İstanbul Teknik Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Müzikoloji Bölümü doktora öğrencisi Burcu Baysal, Çerkeslerin müzikal belleği üzerine çalışıyor.
Baysal, müzikal hafıza, otantik müzik, diasporada kullanılan enstrümanların son yıllardaki gözle görülür dönüşümü ve bunun kimlik üzerine etkisini Jineps Gazetesi’ne anlattı.
-Doktora tezinizde Türkiye diasporasında yaşayan Çerkeslerin müzikal belleği üzerine çalışıyorsunuz. Sizi bu konuda çalışmaya getiren ne oldu? Neden bu konuda çalışma ihtiyacı hissettiniz?
-Benim Çerkes müziğine aşinalığım hep vardı. Biga, Çanakkaleliyim, babam Şapsığ, annem Çeçen… Anneannem de Arnavut. Çocukluğumdan beri aslında “Türküm ama Çerkesim” cümlesiyle büyüdüm. Ailemde babaannem, dedem, babam Çerkesçeyi çok iyi konuşurlar, iyi dans ederler. Annem de iyi dans eder. Dayılarımdan biri akordeon çalıyor, kuzenlerim yine dansçılar… Çanakkale’de hem yaşadığımız memleketin kültürünü hem de Çerkes kültürünü yaşatmaya çalışırdık biz. Düğünlerimiz olurdu, ritüeller devam ederdi; bayramlarda hem baklava hem haluj yapılırdı… 15 yaşımdan itibaren de çeşitli musiki derneklerinin korolarında yer aldım.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdikten sonra editörlük yaptım, daha sonra Mardin’e tayin edildim ve üç yıl orada yaşadım. Mardin’de Arapça, Farsça, Kürtçe, Süryanice ezgilerin söylendiği Diller ve Dinler Korosu vardı. Süryaniler ve Ermeniler de Çerkesler gibi bir yandan kendi kültürlerini devam ettirmeye çalışıyorlar, bir yandan da toplumdaki hâkim kültürle iç içeler. Hatta Mardin’deki İnguşlar ve Çeçenlerle de görüşmelerim oldu. İstanbul’a döndüm. 2014 yılında Medipol Üniversitesi Türk Müziği Bölümü’ne burslu kabul edildim. Sabahları öğretmen, öğleden sonraları öğrenci oldum. Dört yıl müzik bölümünde okudum. Klasik Türk müziğinde eserler seslendirdim. Halk müziğinde çeşitli organizasyonlarda, projelerde solistlik yaptım. 2019-2020 yılında da İstanbul’a İstanbul Teknik Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Müzikoloji Bölümü’ne başladım ve Aralık 2023’te tezimi tamamladım.
İstanbul’da olduğum süre içinde ara ara derneklere gittim. Yüksek lisans sürecinde Çerkes müziği üzerine üç kez araştırma yaptım. Türkiye’de Çerkesler üzerine yazılmış tezlere baktığımızda çok yetersiz çalışma olduğunu görüyoruz. Ermeni müziği, Kürt müziği, Laz müziği üzerine yapılmış çalışmalar var ama Çerkes müziği çok kısıtlı. Akademik anlamda burada ciddi bir boşluk var. Hocalarım da bu yüzden benim Çerkes müziği üzerine çalışmamı istediler hep. Sosyoloji ve tarih gibi farklı alanlarda yapılan araştırmaları incelediğimde de tezlerde rastladığım belli başlı köylerin müzikleri, ritüelleri gibi lokal çalışmalardı. Ben de müzik ve hafıza üzerine çalışmamın daha doğru olduğunu düşündüm.
Şimdi danışmanım ile müzikal hafıza üzerine çalışmaya başladık. Derdim şu aslında: Çerkes müziği dendiğinde ilk akla gelen enstrümanlar. 19. yüzyılda akordeon yok, garmon yok, hep yaylı ve üflemeli enstrümanlar var. 1990-2000’e kadar bu enstrümanların diasporada da çok kullanıldığını görmüyoruz. 2000’lerden sonra kavramların değişimi başlıyor. 90’lara kadar 21 Mayıs Çerkes göçü deniyor. Ardından Abhazya’nın bağımsızlığı, anavatanla haberleşmenin mümkünleşmesiyle “Büyük Çerkes Göçü” diye anılan o kavram “Büyük Çerkes Sürgünü”ne dönüyor. 2010’lu yıllarla Çerkes Soykırımı kavramını görüyoruz. Bu kavramların değişimiyle beraber müzikal anlamda da çeşitli değişiklikler oluyor. Türkiye’de 1990’larda yapılan kayıtlara baktığınızda akordeonun ön planda olduğunu görüyoruz. Ama 2000’lerden sonra işin içine üflemeli çalgılar giriyor, hatta garmon, akordeon geri çekiliyor. Bunu biraz kökene dönüş gibi adlandırıyorum.
