Türkiye siyasetinde aşağılanmanın önemi

0
618

Kuşkusuz seçimlerin -çok önemli seçimlerin!- yaklaşıyor olması dolaysız etkiliyor ama öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, neredeyse hayatta başka hiçbir şey kalmamış gibi ruh hali içindeyiz… İçimizi karartan bir rejimin altında, alternatif bir dünya arayışları ve umudu üzerine kafa yorup duruyoruz. Acaba kaybederlerse, bu kadar çok çamura batmışken, gerçekten bırakıp gidecekler mi?

Bağıran, parmak sallayan, korkunç gözlerle tehditler fırlatan, küfreden, hakaret eden, ama en basit eleştiriyi bile hakaret suçlamasıyla mahkemeye veren, sansürleyen ağır abilerin, yani Nasreddin Hoca misali, adeta taşların bağlandığı bir köydeyiz.

İnsanın ruhunu esir eden, döne döne aynı ucuz retoriklerle, kısırdöngülerle, yalanlarla devam eden bir atmosferdeyiz. Ve bu atmosferde çiçek-böcek, sevgi pıtırcıkları içeren sohbetler yapmak da yazılar yazmak da pek mümkün olmuyor.

Çok uzun zamandır, Türkiye toplumunun ortalaması ya da önemli bir kısmı kendini güvensiz hissediyor. Bu güvensizlik şiddet potansiyelini her zaman besliyor. Bazı yetkililerin “olağanüstü operasyonlar” diyerek açığa vurdukları “gizli faaliyet uzmanı” devlet birimlerinin de çok kolay harekete geçirebildiği şiddet hep elle tutulabilir bir uzaklıkta yeniden ürüyor. İnsanlar arası ilişkilere, siyasal kültüre sürekli olarak gerilim ve öfke sirayet edebiliyor. Evet, kuşkusuz bunu 20 senelik AKP yapmadı ama AKP’nin son 10 senesinde bu toplumun kutuplaşma düzeyi katbekat arttı.

Özellikle kadınlara yönelik şiddetin yaşanmadığı gün geçmiyor. Üstelik “yabancı” kökenli olan insanlara karşı işlenen cinayetler ırkçılığın ve kadın düşmanlığının kesiştiği korkunç vakalar olarak önümüze düşüyor. Karabük’te üniversite öğrencisi Gabonlu Jeannah Dinabongho’nun, Kilis’te 9 yaşındaki Suriyeli Gina’nın öldürülmeden önce cinsel istismara maruz kaldıklarını da öğreniyoruz. Sayısız vahşet örneğinde kadına yönelik şiddet uygulayan adamlar, kocalar ya da sevgili olma iddiasındaki erkekler, inanılmaz bir vurdumduymazlıkla (“hukuk” nezdinde “iyi hal” göstererek!) ortalıkta dolaşmaya devam ediyorlar.

 

“Öl” deyince ölmek

Bu şiddet atmosferinde mesela memleketin insanları barıştan, bir arada, huzur içinde yaşamaktan başka bir şey istemezken, “Vur de vuralım, öl de ölelim!” diye slogan attırılan, hayatları ancak kapılandıkları güç merkezleri altında anlamlı olabilen emir kulu insanlara “onun da zamanı gelecek” diyebilen bir “milli savunma” bakanımız var… Yani sadece emirle hareket eden insancıklara gerçekten emir vererek ölmelerini ve öldürmelerini isteyebilecek bir “Bakan”… Belli ki bu durum içine siniyor… Hani Atatürk’e özenerek, “Size savaşmayı değil ölmeyi emrediyorum” diyebilecek sanki… O “ölün” diyecek, slogan atanlar da ölecek… Daha iyi yaşatmak yerine, ölümü kutsallaştırarak, kendi memleketinin insanların ölmelerini isteyebilecek…

Bu memleketin tarihinde ve inşa sürecinde kuşkusuz çok travma var; bugün yaşadığımız bütün dertlerin hepsi de kuşkusuz son 20 yılın AKP’li iktidarı altında ortaya çıkmadı. Küresel ekonomik düzenin adaletsizliği, Türkiye’ye de yansıyor.

