Siyaset asla sadece siyaset değildir

0
1030

Hep beraber milli siyaset oyunumuzu oynadık. Biraz futbol gibi olan oyunumuzu… Aslında futboldan esinlenen hem de futbola esin veren cinsten… Simon Kuper’in, başlığı özdeyiş haline gelen “Futbol asla sadece futbol değildir” kitabından esinlenerek söylersek, siyaseti de içeren ama siyaseti de besleyen ve siyasetin içerdiği bir oyun… Futbol gibi oynanan bir siyaset, siyaset gibi oynanan bir futbol…

Hem sahada hem tribünde seyrederken kendini gerçekleştiren, “vur kır parçala, bu maçı kazan!” mantığında bir siyaset oyunumuz var… Kemik kıranlar, küfredenler, tükürenler, hakemi kandırmak üzere rol yapıp kendini yere atanlar… Faul yapıp, numara yapanlar… Hakemi maç öncesi yemeğe götürmeler, hakem bizden yana karar vermeyince sahaya atlamalar, federasyonu ele geçirme çabaları… Ve tabii, maçtan sonra, televizyon kanallarında saatler ve günler süren maç “yorumları”, tarafsızlığı çok uzun zamandır kapının dışında bırakan, birbirlerine şarlayan, en doğru yorumu yaptığından pek emin şovmen yorumcular, “içimizdeki İrlandalılar”, takımlarına “ihanet edenler”… Yenen ya da yenilen takım taraftarlarının pazartesi günleri kahvede, işte ya da okulda yaşadığı derin duygular… Kazananların daha çok ezme gayreti, kibirli, alaycı ve yukarıdan bakışları… Yenilenlerin eziklik duygusu, çöküşleri, onlar için sanki hayatın anlamını kaybetmesi… Hatta bazen mahalleye gelen rakip takımın ve taraftarlarının taşla, sopayla kovalanması, tehdit edilmesi…

Futboldan farklı olarak 5 senede bir oynadığımız (ve muhtemelen bu yüzden çok daha önemli olan) seçimin, akşam olduğunda televizyonların karşısına geçip, saatler boyunca heyecan ve gerilimle taçlanan bir tarafı da var tabii…

Evet, futbol gibi gerçekleşen bir atmosferde gerilimlerle dolu bir seçim dönemi geçirdik. Sonunda muhalefetin büyük umutlar bağladığı maçı iktidar takımı kazandı.

Tabii ki, bu demokrasi oyununu beş yılda bir oynadığımız için atılan golleri ve alınan puanı dikkate alıyoruz ve sayılan “oylar” dışında, maç öncesinde, sırasında ve sonrasında sergilenen “numaraların” bir hükmü kalmıyor. Ancak bundan sonrası için daha temiz ve adil bir siyaset gerçekleşmesini istiyorsak, gene de bir kenara not olarak bırakmakta yarar olan bazı hususlar var.

Seçim öncesi, sırası ve sonrası

Öncelikle seçimler devletin bütün imkânlarının devreye sokulduğu, eşitsiz propaganda koşullarında gerçekleşti. Mesela bir örnek teşkil etmesi bakımından, Birgün gazetesinde yer alan bir habere göre, İletişim Başkanlığı’nın nisan ayında, 12 kamu idaresinin harcamasını geride bırakarak, 280 milyon lirayı geçen (2023’ün rekor harcaması imiş) bir harcama yaptığını belirtelim. Dolayısıyla şu soruyu sormak hakkımız herhalde: İletişim Başkanlığı vatandaştan alınan vergilerle neyi, kime, ne için “iletti”? Ya da kimlere hangi propagandayı yapmış oldu? Bunun seçimlerde parti-devletin kazanmasına yönelik bir ilgisi var mıydı? Tabii ki farklı ayakları olan bir gücün temerküz ettiği bir aygıt olarak devletin tarafsız olmasını beklemek saflık olur ama en azından hakemin alenen gol atmasını seyretmek insanı maçtan da soğutabiliyor… (Gene de soğumamakta yarar var! Siyasete daha çok ihtiyacımız olacak…)

Bir zamanlar çözüm süreci adına İmralı’yla konuşan partinin, daha sonra İmralı’yla konuşmak bir yana, parlamentodaki Kürt siyasi aktörleriyle aynı karede yan yana bile gelmemek için her türlü taklayı atan bir partiyi sürekli olarak “teröristlikle” suçlaması mesela… Montajlı videolarla CHP’yi Kandil’le özdeşleştirmenin, oyunun kurallarını sürekli değiştirmekten, sürekli istisna üretmekten başka bir anlamı yoktu. Ve tabii buradaki esas anlam da sadece en basit ifadesiyle, yalanı normalleştirip, “adalet” değerini çöpe atmaktı.

