İnsan, yaşı ilerledikçe işe daha çok sarılıyor. Gençliğinde rüzgârın savurduğu günlere hayıflanır oluyor. Nesilden nesile geçen şu deyim boşuna söylenmemiş: “Bilseydim, demiş gençlik, yapabilseydim, demiş yaşlılık?!” Yaş alan insan, yaptığının, yarattığının kalıcı olduğunu ve gerçek ömrünü görüyor olmalı. Ölümü kim ister ki! Ama iyi ölüm denen bir şey de yok mu ki?
Dedem Kuata, uzun yıllar at sırtında sakin, işyeri ofisine gidip geldi. Zamanla, yavaş yavaş bıraktı işini. “Milletin gözünde saygın bir yerim varken durayım. Ya atım tökezler de düşecek olursam, yaşlı halimle çocuklarımı da utandırmış olurum!..” diye düşünerek tuttu kendini. İnsanların hizmetinde epey çalıştıktan sonra her şeyi bırakıp evde oturmak zor olmalı. Fakat dedem, çalışırken, mesaiye gitmeden önce gün ışımadan içinde dolandığı bahçeye, tümden bağlanmıştı şimdi. Ve ömrüne ömür katan da orası olmuştu. Bir gün, her zamanki gibi gün doğmadan, çapaya gitti. Kahvaltı hazırlanınca, hem ne yaptığını göreyim hem de yemeğe çağırayım diye yanına giden babam, dedemi, çapasına dayanmış, uzaklara bakar halde buldu. Çapaladığı yer de tükürme mesafesini aşmamıştı. Her şeyi anlayan oğlu, elinden aldığı çapayı toprağa saplayıp seslendi:
“Daha bunu artık eline alırsan olmayacak!..”
O günden sonra oturdu kaldı ihtiyar. Nasıl söylemişti o bilge kişi: “Çalışıyorsun, o halde varsın…”
Bir aya varmadan, Bebiya Kuata hayattan ayrıldı. Bıktırıcı yatakta uzun süre yatmadan, yakınlarını kendinden usandırmadan, iyiyken.
Giderek bunu düşünmeye başlamıştı babam da. “Hepinizin sağlığında, güzel ve huzurlu ölüm!..” diye söz arasına katıveriyordu. “Neden ölümden söz açıyorsun?” dediğimizde “Ben bahsetmesem de o bildiğini yapacak zaten” karşılığını veriyordu. Sonra da, engellerse bu engeller dercesine, bahçe aletlerini sırtlayıp yola koyuluyordu. Baharda, bel ve tahrasıyla bahçede oyalanırdı. Yazın, başında beyaz örtü, güneş yükselene kadar tarladaydı. Sonbaharda mısır koçanlarını soyup sepetini doldururdu. Kışın odunu taşınmış, hayvanların yiyeceği hazır, ahırları sıcaktı. Ayrıca, yazın da kışın da, iyi havada da kötü havada da, artan vaktini geçirdiği yer, işliğiydi. Keseri, testeresi, burgusu, rendesi… Üzerlerinde toz kaldığı görülmezdi… Kimseleri dokundurtur muydu hiç?!
Günlerden pazar idi. Ben de Sohum’dan gelmiştim. Sabah başlayan yağmur durmak bilmiyordu. Babam işliğinde çalışıyordu. Onunla konuşarak ateşin başında oturuyordum. Zaman zaman, talaş ve yongaları süpürüp topluyor, ateşe atıyordu. Şimdi yeni bir araba yapmaya çalışıyordu. Dut ağacı kerestesini, çatlamaması için önce manda dışkısından geçirir, dumanla karartırdı. Ek yerleri belli olmasın diye önce keserle yontar, rende ile düzeltirdi. En son tekerleri takarak yürütürdü.