Ama o adaletsiz yapının sonuçlarını hafifletecek bir yönetimden çok uzak olan Türkiye rejimi, tam tersine “Türkiye yüzyılı”, “dünya bizi kıskanıyor” hamasetiyle, vatandaşına propaganda yapıp, gözümüzü boyamaya çalışırken, içeride ocaklar ve hayatlar sönüyor. Türkiye toplumu, araştırmalara göre, dünyadaki en mutsuz, en öfkeli insanların yaşadığı bir toplum haline dönüşüyor.

Deprem, sayısını bile bilemediğimiz ama yetkili makamların “50 bin” olarak karar verdiği can kaybı istatistiklerinin ötesinde, ayrıntılarına indiğimizde insanın içini paramparça eden hikâyelerle doldurdu hayatımızı. “Devletlû” olmayı çok sevmiş olan seçkinlerin, soğuk, duygusuz ya da muhaliflere kin dolu demeçlerini dinlerken, “sanatçı” görünümlü şovmenlerle, TV reklamlarıyla, katliam iznine dönüşen “imar affından” yararlanan, kapatılan, sonra yeniden açılan, kolonları kesilen İsias Otel’in küçücük çocuklar için mezara dönüşmesi aklımızdan çıkmıyor mesela.

Ve “mühim olduğuna” kendini de inandırmış bir hoca Antakya’da fetva veriyor; yaşanan depremin “felaket değil, rahmet” olduğunu geveliyor. İstediği yöne çektiği yarım yamalak din bilgisiyle ya da yarım yamalak şaman-büyücü-haham-rahip-hoca takımının tüm zamanlarda kullandıkları kendinden menkul din üretiminden derleme bir sayıklamayla, acı içinde kıvranan bir coğrafyaya adeta küfrediyor. Beslendiği siyaset cemaatinin günahlarını kapatıp, o günahları suçsuz insanlara devredebilme gayretiyle… Sırtı sıvazlanıyor ve kendini daha da mühim bir insan hissediyor muhtemelen…

Türkiye’de “din sömürüsü” lafı çok sık edildi. Sağcı partiler bu tekniği çok sık kullandılar ama 80’li ve 90’lı yılların İslamcı hareketiyle birlikte, en azından benim de içinde bulunduğum, bir arada yaşama meselesinin imkânını arayan bir sosyal bilimciler grubu, sosyolojik olarak dinin gerçekten bir toplumsal direniş dili, alternatif üretme kapasitesi taşıdığını düşünmüştü. Kendi adıma, onlarca İslamcı dergiyi okuyup, o dergilerdeki adalet ve özgürlük talepleri etrafında oluşan toplumsal hareketi görmemek mümkün değildi. Ülke, Bilgi ve Hikmet, İlim ve Sanat, Umran, Gelişim, Değişim, Girişim, İzlenim, Yeni Zemin, Anlayış, Tezkire, Kitap Dergisi, Sözleşme ve daha onlarca dergide var olan “entelektüel” düşünce, hafıza olarak dini bugünkü dünya ve toplumla konuşturmaya çalışıyordu. Var olan “reel demokrasileri” beğenmeyen, “Batı demokrasilerinden bile daha özgürlükçü bir İslam” anlatan, “Btı düşüncesiyle”, “sivil toplumla” konuşan dergiler ve etraflarında oluşan bir düşünce dünyasıydı söz konusu olan.

Bu dergilerin içinde yetişmiş, o zamanların otoriter merkeziyetçi, vatandaş inşa etme makinasına karşı ülkenin “kara” ve “yerli” çocuklarının, çevrenin sesini taşıyan İslamcıların birçoğunun bugün devlet katında makbul seçkinlere dönüştüğüne ve o dergilerde yazmış oldukları her şeyi -din soslu bir iki cila söylemi dışında- tamamen sildiklerine şahit oluyoruz. O İslamcı hareketten bugün geriye sadece güçlü ve zengin İslamcılar ile onlarla tam anlamıyla bir müşteri ilişkisi içinde olan, üç tane ayetin Türkçesini bilmeyen, iki mahalle imamının, bir tarikat liderinin ya da ABD TV’lerinde din şovu yapan rahip benzeri hocaların ürettikleri söylemlerle, kulaktan dolma kırıntılarla “Müslümanlık” yapan, sağcı, ortalama muhafazakâr kesimler kaldı. Ve Türkiye toplumunun din konusunda hiçbir zaman bu kadar “din sömürüsüne” maruz kalmadığını fark ettik.

