Geçenlerde Twitter’da tanıdığım ve takdir ettiğim bir kişinin paylaştığı bir mesaj uzun zamandır kafamda dönüp dolaşan bir meseleyi daha somut bir şekilde formüle etmemi sağladı. Paylaşılan mesajda, okullarda “sömürgecilik tarihi” dersi verilmesi öneriliyordu; çünkü sömürgeciliği bilmeyen bir gencin “Batı hayranı” olması kaçınılmazdı. Mesajda, bugün bizden çok ileride olan Batı’nın arka planında, dünyanın geri kalan bölgelerinde yaşayan milyonlarca insanın öldürüldüğü, köleleştirildiği, halkların yok edildiği, mallarının, zenginliklerinin çalındığı anlatılıyordu. Dolayısıyla, gençler sömürgecilik tarihini öğrenirse, hayranlık duyulan Batı’yı Batı yapan korkunç arka planı öğrenir ve o arka plana sahip olmayan kendi kültürlerini daha çok benimserlerdi.
Dersi alan öğrenciler “kendi kültürlerini” benimserler mi bilmiyorum ama ben de ders verilmesi fikrine katılıyorum. Gerçekten lise müfredatına “sömürgecilik tarihi” ya da “sömürgecilik nasıl olur” gibi bir ders konulursa hem geçmişi hem de içinde yaşadığımız zamanı anlamak için çok faydalı olacağını düşünüyorum.
Çünkü sömürgecilik esas olarak “3-5 tane kötü insanın” (“Beyaz adam”ın, Batılının ya da başka birilerinin) icat ettiği bir melanet olmaktan ziyade, güçler ilişkisi içinde ortaya çıkan, daha güçlü sınıf ve zümrelerin kendilerinden daha zayıf olan insanlar ve halklar üzerinde kurdukları, “beyazı üstün kılan” bir tahakküm biçimi… Bu tahakküm altında kontrol edilen insanların her anlamda bütün kaynaklarının da gücün tahkim edilmesi yönünde kullanılması anlamına geliyor. Ve tabii bu tahakküm sadece düz bir baskıyla, çıplak bir şiddetle sağlanmıyor. Tahakkümün, bir yandan tahakküm edenlerin arkasında ideolojik, sınıfsal, psikolojik bir destek oluşturması gerekiyor. Ancak öte yandan tahakküme maruz kalanların bile bu tahakküm zemininin bir tür meşruiyet içerdiğine inanması gerekiyor.
Bunun en ideal yolu da tahakkümün ne tarafında olurlarsa olsunlar insanların kabaca “ikiye ayrıldıklarını” öğrenmelerinden geçiyor. Yani bir tarafta “iyiler”, diğer tarafta “kötüler”… Ya da medeni olanlar-olmayanlar… Tanrı tarafından seçilmişler ve köle olanlar… Tanrı’nın sözünü taşıyanlar-taşımayanlar… Beyaz adam-zenciler, müminler-kâfirler, Doğulular-Batılılar gibi… Tabii ki, daha güçlü olanların kendilerini ve güçlerini “daha iyi”; devreye soktukları şiddetin, hatta her türlü ahlaksızlığın “gerekli” olduğunu anlatmaları gerekiyor. Zaten iktidar da biraz böyle bir şey; mühim olan en altta kalanların, köleleşmiş olanların bile efendilerinin sözlerini “doğal” kabul etmeleri… Bu da ancak sürekli gelişen, aktörleri ve katılımcıları çeşitlenen, zaman içinde tekâmül eden iktidar, manipülasyon, ikna ya da söylem teknolojileriyle sağlanan bir süreç…
Ancak, ikna ve manipülasyon için ne kadar süper teknolojiler (çıplak şiddet, güzel söz, çıkar/“ yardım” dağıtımı, iktidardan pay verme, kilise, cami, okul, medya, reklam, propaganda, yapay zekâ, devlet vb.) kullansanız da, insanları tüm zamanlar için kendi çıkarlarınıza uygun şekilde ikna etmeyi beceremezsiniz. Bunu becermek çok zor olduğu içindir ki, başka topraklara gidenler önünde sonunda geri dönmek zorunda kalmışlardır.