Geçen yıl İstanbul Kafkas Derneği’nde otantik müzik korosu kuruldu, çok kısa bir çalışma yaptılar. Akapella yapıyorlardı çalışmayı. Doli veya akordeon yoktu. Bildiğimiz korolar gibi değil. Gelen insanlara neden geldiklerini sorduğumda “Anneannemin, dedemin söylediği şarkıları, ezgileri duyduk, o yüzden geldik” dediler… Bir şekilde aşina geliyor bize o ezgiler. Anavatandaki gruplardan gelen insanlar konser verdiğinde acaba buradakiler beğenmez mi diye düşünmüştüm, aşina oldukları biz müzik değildi sonuçta. Oysaki tam tersi bir tepkiyle karşılaştım; insanlar çok beğendiler, dinlediler, izlediler.
20 yılda neler değiştiğine bakıyorum: Biz sanki o etnik kökene ve müziğe dönüyoruz. Çerkes müziği aslında enstrümandan öte akapella, yani çoksesli bir müzik. 4 tip form var, birisi konuşur gibi Nartları anlatan, bir diğeri serbest formdaki ağıtlar, bir diğeri wored’ler, bir diğeri ise woredij’ler. Benim ilgimi çeken sonuncusu oldu; hem bir hikâye anlatılıyor hem de altta bir ses var ve akapella söyleniyor. O zaman müziğin, müzikal hayatın rolü nedir, bu hafıza nasıl oluştu, içinde neler var, nasıl değişimler ve dönüşümler geçiriyor? Bana bu soruları sordurtan uzun bir süreç oldu nihayetinde. Bizim hafızamızda neler var, ben de bunu araştırıyorum.
“Çerkes müziği aslında enstrümandan öte akapella, yani çoksesli bir müzik. 4 tip form var, birisi konuşur gibi Nartları anlatan, bir diğeri serbest formdaki ağıtlar, bir diğeri wored’ler, bir diğeri ise woredij’ler”
-20 yıllık toplumsal bir dönüşümden bahsediyorsunuz. Göç, sürgün, soykırım kavramlarının tartışmaya açıldığı, bunun hayatımızın her noktasına sirayet ettiği bir dönüşüm bu. Peki, siz aklınızın erdiği çocukluk yıllarınızdan bu yana “Çerkes ama Türküm” demiş biri olarak kendi içinizde bu dönüşümü nasıl karşıladınız? Bir değişim yaşattı mı size?
-Evet, yaşattı. Zaten oradan yola çıkarak araştırmaya başladım. “Çerkesim ama Türküm” sözü benim 20 yaşıma kadar böyleydi. Bir gün dayım, o da Şamil Vakfı’nın avukatıdır, dedi ki: “Biz Türk değiliz.” Ne demek ya dedim, çok kaba gelmişti bana. Artık şöyle diyorum; ben Türkiye vatandaşıyım ve Çerkesim. Bu ülkenin bana çok katkısı var ve bu ülkenin kültürünü çok seviyorum. Bir zeybek dansı duyduğumda da tüylerim diken diken oluyor. Ama aynı zamanda bir wored duyduğumda da tüylerim diken diken oluyor.
Hepimiz, özellikle diasporada, masallarla ya da çeşitli hikâyelerle, belli müziklerle büyümüş insanlarız. En basit örneği olarak insanlar telefon zil sesine bile Çerkes müziği koyuyor. Görüşme yaptığım birisi “Babam ‘Bir dans gruba giderseniz size çikolata alacağım, ne isterseniz yapacağım’ diyerek bizi cesaretlendirirdi” demişti bir keresinde. Bu, kültüre sahip çıkma çabasıdır.
-Çerkesler homojen bir topluluk değil, kendi içinde birçok etnik kimliği, farklı aidiyetleri, dansları, gelenek ve görenekleri barındırıyor. Diasporada da bu bölge bölge farklılaşıyor. Tez tüm bu grupları dahil edecek mi? Nasıl bir temsil olacak?
-Zaten hepsini dahil etmek ve kapsamlı bir çalışma yürütmek istediğim için bu konuyu yüksek lisansta değil doktorada çalışmak istedim. Anavatanda müzikal açıdan araştırma yapan kişilerle görüşerek oradan da bir bakış açısı edinmek istiyorum.
-O zaman hem diasporanın hem de Kafkasya’nın dahil olduğu kapsamlı bir saha çalışması olacak…
-Evet. Benim daha öncesinde Çerkes sözlü müzik formlarıyla ilgili bir makalem çıktı. Onun hikâyesi de şöyleydi; bir gün bir hocamız makalesinde Çerkes türküsü kavramını kullanmıştı. Ben de Çerkes türküsü olamayacağını söyledim, aldığım yanıt “Sen çok politik düşünüyorsun” oldu. Oysaki benim babaannem de Çerkes şarkısı diyordu, türküsü değil…
O dönemde Adigelerden, Abazalardan, Osetlerden görüşler aldım, farklı derneklerle görüştüm. Doktora tezi bu farklılıkları ayrıntılı olarak ele alacak. Kimlik, dil ve müziğin birlikte incelendiği ve müzikal formların da bu çalışmaya dahil edildiği bir çalışma olacak. Bizi anlatsın istiyorum. Pakistan ve Hindistan’ın tüm dünyaya tanıttığı bir dans var mesela, çok geleneksel, dünyanın farklı yerlerinde atölyeler düzenleniyor bu dans için. Neden bizim kültürümüz de böyle tanıtılmasın? Görüştüğüm bazı insanlardan kapalı bir toplum olarak kalmayı haklı bulduklarını duydum, kültürde bozulmalar olmasın istiyorlar. Ama dönem değişiyor, ilerleyen bir süreç var, bizim de katkımız olabilir bu sürece.
-Çerkesler yaşadıkları toplumların egemen kültürlerine angaje oluyor ve kültürel soykırım riskiyle de karşı karşıya kalıyorlar iken yürütülecek bir azınlık mücadelesini dans ve müzik üzerinden kurmak ne kadar doğru? Bu yaklaşım tehlikeli değil mi?
-Bence tehlikeli. Ben İstanbul’a ilk geldiğimde yıllardır tanıdığım Bigalı akrabalarım bir derneğin gençlik gecesine çağırdı beni, gençlerle tanışacağım diye bir heves gittim. Ben oradan kaçarak uzaklaştım… Kültürü sadece dans etmek, kaşenlik yapmaktan ibaret görüyorlar. Yaptıkları dans da şeşen oynamak, tleperuj oynamak, bu kadar… Tarihten aldığımız, büyüklerimizden duyduğumuz, hikâyelerden öğrendiğimiz kültürü sadece birkaç dans figürüyle, biraz yemekle, bir-iki tane Çerkesçe kelimeyle ve kaşenlikle sürdürmemizin çok mümkün olmadığını düşünüyorum. Size dışarıdan böyle bakıyorlar; bağlılığınız güzel, yemekleriniz güzel… Ben ne zaman ki diaspora kavramı üzerine çalışmaya başladım, dedim ki ben bunların hepsini çocukluğumdan beri yaşıyorum. Diaspora demek dağılmış demek, siz hem yaşadığınız yere uyum sağlamaya hem de özünüzden kopmamaya çalışırsınız. Bu çok zorlu bir süreç aslında. Müzikali yapmak kolay, iki dans figürü öğrenmek kolay, ama dili konuşmak, işte o daha zor. Çerkesçe ile Türk dili arasında da çok büyük bir farklılık var ve aslında bu bizim bakış açımızı da farklılaştırıyor. Çünkü konuştuğunuz dil kadar düşünüyorsunuz. Her ne kadar şarkıların çevirileri var ise de tam manasıyla aktarılamıyor. Tüm bunlar beni bu hafıza işine soktu…
Sadece müzisyenlerle değil, farklı alanlardan, farklı memleketlerden, farklı kişilerden, diasporanın farklı noktalarındaki farklı bakış açılarındaki insanlardan görüşler almak, bunu aktarabilmek… Anketlerle değil, derinlemesine mülakatlarla araştırma yapmak, hedefim bu. Daha öncesinde de belirttiğim gibi, müzikte bir dönüşüm var, kulaklar alışıyor, aşinalık başlıyor, bu dönüşüm bizi hangi noktaya götürecek, bunu daha sonrasında göreceğiz.