Anlı şanlı sosyologların, siyaset bilimcilerin, iletişimcilerin milliyetçiliği ve devletçiliği meşrulaştırma marifetiyle yaptıkları bitmez tükenmez bir sömürü…

 

Önceki hayatın yükü

Bu süreçte, ortaya çıkan “dönüşüm” ve “gelişim”den başka bir şeyi daha fark ettik. Bu ülkenin bu esmer çocuklarının en çok istedikleri şeyin aslında nasıl da sonsuz bir güç olduğunu gördük. Kendilerinin, ailelerinin ya da geçmiş kuşaklarının dindarlıkları nedeniyle modernist seçkinler nezdinde yaşadıkları aşağılanma karşısında nasıl bir güç sahibi olma arzusu taşıdıklarını, meğer nasıl da devlet olmaya özendiklerini anladık!

Ve tabii “hâşa devletçi olmadığını”, ne kadar “sivil” olduğunu anlatmaya çalıştıkları ideolojilerinin ve retoriklerinin koca bir balon gibi söndüğünü gördük.

Mücahitliğin yerini alan müteahhitliklerin ötesinde, belki çok daha önemli bir tezahür olarak, unvanlarını, kravatlarını, takım elbiselerini giyince, trafikte yol açan çakarlı siyah makam arabalarına, ciplerine binince, havaalanında VIP salonlarından uçağa ayrıcalıklı binince nasıl da mutlu olduklarını gördük.

Bu yüzden Kızılay’ın başında duran, çadır satan başkanı inatla yerinden kımıldamıyor, işini bırakmak istemiyor. Çünkü o ve onun gibiler o makamlarda inanılmaz bir rahata alışmış ve yedi sülalelerine yetecek sermaye biriktirmiş vaziyetteler. Ve gene tam da onların kendileri için yarattıkları rahatlık ve başkaları için yarattıkları güvensizlik yüzünden, Kızılay’a kimse kan vermek istemiyor; buna karşılık kan depolarında virüslü kanlar ortaya çıkıyor. Ve bu haberlerin yayılması o “rahatı” bozacağı için yayın yasağı konuyor.

Korkunç bir kısırdöngünün içindeyiz… Bir zamanlar aşağılanmış insanların yeni güç konumlarına ve o gücü kendilerine bahşeden güçlülere sadakatle bağlanma halinde, o güçlüler sayesinde güçlü olmanın dayanılmaz enerjisi, aşağılanmış insanlara korkunç bir intikam imkânı da veriyor.

Parayı bastırınca her türlü imkânı tanıyan birtakım ülkelerde parayla diploma veren üniversite açan, hem “akademiklik” hem de “işadamlığı” yapan eski “İslamcılar”… Bir zamanlar “özgürlükçülük” konusunda mangalda kül bırakmayan, şimdilerde her türlü bel altı maceralarına rağmen, ortalıkta ahlak polisliği yapan eski “İslamcılar”… En ironik tarafında, adları skandallarla havalarda uçuşan, ama hiçbir şey yokmuş gibi muhaliflere “eşcinsel evlilikleri yasalaştıracaklar” diye laf sokuşturan eski “İslamcılar”… Tam tekmil propaganda makinasına dönüşen; köşe yazılarında, paylaştıkları sosyal medya mesajlarında çalınan minarelere kılıf uydurmaya çalışan, entelektüel argüman bulamayınca, niyet okuyan, her fırsatta “terörist” yaftasını yapıştıran, yalan söyleyen eski “İslamcılar”… Memleketteki insanların fiziksel ve ruhsal çöküşünü görmeyen, yurtdışında da 15 sene öncesine kıyasla itibarı yerlerde sürünen Türkiye’nin “kazandığı itibar sayesinde, deprem sonrasında çok sayıda ülkeden yardım geldiğini” düşünen AKP’li eski “İslamcı akademisyenler”… Ya da entelektüel olarak yerlerde sürünen, AKP ile var olabilen memurlar… Hepsi güç arzusunun farklı tezahürleriyle yelpazeyi tamamlıyorlar.

