terleriyle, kanlarıyla, canlarıyla kurdukları yeni dünyalarını, yeni hayatlarını, evlerini, barklarını bir kez daha terk etmek zorunda bırakılan çoluk çocuk, yaşlı, hasta yollara dökülen yüz binlerce insanı…

Lazkiye’ye doğru yol alırken Kıbrıs açıklarında batan 3.000 yolcusu olan, ama ancak 500 kişinin kurtulabildiği gemiyi…

On dört yıl içinde ikinci sürgün

Çok azı Batı Anadolu’ya gelebilen, büyük çoğunluğu Osmanlı-Arap topraklarına sürülen, yeni bir kültürü, yeni bir dili öğrenmek zorunda kalacak, aşiretlerle mücadele içinde geçecek bir yaşama adım atacak insanları,

On dört yıl içinde ikinci sürgünü yaşayan, vatanlarına da Balkanlar’a da geri dönüşleri engellenen yorgun bir halkın travmasını anlamaya çalışalım.

Hayal edelim…

Cepheden cepheye koşarak, yine ölerek,

Alışmaya çalışarak, mecburen alışarak,

Her geçen gün kendimizden bir şeyleri feda ederek,

Hep bir parça daha eksilerek 44 yıl geçiyor Balkan sürgününün üzerinden…

Kaderimize razı oluyoruz mecburen,

Bir gün aniden;

Çerkeslere artık ihtiyaç kalmadığında, Mürvetler sürülüyor sudan bir bahaneyle. Çok geçmeden,

“Eşkıya saklayan köyler sürülecek” diye bildiriler asılıyor Gönen-Manyas civarındaki köylerin camilerine…

‘’Bir kişiyi saklayan olursa bütün köy sürülecek!’’

Bütün köy derken, ‘’köydeki bütün Çerkesler’’ kastedilen. Çünkü bir tek Türk bile sürülmeyecek. Ne kadar tanıdık bir ifade. General Yermolov’un söylediğini hatırlayalım:

“Asker olsun sivil olsun, öldürülen her Rus için suçlu olup olmadıklarına bakılmaksızın 20 Kafkasyalı öldürülecektir!”

Emsali az bulunur yüksek adalet!

“Çerkesleri istemiyoruz” diye nümayişler yapılıyor, imzalar toplanıyor.

“Hain” yaftası yapıştırılıyor alnımıza. Her evden bir şehidin, bir gazinin olduğu savaştan yeni çıkmış bir halk nezdinde, bundan etkili bir yaftalama yoktur herhalde.

Dün dost olanlar, birden düşmanımız oluyor…

Selamı sabahı kesiyor komşularımız.

O lanetli gün geliyor ve…

Kaç kez soframızda ağırladığımız Jandarma komutanı, gece yarısı basıyor köyümüzü, eşkıya sanıp da kadınlar, genç kızlar namuslarının derdine düşüp köşe bucak saklanıyorlar…

Ahaliyi köy meydanında topluyor eli meşaleli askerler.

Ruslar bile Çerkeslere köylerini terk etmeleri için bir ay süre tanımışken…

“Neyiniz var neyiniz yok satacaksınız… Bir kağnı eşya alabilirsiniz. İçeriye taşınacaksınız” diyor komutan.

“Neden?” diye soran olursa dipçiği yiyor.

Köyden çıkış yasak, giriş izne tabi. Malımıza mülkümüze yok pahasına el koyacak olan leş kargaları çoktan belli.

Gasp ediliyor hayatımız, yarınlarımız, umutlarımız…

Biz canımızdan vazgeçmişken ikinci vatanımız diye, boğazımızdan geçen bir kaşık helal çorbayı, çamur kararak kerpiç dökerek yaptığımız iki göz odayı çok görüyorlar bize…

Üç gün yatak dördüncü gün toprak deme hakkı söke söke ellerinden alınıyor büyüklerimizin,

Yeniden sürgün yolu görünüyor insanımıza…

Parasız pulsuz, üstsüz başsız savuruyorlar bizi oraya buraya

Kan kusan hava değişimdeki Osmanımıza, 95 yaşındaki Adile Anamıza, 3 yaşındaki Alimize, hastamıza, kadınımıza, kızımıza…

Üçüncü kez sürülenler var aramızda. Çünkü bir kısmı Balkanlar’dan sürülmüştü buralara.

Yolda kangren olup ölen annesinin koynunda titreye titreye sabahlayan Ali’nin acısını hissetmeye çalışalım içimizde.

“Hain damgası”nı yiyoruz alnımıza, atılan taşlar ve hakaretler altında, duvar diplerine, ağaç altlarına, kıra, bayıra isimsiz mezarlar bıraka bıraka dağıtılıyoruz ücra Anadolu diyarlarına.