Tahakkümün en zor olanı da genellikle zor kullanarak yapılan iknadır. Mesela ABD, Vietnam’da tarihinin herhalde en büyük darbesini yemiştir. Fransa “uygarlık” adı altında sömürgeleştirdiği Cezayir’i çok kanlı bir geçmiş bırakarak terk etmek zorunda kalmıştır. Ya da daha modern bir hikâye olarak, Sovyetler’in “sosyalizm” dediği, ancak maruz kalanların iç savaş sonunda boyun eğip sessiz kaldıkları tahakküm de ancak 73 yıl dayanabilmiştir. Güney Afrika’da “Apartheid” (ırk ayrımcılığı) rejimi ancak 46 yıl sürebilmiştir. Bizzat sömürgeciliğin yarattığı travmatik geçmişten kaynaklanan dertlerinden kurtulamayan, her biri, stratejik-ekonomik çıkarlarını “en iyi dost olmak” imajı altına saklayan farklı ülkelerin hegemonya savaşlarına, dışarıdan müdahalelere ve manipülasyonlara, darbelere, emperyalist niyetlere maruz kalan, ekonomik bağımlılık ilişkileri içinde hayatta kalma savaşı veren Afrika halklarının da hiçbiri bugün aleni olarak “sömürge” ülke statüsünde değildir.
Farklı veçheleri olan tahakküm ilişkileri arasında uzun sürmüşlüğü bakımından özel bir yere sahip olsa da, Türkiye’deki sağ-muhafazakâr söylem uyarınca “hoşgörüsüyle” tanımlanan Osmanlı’nın hikâyesi de bu bağlamdan kopuk değildir. Osmanlı’nın “fetih” dediği, ancak “fethedilen” topraklardaki insanların “Türk korkusu” eşliğinde boyun eğdiği ve daha ziyade “işgal” olarak gördüğü tahakküm, yüzlerce yıl sürmüş olmasına rağmen, “bağımsızlık” savaşlarıyla sona ermiş ve mesela özellikle Balkanlar’da ulusal tarihlerin çoğu “Türk düşmanlığı” üzerine kurgulanmıştır. “Fetih kültürünün” yazdığı şanlı tarih, diğer tarafta pek öyle yaşanmamış, saraya götürülen cariyeler, devşirilen, ailelerinden gelen dinlerini, dillerini unutan çocuklar, toplanan ganimetler ya da vergiler olarak görülmüştür. Coğrafyanın diğer tarafında, aynı dinden olduğu söylenen Arap halkları bile, resmi Türkiye tarihinde “ihanet” olarak görülse de fırsat buldukları zaman Osmanlı’dan kopmuşlardır. Kısaca güç savaşı içinde, daha güçlü olanlar karşısında, tahakkümün gücü (ordu, silah, ideoloji vb.) yetmediği zaman sizi çok sevdiğini düşündüğünüz insanlar-halkların size baş kaldırmaları beklenmeyecek bir durum değildir.
Tabii ki, zorla sağlanan tahakküm dışında eğitimle, ideolojik sosyalizasyonla, tüketimle, içeriden, içerinin değerlerinin araçsallaştırılmasıyla sağlanan bu tahakkümün süresi uzayabilir. Biraz Gramsci’den esinlenerek belirtirsek, söz konusu coğrafyada var olan hegemonik dilin içinden yeni bir hegemonya kurmak, tahakkümün, sömürgeciliğin, emperyalizmin tesisini, insanları ikna etmeyi daha mümkün kılabilir.
Her halükârda, tahakküm ikili ayrımlar üzerine inşa edilse de her iki tarafın da bu tahakküm dili etrafında kurulması gerekir. Tahakkümün bizzat ana aktörü olan zümre, aktör ya da sınıfların yanı sıra baskı altında olan insanların da bu dil altında kendilerini tanımlamaları gerekir. Bu “kurgu” aşındığı zaman, tahakkümün de sonu yaklaşıyor demektir.
