Sarı sıcakların en yoğun olduğu ağustosta birer birer getirilen sırasıyla kışlık ot, harız, arpa, buğday yığınlarının yükselmeye başladığı ayın adıydı ağustos…
Birbirleriyle yarışırcasına harman yerlerine ulaşan başaklar devasa yüksekliklere erişir, sanki yığınlardan ikinci bir köy oluşurdu…
Elbette kolay olmazdı tüm bu yığınlar, ellerimizden defalarca geçer, saman olur, samanlıklarda son bulurdu macera…
Tarlalardan toplanan tüm hasat harmanlara getirilirken de ayrı bir zanaat isterdi. Mesela yükleme konusunda rahmetli Cevat Amca çok ustaydı, onun yüklediği arabalar bir kalıptan çıkmış devasa apartmanları andırırdı.
Yine aynı şekilde rahmetli İkrami Amca öyle düzenli yüklerdi ki tek seferde tüm tarlayı taşıyabilirdi. Rahmetli babam da uzmandı yükleme işinde, öyle bir yükselirdi ki araba, dirgenlerin sapı kısa gelir, bizler aşağıdan atamaz olurduk her seferinde…
Yüklenen arabaların iplerle gerilmesi gerekirdi, her seferinde yandan rahmetli amcamla asılırdık iplere, yukarıdan babam çek dedikçe amcamla omuz omuza gerdirdiğimiz tozlu, terli, bazen neşeli, genelde sinirli halde çekerdik iplerle bozkırın yükünü…
Çok geçmez, ilçeden kara patosçular damlardı köylere ama biz gençler, yaz başından beri antrenmanlıydık tabii, kim takardı “Kara Patos”u…
Kendi aramızda bir imece oluşturur, sırasıyla tüm köyün patosunu çekerdik yılmadan.
Aslında devasa haymaya ilk bağlanırken kara patos ufak bir moral bozukluğuyla karışık umutsuzluk baş gösterse de ilerleyen saatlerde savaş iyice kızışırdı kara patosla…
Ağustos ayının sıcakları gündüzleri dayanılmaz olduğundan patoslar genelde gece çalıştırılır, bu bizim de işimize gelir, saldırırdık haymalara amansız…
Dökülen alın terimizin haddi hesabı yoktu. Gece olduğundan oluşan tozu da fark edemez, çok daha verimli çalışabilirdik…
Arada bir kara patosun alamayacağı ambatayı sallardık içine, bu sayede patosun traktörle bağlandığı kayışı attırıp birkaç dakika da olsa mola çalardık tozlu ağustos akşamından…
En zevkli yanı sonlara doğruydu, gıdım gıdım küçülen haymaların birkaç ambata kalan kısmında tüm arkadaşlara anlaşılmaz bir enerji gelir, hepimiz küçücük kalmış yığına canhıraş girişirdik… Ama eğer ailenin ya da grubun küçüğü durumundaysan seni bekleyen sürprizlere de hazır olman gerekirdi, çünkü kara patosun altından alman, aldığını da samanlık deliğinden içeri atman gerekirdi…
Buraya kadar idare edebilirdin de ya samanlıktan attığın yer tıkanırsa… O zaman da içeri girip açtıktan sonra koşturarak geri dönüp o arada patosun altında sıkışan malzemeyi tekrar deliğe atmak senin boynunun borcuydu…
Bir seferinde tüm gece boyunca aynı performansı sergilemiş, sabaha karşı bitirip patosçularla aynı odada yatmıştık.
Sanırım çok geçmeden kara patosun sesiyle irkilip uyandım, harıl harıl çalışıyordu, duyuyordum!!!
Yan tarafta yatan patosçuyu uyandırıp “Emmi, patosun altını kim alıyor” diye sormuştum, adamcağız “Ne patosu oğlum, bitti ya!” dediğinde ben usulca kendime gelsem de sabah onlar kalkmadan odayı terk ettim, bir daha da yüzlerini görmedim…
O dönemlerde patosla ilgili çok şeyler anlatabilir insanlarımız.
İsmi lazım olmayan köyün birine kadın iç çamaşırı satan çerçi gelmiş.
Köylü kadınlar çerçinin başındayken, köylü çocuklardan 9-10 yaşlarında bir delikanlı yanaşıp karıştırmaya başlamış çamaşırları…
Onu gören kadınlar kızmaya başlamış, “Uug abdey wuy ox xelır sıt?” (Çekil ordan, ne işin var burda) gibi şeyler söyleyince sutyeni gösterip “Seri suxueyt mıxode zı” (Bana da bundan bir tane lazım) deyince, kadınlar merakla, “Sen onun ne olduğunu biliyormusun ki” diye sormuşlar.
Bizim delikanlı gayet kendinden emin olarak “Tabii biliyorum, ‘patos gözlüğü’…” deyivermiş.
Ancak kara patosun altında çalışan bilir patos gözlüğünün kıymetini!..
Gecenin ortasında beyaz toprak sıvalı evlerimizin salonlarına kurulan birbirinden lezzetli kara patos yemeklerini ve tadına doyulmaz sohbetlerimizi anlatmaya kelimelerin gücü yetmez…
Gece boyunca hiç çalışmadıkları halde bizden daha iştahlı yiyen kendileri de kara patostan daha kara patosçuları izlerken, yorgun, gönülsüz ama arsız espriler yapar, karın kaslarımıza kramplar girinceye kadar güler, eğlenirdik her “Kara Patos” zamanı sararmış Gunaşey harmanlarında.
Omuzlarımızda tatlı bir yorgunluk, güneşte kavrulup ay ışığında yıkandığımız gururlu atletik ve artist zamanlardı gençlik…
Emek kokan harman yerlerinden yükselen toz dumanı alnımızın terinde gizlerdik. Tüm bozkır bitkilerinin kokusu sinerdi tenimize. Kimi tatlı, kimi acı, bazıları mayhoş…
Mızıka seslerinde sarhoş olup şemeg (tırpan) seslerinde ayıldığımız, hayatın dörtnala ama ağır bir roman gibi yaşandığı pervasız ve mistik zamanlardı…