‘’Biz ne yaptık? Ne olabilir şu ninelerin, dedelerin suçu, hele hele 95 yaşındaki şehit anası Adile Nenej’in? Ya açlıktan ağlayan şu 2-3 yaşındaki bebekler ne günah işlediler? Yürümeye mecali olmayan, belki de ölüme gün sayan şu hasta kadıncağız ne yaptı acaba? Ne işi var burada şarapnel parçasıyla bir gözü kör kalmış Hatko Ali’nin, koltuk değneğine mahkûm kardeşi Hüseyin’in? “Daha iki günlük gelin değil mi güzeller güzeli Tsey Feriha?” diye soramadan,

Parasız pulsuz, üstsüz başsız savuruyorlar bizi oraya buraya,

“Haydi bakalım” diyorlar, “yaşayın yaşayabiliyorsanız”. Bizi “hainler” diye tanıttıkları ahalinin içine terk ediyorlar.

Bir araya gelmemizi, görüşmemizi, birbirimize destek olmamızı, bir lokma ekmeğimizi bölüşmemizi engelliyorlar.

Kendi iktidar mücadeleleri için, dönüp arkalarına bile bakmadan çekip gidiyorlar.

Gece gündüz korku, yokluk ve zillet içinde, ölümden beter bir yaşama mecbur ediyorlar.

Binlerce kez ölüp dirilmekle geçiyor asırlarca süren bir yıl.

Nihayet, sözüm ona âlicenaplık gösterip de zaten suçu olmayanları affediyor,

“İsteyen geri dönebilir” diyorlar.

Elde yok avuçta yok, mecal yok, nasıl dönecek bunlar diye hiç dert etmiyorlar.

“Madem sürülüp bu hayata mahkûm edilecek kadar büyük bir suçumuz vardı, neden bu affediş? Eğer yoksa bir suçumuz nedir bize reva görülen bu zillet ve eziyet” diye soramadan dönebilenler yine dağda bayırda isimsiz mezarlar bırakarak dönüyorlar binbir meşakkatle, dönemeyenler kalıyor oralarda…

Hayal edelim bütün bunları…

Hayal edelim ve onlarla birlikte yaşayalım yaşananları.

Hayır ve rahmetle analım bütün bu zulümlere maruz kalanları.

Kaybolup giden isimsiz mezarlarda yatanları…

 

Görsel: Faruk Kutlu

 

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Süha Baytekin
Süha Baytekin
1965 Almanya doğumlu. Baba İstanbul, anne Eskişehirli. Haydarpaşa Lisesi ve Marmara Üniversitesi Uluslararası İşletmecilik mezunu. Yüksek lisansını ve doktorasını İstanbul Üniversitesi Uluslararası İşletmecilik'te yaptı. Koç Holding ile başlayıp sayısız firmada yöneticilik, Hamoğlu Holding ile sonlanan, pazarlama, iletişim kordinatörlüğü... Şu anda emekli. Uzun yıllardır sosyal medya ve çeşitli mecralarda yazarlık... 5.000 fotoğraflık eski Çerkes fotoğrafları arşivi var. Kitapları: "Diasporada Çerkes Olmak", "Çerkes Sürgünnamesi", "Kutsal Ay’ın Kızları-1". Basılacak Kitapları: "Kutsal Ay'ın Kızları-2", "Kutsal Güneşin Çocukları", "Diasporik Hikayeler". Medeni durum: Bekâr.

Yazarın Diğer Yazıları

Nauke Yakup Oğlu Reşit

Manyas’a bağlı Bolağaç Köyü’nden Nauke Yakup oğlu Reşit… Milli Mücadele’ye başından itibaren katılmış bir asker! Ölüme meydan okumuş, aç kalmış, soğukta kalmış, yılmamış, ana baba duasını...

Dile hasret…

Annesi Çerkes, babası Türk olan bir dostum anlattı bu hikâyeyi... 90 yaşına yakındı. Bizim yanımızda yaşıyordu anneannem. Köyde evi barkı kalmamıştı. Annemden başka bir evladı...

Nice kaybolan çocuk anısına…

Zaten zehir olan yaşamları çekilmez bir yük gibiydi artık. Emef olmasaydı., ölselerdi, bu hoyrat diyarlarda da olsa yerin altına girselerdi, toprak örtseydi üzerlerini, görmeseler,...

Sosyal Medyalarımız

4,890BeğenenlerBeğen
1,353TakipçilerTakip Et
4,000TakipçilerTakip Et

Son Yazılar

- Advertisement -spot_img