Dışarısı, içerisi ve oryantalizm
Sonuç olarak, dışarıdan ya da içerisi gibi görünen “yukarıdan” fethedenlerin tahakküm tarihi sadece tahakküm edenlerin “yazdığı” değil, tahakküme maruz kalanların da “yaşadıkları” bir tarihtir. Hiyerarşik iki ayrı sıfat altında tanımlanmış olan tahakküm ilişkileri bağlamında sömürgecilik de uzun yıllara yayılmış ve çok farklı dinamikleri içeren bir süreçtir. Bu süreci anlamak, sadece Batı’ya özgü bir tarihi anlayıp, kendi bulunduğumuz coğrafyayı ve iktidar-güç ilişkilerini temize çıkarmak için değil, günümüzde yaşanan tahakküm ilişkilerini anlamak için de çok önemlidir.
Hakkı verilerek okutulacak bir “sömürgecilik” dersi, genç ya da yaşlı nesilleri, sadece “Batı hayranlığı” ezberinden kurtarmakla kalmaz; çok daha genel tahakküm meselelerine bakışta da özgürleştirme potansiyeli getirir.
Bu aşamada, insanları ikili kategoriler altında tanımlayan sömürgeciliğin “başarısını” anlamak için, onunla eşgüdüm içinde yürüyen bir zihniyeti, “oryantalizm”i ele almak faydalı olabilir. Batı’da vücut bulmuş ve evrilmiş bir kültürün, dünyanın başka bölgeleri hakkında duyduğu “merak” eşliğinde, onların “farklılığına” vurgu yaparak, Batı’nın siyasal, ekonomik, teknolojik, kültürel ve ideolojik “üstünlüğünü” kurgulayan bu zihniyet aslında bir bakıma bu üstünlüğün “nesneleşmesine” de katkıda bulundu. Kuşkusuz bu sadece “Batılı” bir aktörün dayatmasıyla değil, bizzat Batılı olmayanların da bu farkın altını çizmesiyle gerçekleşti. Batılı olmayan sultanlar, devlet adamları, büyük bir hayranlık ve özenti içinde, Batı gibi güçlü olmak için, Batılı gibi davranmaya, silahtan, askeri marşlara ve kıyafetlerine kadar her şeylerini Batı’dan almaya, Batı’da kurulan ulus-devletler karşısında, kopyala-yapıştır tekniklerle (“Volk in waffen” – “Silahlı millet” – “ordu-millet” – “her Türk asker doğar”) ulus-devletler kurmaya soyundular. Öte yandan, modernist, milliyetçi, yerelci, kültüralist seçkinler ve aydınlar da aşağılık kompleksi yaratan bu “farklılık”tan azade kalmadılar. Kültürlerini korumaya çalışırken, hayranlık duydukları Batı’nın teknolojisini, ekonomik kurumlarını, kapitalist piyasa mantığını devşirmekte de beis görmediler.
Tabii ki bu süreç sadece dışarısı ve içerisi arasında hiyerarşik bir tanımlama getirmedi. Aynı zamanda “içeride” de yöneticiler önce kendilerini, sonra kendi halklarını “medeniyet merdiveninde” “farklı” (azg elişmiş, geri vb.) görüp, “oryantalize” ettiler. Dolayısıyla oryantalizm ve self-oryantalizm (kendi kendine oryantalizm) el ele yürüdü, ikili kutuplu hiyerarşik tahakküm üretimi ve döngü tamamlandı. Başka bir ifadeyle, oryantalizmin ürettiği “farklılık” hem dışarıdan dayatılan hem de içeriden benimsenen ve yeniden üretilen bir kavram oldu. Yani sadece sömürgeci Batılılar “Doğu’yu” farklı bir şekilde nesneleştirmediler; “Doğulular” da aynı şekilde kendilerini (olumlu veya olumsuz) uyumlu bir şekilde tanımladılar ve bu tanımlar zihinlerde kalıplaştı.
Osmanlı’nın son demleriyle birlikte, Osmanlıcı, Türkçü ve de İslamcı grupların her birinde, çöken koskoca imparatorluğun getirdiği kolektif aşağılanma duygusu eşliğinde, hayal edilen yeni ülke versiyonunda Batı gayet mevcuttu. Dünya üzerinde yükselen ve yerleşen yeni güç dengesi eşliğinde, bu ideolojik akımları Batı karşısında hayranlık, kompleks ve korkuyla karışık duygular motive ediyordu. Bunlardan muhtemelen en samimi olanlar Batıcılardı; Batı’ya hayranlık duyuyorlar ve Batı gibi bir hayatı, kalkınmayı arzuluyorlardı. Ama diğerleri de bütün “orijinallik” iddialarına rağmen, Batı’ya özenmekten, iktidarda pay buldukları zaman, Batı’dan aparttıkları teknolojileri ve yönetim biçimlerini, propaganda (“iletişim!”) tekniklerini (ve de tabii ki en lüks Mercedes’l eri falan) kullanmaktan hiç vazgeçmediler. Kuşkusuz, güç ilişkileri altında bunun aksi düşünülemezdi; kendilerini orijinal zannedenlerin bu ilişkiden bağımsız kalmaları mümkün değildi.
