Annesi Çerkes, babası Türk olan bir dostum anlattı bu hikâyeyi…
90 yaşına yakındı. Bizim yanımızda yaşıyordu anneannem. Köyde evi barkı kalmamıştı. Annemden başka bir evladı daha vardı, vefat etmişti.
Az konuşur, az yer, az uyur, zamanının çoğunu dua ile geçirirdi. Bir misafir geldiğinde yanlarında çok oturmazdı.
O gün;
Çocuk gibiydi…
Erkenden kalkmış, hâlâ uzun olan, ömrü boyunca kesmediği, hep ördüğü saçlarını açmış, taramış, itinayla yeniden örmüş.
Önce beyaz tülbentiyle türban gibi bağlamış,
Sonra özel günler için sakladığı başörtüsünü örtmüş,
Lacivert üzerine eflatun çiçekli pazen elbisesini giymiş,
Yüzünde ve gözlerinde ışıltı, çok aşikâr bir heyecan, salondaki koltuğuna geçip oturmuştu.
Bir yandan da evde mahcup olacağımız bir aksaklık var mı diye kontrol ettiğinden emindim. Hep öyle yapardı, sessiz sedasız kontrol ederdi. Bir şey görürse de genellikle bana söylerdi.
“Sen üzerini değiştirmeyecek misin?” dedi.
Belli ki, giydiğim kot pantolon ve tişört ona göre misafir için uygun değildi.
“Değiştireceğim şimdi” dedim…
Memnun oldu.
“Neler yaptı annen bakalım?” diye sordu. Bildiğim kadarıyla sıraladım. Sevindi.
“Ezan okundu mu?” sorusuna alışkındım. Ama bir misafir geleceği zaman, “Acaba bulamadılar mı evi? Yabancısıdır şimdi onlar buraların, iyi tarif ettin mi? Geç kaldılar, trafiğe mi takıldılar acaba?” sorularına pek alışkın değildim doğrusu.
Baba köyünden biri ve kızıydı gelecek olanlar. Annem yaşlarında bir hanım. Çocukluğunu hatırlıyordu ancak.
“Yıllardır” dedi, “kendi köyümden kimseyi görmemiştim.”
Nihayet beklenen misafir geldi…
Her gelen misafire yaptığı gibi ayakta karşıladı anneannem. Bu yaşta odaya babam girse ayağa kalkmaya yeltenirdi.
Tereddütsüz “Hoş geldin” dedi kendi dilinde.
Yanıtladı misafir hanım. O kadarını ben de biliyordum.
Oturdular yerlerine. Anneannem başladı konuşmaya. Ben anlamıyordum tabii. Daha birkaç cümle söylemiş olmalı ki misafir hanım; “Teyzeciğim, ben bilmiyorum Çerkesçe, anladığım birkaç kelime” dediğinde, birden kalbi kırılmış bir çocuğun masum ifadesi yerleşti anneannemin gün boyu ışıl ışıl olan yüzüne.
Şaşırdı.
“Konuşulmuyor mu artık bizim köyde Çerkesçe?” diye sordu. “Maalesef, konuşan pek kalmadı” cevabını aldı.
Bir şeyler söylemek istedi, ama sustu. Kalp kırmaktan her zaman korkardı.
Köyünden misafir geliyor diye küçük çocuklar gibi sevinen anneannem gitti, yerine başkası geldi sanki. Ayıp olmasın kabilinden biraz oturdu yanımızda.
İsteksiz yarım saat kadar süren sohbetten sonra, “Siz akransınız, konuşacaklarınız vardır, bana müsaade” dedi ve odasına çekildi. Benim de yapacak işlerim vardı, izin istedim.
Ben o gün, anneannemde gördüm sılaya özlemin, kendi köyünden biriyle kendi dilinde sohbete hasretin ne demek olduğunu.
(Bu güzel hikâye için sevgili dostum Murat Buharalı’ya teşekkürler)