Şaşılacak şey, diğer araba ustaları, tekerleri bitirdiklerinde, çember geçirmek için demircilere götürürlerdi. Babamın kendi yaptığı gergileri vardı. İyi bir demirci gibi, demir çemberleri tekere geçirip sabitlerdi… Yağmur şiddetini arttırıyor, dinmeye de hiç niyetli görünmüyordu. Kış ortasında olmamıza rağmen, babam ara ara terini siliyordu. Külkesen tahrasıyla, peynir rendelercesine ağaçtan ince yonga uçuran rendesini sık sık değiştiriyordu. İşlediği parçayı ışığa tutuyor, nişan alırcasına gözüne götürüp düzgünlük vermeye çalışıyordu. Tüm bunları yaparken gözlüğünü kullanmaması ise hayret vericiydi. Onları daha önemli yerlere saklarcasına kabında tutardı. Basılan ilk kitabımı alıp geldiğim günü hatırlıyorum. Zarif kâğıt ambalajından çıkarıp babama uzatmıştım.
“Hey, nedir bu?” deyip ellerini temizleyerek aldı benden, bir şeyler de sezinleyerek.
“Kitabım basıldı” dedim kalbim heyecanla atarken.
“Li -ma -aa! Gözlüğümü getir, gözlüğümü!” Küçük kız kardeşime seslendi sevinç taşıyan sesini uzatarak. “Adı ne bunun?”
“Dalgalar.”
“‘Dalgalar’ mı diyorsun?! İnsanların huzuruna çıkardığın ilk kitabına başka isim bulamadın mı?”
“Ben ona ‘İyi Günler’ ismini düşünmüştüm ama kabul ettiremedim.”
Kız kardeşimin kutsal bir şeyi taşırcasına getirdiği gözlüğünü kabından çıkardı, gömleğinin eteği ile dikkatlice silerek gözüne taktı. Kitabın kapağını açmadan yine bana döndü:
“Bu yıl, Lıhnı’da yapılan büyük toplantıda konuştuğunu söylediler. Umarım söze boğmamışsındır?! Halat uzatılabilir, ama konuşma kısa olmalı. Şimdi, burada ne yapmışsın görelim bakalım!..” Küçük kitabımın sayfalarını çevirerek yürümüştü…
“Her şey iyi de niye bu kadar kendini parçalıyorsun bir araba için?” diye sabredemeyerek sordum.
“Sen de fark ettin demek.” Hoşuna gitmişti sorum. “Bu, daha öncekilerden farklı olmalı.”
“Niye ama?”
“Ne olacağını bilemezsin. Mezramız ahalisini toplayıp hediye vermek istiyorum.”
“Oo, bu iyi işte!” Hoşlanmıştım ben de.
“İnsanoğlu, kim olursa olsun, en iyi eseri hep önündedir derler. Ama umut uzakta, ecel yakında olabilir. Kaç kişi, bugün-yarın derken, aklındakileri tamamlayamadan öbür tarafa göçüp gitmiştir!”
Onu bildiği için olmalı “Tanrım, güzellikle tamamlat” diye canla başla, kendini vererek ustalık yapması. Son arabası, başyapıtı neden olmasındı?!
Tam o sırada, şeytan gülerek işe karışmış olmalı. Tekere salladığı tahra sıçramış, hâkim olamadan dizinin üstüne saplanmıştı.
“Aa-aa-a…” Çığlık attı babam.
“Aa-aa-a, korkma!” diye haykırdım ben de.
Bağırtımızı duyan tüm aile koşarak toplaştı.
“Aa-a, ne oldu bana, ne oldu?!” Dizini var gücüyle tutuyordu.
“Aat, bir şey olmadı, korkma!..” Güçlü tutmaya çalışıyordu annemiz.
“Onun beni alamayacağını ben de biliyorum, ama, bu ne olacak, bu?” Yarım kalan işine baktırdı hepimizi.
…Sonuncu araba…
*Abhaz edebiyatçı Platon Bebiya’nın (1935-2021) öyküsü…
Çeviri: Axba Esat Özen