Yeni ülkenin yöneleceği çizgiye dair mücadeleyi Batıcı-Türkçü eğilim kazandı. Birçok taviz verilmiş olsa da modern ulus-devletin bütün yöntemleri bu elitler tarafından devreye sokuldu. Beyaz adamın uyguladığı etnik temizlik, kültürel asimilasyon gibi stratejiler ve mesela yatılı bölge okullarında “yerli” çocukların kültürlerini, dillerini, inançlarını, saçlarını tornadan geçirmek gibi taktikler bizim coğrafyada da devreye sokuldu.
Ancak toplumlar hareket halindedir ve toplumsal hareketler bu genel hareketin yönünü şu ya da bu yana bükebilirler. Ve öyle de oldu… Aradan geçen zaman içinde, bir zamanların “mağlupları” kazandılar… Ya da bugün kendilerini “kazanmış” gibi hissediyorlar. Cilası milliyetçi-muhafazakâr ve de “yerli” olan ancak küresel kapitalizmle el ele olan bir seçkin kapitalist sınıf iktidarı elinde tutuyor.
Bu sınıf vasıtasıyla, sömürgeciliğin oryantalizmle el ele ürettiği bir zihniyetin yeni bir sürümü, sahada bizzat Batılılara ihtiyaç duymadan mükemmel bir şekilde işlemeye ve önüne gelen her türlü doğal ve insani hayatı “fethetmeye” devam ediyor. Düne kadar oryantalizmin farklı olarak inşa ettiği “Doğulular”, aynı Batılı-modern-kapitalist dünyanın aktörleri gibi davranıyorlar artık. Sömürgeciler Amerika kıtasının, Afrika’nın, Asya’nın doğal zenginliklerini tepe tepe kullanmak için, o coğrafyaların insanlarını ve doğal dokusunu din adına, medeniyet adına, kalkınma adına yok etmekte nasıl beis görmedilerse, Batı’dan çok şikâyet eden Doğulular da izan tanımadan, arsız bir şekilde yeraltı zenginliklerini ele geçirmek için bir “öteki” olarak doğayı katlediyorlar; önlerine çıkan insanların da kafalarını ezip, yollarına devam ediyorlar.
Batılı sömürgeciler Amerika kıtasını sömürgeleştirirken, Hıristiyan misyonerleri çok iyi kullanmışlardı. Zaman içinde Afrika’nın, Hindistan’ın sömürgeleştirilmesinde “medeniyet-ilerleme” söylemleri de gayet işlevsel olmuştu. Şimdi Doğulular da benzer şekilde “ulusal” kalkınma, dünyanın efendisi olma, medeniyet götürme, din sosuyla iç içe geçmiş maddi ilerleme jargonunu dillerinden düşürmüyorlar.
Duygusal operasyon
Kapitalizmin Türkiye versiyonu duygusal olarak muhteşem bir organizasyon ve operasyon sayesinde Türkiye topraklarını tepe tepe kullanıyor.
Yerli ve yabancı şirketlerin, yabancı şirketlerin yerli uzantısı şirketlerin Bergama’da, Uşak Kışladağ’da, Milas Akbelen’de, Kaz Dağları’nda, Artvin Cerattepe’de, Karadeniz’in dört bir köşesinde ya da Aydın’da altın, kömür, bakır, taş madenleri için altüst ettikleri doğa, yakılan ormanlar, HES ve JES marifetiyle yok edilen ve zehirlenen su kaynaklarıyla, tarım topraklarıyla memleketin dört bir köşesi talan ediliyor. Çanakkale’de yaşayan 100 binin üzerinde insanın bir yılda kullanacağı suyu tek başına tüketecek madenler açılıyor. Depremden çaresizlik içinde çıkan Hatay’da TOKİ inşaatı için köylülerin zeytinlikleri ve tarlaları kamulaştırılıyor.