Seçim öncesi sokaklardaki provokasyonlar da bu dengesiz güç ilişkisini besleyen unsurlardı. Bütün siyasal partilerin “ulusal” sınırlar içinde yaşadıklarını varsayarak, ülkenin her şehrinde propaganda çalışması yapma hakkı mevcutken, Erzurum’da, Trabzon’da muhalefet partilerine atılan taşlar karşısında hiçbir önlem almamak da devletten ziyade bir partiyle özdeşleşmiş bir devletin tavrı olabilirdi ancak.

Hatta burada devreye giren ikili dil de gerçekten evlere şenlikti! Bir yandan taşları muhalefetin “kendilerinin attığını” söylerken, diğer yandan “Eline sağlık Erzurum!”, “İyi olmuş, ne işleri vardı orada?” demek de bu memlekette çok sık rastladığımız bir pratikti aslında… Kadınlara tecavüzde olduğu gibi… “Hâkim bey, valla kadın tahrik etti” ya da “Kadının o saatte sokakta ne işi vardı?” demek gibi bir şey yani…

Bu arada küçük bir anekdot: Seçimin birinci turundan birkaç gün sonra, AKP konusunda “tarafsız” görünmeye çalışan bir uzman bir televizyon kanalında vaziyeti gerçekten bir futbol yorumcusu gibi özetledi. Bu uzmanın baktığı açıdan, iktidara göre seçimler bir “beka”, muhalefete göre ise “ölüm kalım” meselesiydi ve… “karnaval” (!) havasında geçmişti! Seçimleri “beka” meselesi ve “ölüm kalım” meselesi olarak gören iki kutbun olduğu bir seçimin ancak bir gol farkla kazananlar için “karnaval” olarak sonuçlandığını düşünen uzmanımız, eğer bu takım kaybetseydi, gene “karnaval” olarak görür müydü, bilemeyiz tabii…

“Beka” ve “ölüm kalım” ortamında ilginç olan meselelerden biri de “sandık güvenliği”ydi. AKP ve ortakları ile CHP ve ortaklarının sandıklar için seferber ettiği enerji düzeyleri arasında çok ciddi fark vardı. Öyle anlaşılıyor ki, muhalefet partileri her yerde sandıklara sahip çıkamadı. (Hatta Kılıçdaroğlu 1. turun akabinde her sandığa beş CHP’li müşahit çağırırken, muhtemelen tam da bu eksikliğe işaret ediyordu.) Tabii ki, bu durum iki blok arasındaki toplumsal enerji farklılığını gösterir; rakip takım da “Senin taraftarın azsa bu benim suçum değil ki” diyebilir ve de haklı olur. Ancak, AKP’nin en yetkili ağızları tarafından “dava arkadaşlarına” yapılan “seçim sandıkta kazanılır” çağrıları, seçimin devlet güvencesi altında yapılamadığının en bariz göstergesiydi. Bu, birçok sandıkta müşahit bile gösteremeyen CHP’nin “oy çalabilme ihtimaline” mi karşıydı? Yoksa oy sayımına dair bitmeyen itirazları ve daha başka hesapları içeren matematik ve psikolojik bir yıpratma savaşı mıydı?

Devletin değil, AKP-MHP-HÜDA PAR koalisyonunun ve “Oy ve Ötesi” gibi sivil girişimlerin ellerinden geldiği kadar sandığa sahip çıkma çabalarını da buna ekleyebiliriz. Çünkü normal şartlarda devletin “tarafsız” bir şekilde önlem alıp, bir güvensizlik meselesi olmaması gerekirken “sandığa sahip çıkma” sorunsalı, sandığın ne kadar “güvensizlikle” örtüştüğünün, seçimlerin “devlet kontrolünde tarafsızlık” ilkesi içinde gerçekleşebileceği fikri ve imajının rafa kalktığının bizzat ispatıydı kuşkusuz.