Eski İslamcılar ve onların müşteri olarak gördükleri endişeli sağcı, muhafazakâr kitlelerden oluşan öyle bir damar var ki, Kılıçdaroğlu’nun Diyanet’i kapatacağı yalanını da üretiyorlar; Alevilik hakkında her türlü “sapkınlık” yakıştırmasını yaparken, Alevi olduğunu söyleyerek, toplumu şeffaflığa davet eden Kılıçdaroğlu’na da saldırıyorlar. Kılıçdaroğlu’nun söylediği varsayılan sıradan bir önerme (mesela Kürtçenin serbest bırakılması) karşısında, şimdilerin ortalama muhafazakâr söylemi her türlü hakareti ederken, o önermeyi Erdoğan’ın yaptığı söylendiğinde de anında “tabii canım, reis gayet haklı” söylemine geçiyorlar. Yani bu kesimin, her alanda neredeyse “ad hominem”den (kişinin söylediğini, düşüncesini eleştirmek yerine, kişiyi hedef alma) başka bir propaganda aracı kalmamış gibi görünüyor.

Bugün, hiçbir ahlakı olmayan, her şeyi, her türlü değeri araçsallaştıran bir zihniyetle yüz yüzeyiz. Yalan söyleyen, yalan söyleyen güçlü adamlarını her durumda baş tacı yapan, kazanmak için her türlü yolu mubah gören bir damarla ve onun zihniyetiyle muhatap olarak seçimlere giriyoruz… Aşağılanmışlığın getirdiği derin psikolojik yarılmaların etkisi altında elde edilen gücü kaybetmemek için her şeyi yapabileceğinden endişe ettiğimiz bir iktidar altında giriyoruz bu seçimlere…

 

Sözün değişen dengesi

AKP güdümündeki kesimlerin “yedirmeyiz!”, “teslim etmeyiz!” türünden ya da muhalefeti “terör” ile özdeşleştirme yönündeki sert söylemleriyle aslında anlamlı bir tekabüliyet ilişki içinde olan başka bir söylem, AKP dışındaki çevrelerde de neredeyse fikir birliği içinde, endişe olarak dile getiriliyor. AKP’ye ya da başkanlık rejimine bağımlı kesimlerin güçlerini kaybetmemek için her şeyi yapabileceği yönündeki bir endişe mevcut. Belli ki, AKP’nin iletişim-propaganda makinasının da üremesine katkıda bulunduğu bir endişe bu… Belli ki başarılı bir iletişim faaliyetiyle, etkili bir atmosfer yaratılmış…

Ancak anlaşılan bu damar gücünü çok ciddi bir biçimde kaybediyor. Bu damardan mustarip olanlar yavaş yavaş “iyileşiyorlar”. Adeta epey uzun zamandır damarın etkisi altında olan kesimler içinde “kral çıplak” deme cesareti gösterenlerin sayısı artıyor. İktidar yanlısı bir sürü medya insanının üslupları değişmeye başlıyor. Buna bağlı olarak, çorap söküğü gibi itiraflar akmaya, kirli çamaşırlar açığa çıkmaya başlıyor.

Çok uzun zaman sonra, toplumsal hayatın çok çeşitli alanlarında ilk defa sözün dengesinin değiştiğini hissediyoruz.

Sokaklarda yapılan röportajlarda açık açık konuşmaya cesaret eden insanlara artık çok daha fazla rastlıyoruz. Öyle anlaşılıyor ki, Sibirya ya da Silivri fıkraları geçmişin kötü hafızasından örnekler olarak bir kenara konuyor.

Mesela bir taksi şoförü ile “AKP” plakasını cipinin arkasına yapıştırmış, ağır abi olma çabasındaki tipik bir aparatçik arasında geçen trafik tartışması bile rüzgârın döndüğüne dair ilginç bir örnek sunuyor. Atışma sırasında, aparatçik, beklenebileceği gibi, hazırda duran “terörist” yaftasını taksi şoförüne kolaylıkla yapıştırıyor. Ama işte anlaşılan artık belli bir eşik aşılmış; taksi şoförü hiç çekinmeden “Terörist sensin!” diyebiliyor; üstelik aparatçikin konumunu elde etme özelliğini, cesur bir şekilde -biraz argo bir tarzda da olsa- tanımlıyor. Şoförün göstermiş olduğu tepkiye sosyal medyanın teveccühü çok yüksek. Üstelik ortalama kabalık seviyesi oldukça yüksek bir meslek erbabına mensup bu şoförden yana tavır koymak başlı başına ilginç bir olgu… Çünkü taksi şoförünün karşısındaki eleman gerçekten, şoförün yaptığı tanıma uygun bir profil çiziyor; dört çekerli, çakarlı siyah cip, badem bıyık, takım elbise, sivri burun ayakkabı… Muhtemelen doğru dürüst bir özelliği olmayan, olsa bile o özelliğinden değil, sadece bir partinin yandaşı olmaktan kaynaklanan, o partinin binalarına girip, çıkarak, mühim adamlarla fotoğraf çektirip, önemli şahsiyet olan, müteahhit olup para kazanan bir tür….