Kimi zaman acele-zorla kamulaştırma marifetiyle, kimi zaman izin bile almadan, kimi zaman çevreye dair rapor bile almaya tenezzül etmeden sürüyor bu talan… Çok istisnai durumlar dışında bütün bu operasyonlar sırasında, hayatları o topraklara bağlı olan köylüler itiraz bile edemiyorlar. Her itirazda ise orantısız bir şiddetle bastırılıyorlar.
Giderek nefes alamaz hale geliyoruz. Bu gidişle bu topraklar ve üzerinde yaşayan insanlar aç ve susuz kalacak… Bu gidişle eylemleri bastırmak için gönderilen kolluk kuvvetlerinin şimdilik altına girmeleri için “korunan” bir avuç ağacın gölgesi bile kalmayacak…
Doğaya karşı böylesine izansız, irrasyonel ve topyekûn bir saldırının herhangi bir “toplumsal-ulusal çıkarla” özdeşleşmesi mümkün mü? Ya da içinde insan olmayan, insanlara tepeden bakan bir “ulusal çıkar” olabilir mi? Ormanlar sayesinde var olan biyoçeşitliliğin katledilmesinin bir avuç yerli kapitalistten başka kimseye bir yararı olabilir mi? Bütün bunların misyonerler eşliğinde, ulvî (medeniyet, din, ilerleme, ulus…) lalar altına saklanmış arsız çıkar savaşını veren, altın bulmak için “vahşi Batı”ya hücum eden “Beyaz adam”ın yaptıklarından bir farkı var mı?
Buraların doğasını, topraklarını, suyunu ve insanlarını zerre kadar dert etmeyen bu saldırı, aslında birilerinin bu toprakların altındaki kaynakları alıp, başka coğrafyalarda merkezi bulunan bir sistemin çarklarının dönmesi için yürüttükleri muhteşem bir saldırıya benziyor…
Oryantalize edilen doğa dibine kadar sömürülürken, doğayı katleden zihniyet sahipleri ile inşa edilmiş olan duygusal bağlılık sayesinde genel kamuoyu, jandarmaların sürüklediği köylü (yani “yerli”) kadını göremiyor. Bu kamuoyu, “Beyaz adam” tarafından Amerika’nın, Afrika’nın yerli çocuklarına yapılanlara ağlayabilirken, kendi kendine güzelleme yapan, beyazlaşmış bir zihniyet uyarınca, hayat ve kültür hakkı için mücadele eden ve panzerler altında ezilen buranın “yerli halkına” ya da jandarmadan dayak yiyen köylülere empati yapamıyor.
Batı karşıtı gibi görünenler tam da sermayenin, sömürgeciliğin, emperyalizmin, kapitalizmin çarklarını döndürüyorlar. “Doğucu-yerlici-ulusalcı” malzemeyle karışık bir jargon eşliğinde, bir zamanlar Amerikan yerlilerinin kökünü kurutan, Afrika’da, Hindistan’da on binlerce insanı öldüren, ellerini kesen sömürgecilerin yeni versiyonu gibi (evet, tabii ki öldürmüyorlar, gaz sıkıyorlar, copluyorlar, hapishaneleri dolduruyorlar) davranıyorlar.
Doğa ve insan karşısında saldırılarla tezahür eden bu acımasız dünyada sosyolojik olarak travmatik olan bir kitlenin duygularıyla özdeşleşme sağlayıp, her şeyi yap(tır)abilmeyi sağlayan bir gücün psikolojik inşası söz konusu… Bu, esmer görünen insanları bile beyazlaştırmayı başaran bir güç ve bu gücün sonucu… Hindistan’ın sömürgeleştirilmesindeki en önemli dinamiklerden biri olan İngilizde n bile daha İngiliz hissedecek olan beyaz Hintlerin inşa edilmesi gibi…
Evet, “sömürgecilik” dersinin ilk olmasa bile ilk ünitelerinden biri “memleketimizin yeni yerli-beyaz sömürgecileri” başlığını taşıyabilir…