Sandık başında muazzam mevcudiyetlerine rağmen, seçim sonrasında AKP’li müşahitlerin yaptığı bitmez tükenmez itirazlar, bir partiden alınıp, başka partiye aktarılan oylar, seçim akşamı saatlerce oy torbalarını teslim etmek için sıra bekleyen sandık görevlileri… Şırnak’ta “güvenlik” kuvvetlerinin seçim akşamı silahlı gösterisine dair görüntüler… Öyle bir atmosfer ki, ortaya dökülen çok sayıda olayın gerçek hacmini bilememenin getirdiği ve insanın içinden atamadığı bir güvensizlikle dolu…

Bu güvensizlik atmosferinde, o devasa makinaya ve bütün o muazzam seferberliğe rağmen, oyları düşen, zar zor kazanan bir parti…

 

Kültürün arkasında sınıf, öfke ve korku

Ama her ne kadar bu tür “ayrıntıları” göz ardı etmek imkânsız olsa da, bütün bunlar esas meselenin yanında tali kalıyor. Sonuç olarak yıllardır süren adaletsizlik ve ekonomik sorunlar karşısında, muhalefet her türlü şaibeyi engelleyecek bir fark yaratamadığı için kazanamadı.

Dolayısıyla beklenen değişimin neden olmadığını düşünmek gerekiyor. Yani bir yandan, her şeye rağmen “hayat aynen devam ediyor” mottosunu akılda tutmak ve değişim istemeyen kesimin oy verme davranışlarını, daha doğrusu ruh halini anlamak üzere kafa yormak gerekiyor.

Tekil örnekler gibi görülme riski taşısalar da bu ruh halini anlamak için iki örnek aklıma geliyor. İlk olarak, seçim öncesi sosyal medyada sıklıkla paylaşılan bir sokak röportajında, bir zamanlar hastaneye gittiklerinde doktorlar tarafından aşağılanırken, “artık doktor bile dövebildiklerini” söyleyen başörtülü bir kadını dinliyoruz. İkinci sokak röportajında da CHP’nin “teröristlerle” işbirliği yaptığını söyleyen bir vatandaş, “AKP’nin de Hizbullah’ın uzantısı olan HÜDA PAR’la işbirliği yaptığını” hatırlatan muhabire “ama o bizim teröristimiz” minvalinde bir cevap veriyor.

Öncelikle, bu ve benzeri cümleleri sıklıkla sarf eden, inandıkları siyasal aktörlerle ve onların söylemleriyle özdeşleşen, hatta o aktörlerin cümlelerini tekrar eden kesimleri “ahlak” ya da “etik”ten uzak olmakla suçlamanın hiçbir anlamı yok.

Buna karşılık, bu kesimlerin öfkelerinin nereden kaynaklandığını anlamakta yarar var. Özetlemesi çok kolay olmasa da, “vatandaş inşa süreçlerinde” uygulanan sınıf ve kültür politikaları bir kalkış noktası olarak ele alınabilir. Yeni bir vatandaşlık modeli -dünyanın gelmiş geçmiş mükemmel modeli bile olsa- dayatılıyorsa, toplumdaki bazı kesimlerin kendilerini aşağılanmış hissetmeleri çok da anormal değildi. Kaldı ki bu model bir yanıyla toplumun kültürel yönelimlerine dair norm koyarken, aynı zamanda bu normlarla örtüşen bazı kesimlerin sınıfsal olarak da üstünlüğünü besliyordu.

Dolayısıyla ortalama olarak, hem sınıfsal hem de kültürel olarak altta kalan kesimlerin zaman içinde MSP, RP, FP, AKP çizgisindeki partilerle girmiş olduğu ve hiyerarşide yukarı çıkma arzusunu akılda tutmak gerekiyor. Yurttaşlığı, özellikle etnik ve dinsel olarak bir arada yaşamayı gerçek anlamda yerleştiremeyen bir ulus-devletin cemaatleşmesi ve var olan cemaatleri de yeni biçimler (mesela siyasal) altında yeniden üretmesi sonucunda, altta kalan kesimlerin bugün aşağılanmışlıklarından çıkabilmeleri için buldukları inanılmaz güçlü bir parti ve lider var ellerinde.