Bu türden aparatçikler ve onların güç arzularına dair bir notu burada düşeyim: Başka faktörleri unutmadan, Türkiye siyasetinde aşılması gereken en önemli düğümlerden biri, sanırım bu “aşağılanma” meselesini aşmak olacak. Şimdiki güç sahiplerinin derinlerinde yatan ve onları sürekli güç sahibi olmaya iten aşağılanmışlıklarını iyileştirmek ve fakat aynı zamanda, bugünkü iktidarın Gezi’den beri yürüttüğü aşağılama siyasetinden etkilenmiş olan kesimlerin yeni ve benzer bir güç arzusunu üretmelerini, dolayısıyla intikamın kısırdöngüsünü engellemek gibi bir meselemiz var.

Son olarak, kuşkusuz, bizi böylesine insan malzemesinin iktidarı ile muhatap kılan ülkemizden farklı olarak, başka türlü siyaset yapan, başka türlü siyasetçilerle muhatap olan ülkeler de var… Yeni Zelanda’nın Jacinda Amber’i gibi mesela…

Seçim sonrasında, onun yaptığı gibi bir siyasetten ve çiçekten böcekten bahsedebileceğimiz muhabbet ve yazı günleri umuduyla…

Önceki İçerikTGS’den grev duyurusu
Sonraki İçerikYeni romanını Ferdane ve Nartan’a ithaf etti
Ferhat Kentel
Son olarak, kapatılan İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi olan Ferhat Kentel 1981’de ODTÜ’de işletmecilik lisans eğitimini tamamladıktan sonra 1983’te Ankara Üniversitesi SBF’den yüksek lisans ve 1989’da Paris, Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’den sosyoloji doktora derecesi aldı. 1990-1999 arasında Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü’nde, 2001-2010 arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Fransa’da Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’de ve Université de Paris I’de çeşitli dönemlerde misafir öğretim üyesi ve araştırmacı olarak bulundu. Türkiye’de ve yurtdışında çeşitli kitap ve dergilerde modernite, gündelik hayat, yeni sosyal hareketler, din, İslâmi hareketler, aydınlar, etnik cemaatler üzerine makaleleri yayımlandı. Yayınlanmış araştırma ve kitapları şunlardır: Ermenistan ve Türkiye Vatandaşları. Karşılıklı Algılama ve Diyalog Projesi (Gevorg Poghosyan ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2005; Euro-Türkler: Türkiye ile Avrupa Birliği Arasında Köprü mü Engel mi? (Ayhan Kaya ile birlikte) İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2005; Milletin bölünmez bütünlüğü: Demokratikleşme sürecinde parçalayan milliyetçilik(ler) (Meltem Ahıska ve Fırat Genç ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2007; Belgian-Turks: A Bridge, or a Breach, between Turkey and the European Union? (Ayhan Kaya ile birlikte), King Baudoin Foundation, Brüksel, 2007; Ehlileşmemek, düzleşmemek, direnmek, (Söyleşi: Esra Elmas), Hayykitap, İstanbul, 2008, Türkiye’de Ermeniler. Cemaat-Birey-Yurttaş (Füsun Üstel, Günay Göksu Özdoğan, Karin Karakaşlı ile birlikte), İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2009; Yeni Bir Dil - Yeni bir Toplum, (Söyleşi: M.Talha Çiçek, Gülçin Tunalı Koç), Bilsam yay., Malatya, 2012; “Kır Mekânının Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Dönüşümü: Modernleşen ve Kaybolan Geleneksel Mekânlar ve Anlamlar” (Murat Öztürk ile birlikte), TÜBİTAK araştırması, 2017.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz