At arabalarının hasat mevsimine evrildiği zamandı temmuz…
Her iki yanına paralel ikişer ağacı uzatıp arkasına bir enlem ağaçla birleştirip hasadı yüklemeye elverişli hale getirilen at arabalarını hazırlarken heyecandan yerimde duramazdım. Hayranlıkla izlediğim babam, her zamanki mağrur duruşuyla, kimseden yardım almadan hazırlardı tüm koşum takımlarını, tırpanları (şemeg), dirgenleri ve tırmığı…
Amcam ona tabi, ben amcama tabi idim her daim.
Bozulmazdı bu hiyerarşi…
“Kes” olmak üzere biçilen harız ve yoncalar biçimden sayılmazdı bile…
Çayırların biçilme vakti biraz önceden gelirdi Uzunyayla’ya nazaran “Boğurbaş” köylerine.
Köyün önü biçilirken ısınma turları yapılırdı, ne de olsa üçgül idi biçilen, nispeten kolaydı biçimi…
Derken Çakmaklı mevkisi, sırasıyla Kurt Pınarı çetin geçerdi haliyle, bilenler bilir… Orhan, Sinan, Atilla, Tanju, Yılmaz, Saffet ve ben…
Sinan’ı tırpan sallarken seyreden büyüğümüz -Mevlüt Amca- “Yaaw Sinan dediğin bir afat” demişti, kendi gitti sözü kaldı bizlere…
Orhan bir efsaneydi. 9 numara tırpanıyla öyle bir açılırdı ki sanki dersin tüm çayırı tek bir “arğıne” ile bitirecek…
Eminim hepsinin anlatacak hikâye tadında birikmiş anıları var içlerinde sakladıkları…
Dönelim “Ketıpej”e… Kancık ot biçmeye varsanız; işte orada belli olurdu gerçek tırpancılar (şemegawe). Babamın 15 dönümlük çayırı sabah girip akşam bitirip geldiğine çok defalar şahit oldum.
İnanılacak şey değildi; sırf kancık ot denilen çayırı bilen bilir, bilmeyene anlatamazsın…
Arada ardı sıra kan ter içinde kalan bana bakıp “Öyle biçersen yorulursun” derdi de aynı anda amcamla göz göze gelip anlam veremezdik …
“Sol elini yukarıda tut”, “Tırpanın son tarafını yerde tut” gibi şeyler söylese de bir türlü doğru tekniği yakalayamadan çayır biterdi…
Komşumuz rahmetli İkrami Amca ile çayırlarımız da bitişikti.
Çoğu zamanda aynı çayırda karşılaşırdık molalarda.
Karpuzu keser, ortasını çıkarır, “Bunu bugün en iyi biçene yedirecem” der, kenara alırdı.
Gözüm elimdeki karpuz dilimini görmez, kenardaki karpuz göbeğinde kalırdı.
Sanki yiyebilsem dünyayı kurtaracam sanırdım…
Biz kan ter içinde molada at arabasının altında arğuey’lerden (meşhur yeşil gözlü, Türkçede böğelek denen lanet sinek) fırsat bulup soluklanırken babam aynı eyvallahsız edasıyla ekibin tüm tırpanlarını çekiçlemeye koyulur, yine bizden önce kalkar, arğıne’sinin başına dikilirdi.
Amcam bana bakar, ben ona istemsiz bir gülümsemeyle… Yerimizden sürünerek kalkar, peşine takılırdık da, yakalamanın imkânı var mıydı ki?..
Daha değirmen önüne gelmeden ellerim su toplamış, asıl çayırlarla vuruşmadan bitmiş olurdum.
Çaktırmadığımı sanırdım tabii de, karizma diye bir şey kalmaz, akla kara gün gibi çıkardı meydana…
Fazıl’ı görürdüm adaleli, zıpkın gibi çayırlara meydan okurken.
Derken işin hilesine kaçıp usulca yanaşırdım çayırımızın en sevdiğim yerine… “Meug mışh” sadece atların ve eşeklerin yediği, aynı zamanda ot yığınlarının (meugoeş) en alt nemden ilk çürüyen ve en üst yağmur ve yaştan, asıl önemli besleyici ot tabakasını koruyan kısma serilen ot. Başka da bir işe yaramazdı!
Bunu biçmesi son derece kolaydır, biçerken kendinizi vatan kahramanı falan sanabilirsiniz, aldanmayın! Sadece meug mışh biçiyorsunuzdur…
Yaw o kadar da olsun, biçmekten belimiz saptı diyebilirsiniz; hele yavaş, bunun toplaması ve özellikle tırmık çekmesi var…
Kuruduktan sonra toplanan otlar ambate usulü, nizami 20 ambate bir at arabası şeklinde hazırlanıp bekletilirdi bir süreliğine.
Günün sonunda Zamantı Irmağı kıyısında batan güneşin serinliği çökerdi üstümüze, toplanan çayırları geride bırakıp tırmığı ve dirgeni sırtlayıp gelebilmekti en büyük yiğitlik akşam karanlığında köye…
Birkaç gün sonrasında at arabaları ile konvoylar halinde yüklenen otları bağlamak üzere amcamla birlikte asılırdık kendir ipe! Çeeek!..
İşin en keyif aldığım bölümü, yüklenen at arabasının en üstünde atların tırısa kalktığı, yukarıdan baktığınızda atların hamutlarının bir gevşeyip bir gerildiğini izlemekti.
Devamında sırtüstü yatıp, ağzıma bir çöp alıp at nalı şıkırtısıyla eve uzanan yol hiç bitmesin isterdim…
Aadıdıd, patos mevsimine şimdi hiç girmeyeyim, onu da ağustosta hallederiz…