Bu kesimlerin karşısında, bir yanda kendi kırılganlıklarını, zayıflıklarını en azından psikolojik olarak iyileştiren bir Erdoğan; diğer yanda kendilerini anlamayan, belki anlasa bile yeteri kadar ulaşamayan muhalefet partileri var. Dolayısıyla geleneksel bir cemaatçilik dili olarak dinselliği (mesela Ayasofya, seccade vb. performanslar) ve onun modern versiyonu olarak milliyetçiliği (SİHA’lar, TOGG’lar, “dünya lideri” vb.) birleştiren bir siyasal söylem bu kesimler için ideal ve rahatlatıcı bir kimlik şemsiyesi haline geliyor. Aynı şekilde, Erdoğan’ın gidip başkalarının gelme riski karşısında da geçmişten aktarılan sosyal hafızanın, tedirginliğin, güvensizliğin yarattığı bir oy verme davranışı seçim atmosferini beslemeye devam ediyor.

Dolayısıyla biz bugün “kültürel” bir arka plan eşliğinde gördüğümüz siyasal AKP kimliğini, sınıfsal ve kültürel boyutların iç içe geçtiği, içine kapanmış ve cemaatleşmiş bir kimlikten ayrı düşünemeyiz.

Bu yüzden, kültürün arkasında görünmez olan “sınıfsal cemaat”, iktidarını korumak için, gerekirse kısa vadeli “ekonomik sıkıntılarını” görmek istemeyebilir. Öyle anlaşılıyor ki, bu kesimlerde, her türlü “rasyonel” hesabın ötesinde, (sınıfsalın birikimi olarak) öfke ve duygusal sermaye çok güçlü bir şekilde yeniden üremeye devam ediyor.

 

Tabii ki, AKP’nin “sınıf” kavramını hiç kullanmamasına da özellikle dikkat etmekte yarar var. Kapitalist bir ülkede, kapitalist aktörlerle, devlet-siyaset-sermaye ilişkiler ağında sınıf dili ile konuşmanın hiçbir getirisi olmadığını, hatta tersine, bütün benzer şartları yaşayan ülkelerde olduğu gibi, kapitalizmin sömürüsünü görünmez kılan, bir sırt sıvazlama aracı olarak popülist dilin çok daha elverişli olduğunu da anlayabiliriz. Gene bu yüzden “emperyalizmden, yabancı güçlerden, komplolardan” bahsetmenin çok daha fazla getirisi olduğunu; MHP gibi hiçbir şey anlatmayan bir partinin bile böyle bir atmosferde oy alabildiğini görebiliriz.

Bir ara sonuç olarak, iktidar koalisyonunun hakkı teslim edilerek, şu söylenebilir: Söz konusu partiler, muhalefet partilerine kıyasla en azından toplumun bir kesiminin travmatik yapısını ve ruh halini çok iyi biliyorlar. Stalin’lerin, Hitler’lerin, Bolsonaro’ların, Trump’ların bildikleri gibi…

 

Güçsüzleştirerek inandırmak

Sınıfsal ve kültürel hafızanın sosyal olarak aldığı yola ve kimlikleşmede oynadığı role ek olarak, güncel çaresizliklerin bizzat seçmen davranışındaki yerine de referans verebiliriz. Korkunç bir deprem, giderek çok daha karmaşık hale gelen bir dünya, güçlülerin daha güçlü, güçsüzlerin daha güçsüz olduğu bir dünyada hissedilen çaresizlik de paradoksal olarak, sembolik bir gücün inşasına doğrudan katkı yapıyor. Karmaşık bir dünyada hissedilen ama analiz etmesi çok zor olan güvensizliği, “irrasyonel” de olsa en kolay yoldan formüle eden aktörler daha çok etkili olabiliyor.

Buna bağlı olarak, özellikle sınıfsal olarak en kırılgan kesimler giderek güçsüzleşirken, siyasette güç odaklarına daha çok inanıyorlar. Adeta tanrı karşısında duyulan korkuya eşlik eden “ilahi” bir inanç gibi, güçsüzleşen insanlar siyasal olarak “güç” imajını üretebilen aktörlere bağlanıyorlar. Geleneksel zamanların her yerde ve her zaman var olan güçlü tanrı figürleri yerine, bir inanç silsilesi içinde, modern zamanlarda o tanrıların yerine ilahiyat düzeyine çıkan milliyetçilik, ulusal kimlik ve bunları sembolize eden liderler geçebiliyor. Gücü elinde bulunduran odaklar, insanları güçsüzleştirebildikleri ölçüde inançla bağlanma ve biat elde edebiliyorlar.

Kuşkusuz sonunda acıklı bir durum çıkıyor. Sınırsız olmaya çalışan ve medyayı, yargıyı, sermayeyi, güvenlik gücünü yedeğine almış bir tek adam ve tek adamın gölgesinden beslenen tek adamcıklar rejiminin izansız gücünün mutlak tahakkümü çok geniş toplumsal kesimlerin içini acıtıyor… Mesela, Muğla’da, Artvin’de, Aydın’da, Ergene’de, Çukurova’da köylülerin topraklarına altın madenlerini, çimento fabrikalarını, HES’leri, JES’leri dayatan güç karşısında güçsüz insanların, deprem altında kalan insanların çaresizlikleri karşısında ürettikleri varoluş haline, dillerine, mantıklarına, mantıksızlıklarına kulak kabartmak gerekiyor. Ve en önemlisi duygularını hissetmek gerekiyor.

Ve her ne olursa olsun, seçim sonucu ne olursa olsun, hayat devam ediyor… AKP’ye ya da CHP’ye, Yeşil Sol Parti’ye ya da TİP’e oy veren milyonlarca insan bütün “paradokslarının” yanı sıra “bir arada” yaşamak istiyor. Seçimin getirdiği ve parti-devlet tarafından beslenen düşmanlık atmosferine rağmen, bu topraklarda barış dilinin yerleştiğini görmemek mümkün değil.

Karnaval olmasa bile, “ölüm kalım”, “beka” söylemleri eşliğinde oy veren milyonlarca insanın seçimde nasıl soğukkanlı davrandığını, demokrasinin beş yılda bir önümüze gelen bir seçim sandığı olmadığını, demokrasiyi gündelik hayatımızın içinde bu soğukkanlılığı koruyan bir arada yaşama arzusu ile besleyeceğimizi akılda tutalım.

Evet, futbol metaforuna dönebiliriz… Önümüzdeki maçlara bakalım artık ve jübilesi gelmiş ihtiyar oyuncular yerine, uzun vadeli düşünelim ve altyapıdaki gençlere önem verelim…

Önceki İçerik‘Halk, emekçiler ve yoksullar aleyhine adım atacak herkese fren olacağız’
Sonraki İçerik‘Bir başkasının acısını hissetmek için dilini veya kültürünü bilmek gerekmez’
Ferhat Kentel
Son olarak, kapatılan İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi olan Ferhat Kentel 1981’de ODTÜ’de işletmecilik lisans eğitimini tamamladıktan sonra 1983’te Ankara Üniversitesi SBF’den yüksek lisans ve 1989’da Paris, Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’den sosyoloji doktora derecesi aldı. 1990-1999 arasında Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü’nde, 2001-2010 arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Fransa’da Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’de ve Université de Paris I’de çeşitli dönemlerde misafir öğretim üyesi ve araştırmacı olarak bulundu. Türkiye’de ve yurtdışında çeşitli kitap ve dergilerde modernite, gündelik hayat, yeni sosyal hareketler, din, İslâmi hareketler, aydınlar, etnik cemaatler üzerine makaleleri yayımlandı. Yayınlanmış araştırma ve kitapları şunlardır: Ermenistan ve Türkiye Vatandaşları. Karşılıklı Algılama ve Diyalog Projesi (Gevorg Poghosyan ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2005; Euro-Türkler: Türkiye ile Avrupa Birliği Arasında Köprü mü Engel mi? (Ayhan Kaya ile birlikte) İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2005; Milletin bölünmez bütünlüğü: Demokratikleşme sürecinde parçalayan milliyetçilik(ler) (Meltem Ahıska ve Fırat Genç ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2007; Belgian-Turks: A Bridge, or a Breach, between Turkey and the European Union? (Ayhan Kaya ile birlikte), King Baudoin Foundation, Brüksel, 2007; Ehlileşmemek, düzleşmemek, direnmek, (Söyleşi: Esra Elmas), Hayykitap, İstanbul, 2008, Türkiye’de Ermeniler. Cemaat-Birey-Yurttaş (Füsun Üstel, Günay Göksu Özdoğan, Karin Karakaşlı ile birlikte), İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2009; Yeni Bir Dil - Yeni bir Toplum, (Söyleşi: M.Talha Çiçek, Gülçin Tunalı Koç), Bilsam yay., Malatya, 2012; “Kır Mekânının Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Dönüşümü: Modernleşen ve Kaybolan Geleneksel Mekânlar ve Anlamlar” (Murat Öztürk ile birlikte), TÜBİTAK araştırması, 2017.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz