Jerıştey’de düğün olduğunu duyduğumuzda saat epey ilerlemiş sayılırdı…
Naçar Gunaşey gençliği huzursuz yukarı aşağı dolanırken Orhan’ın bir muzırlık peşinde olduğu belliydi.
Bir süre ortalıktan yok olan Orhan, bir at arabasının okundan tutmuş, hızla grubun içine doğru dalmış, bir yandan da “Jerıştey, Jerıştey” diye bağırıyordu…
Hepimiz bir coşkun kahkaha ile kendimizi bir kenara atarken at arabasının sahibinin arkadan hızla bize geldiğini fark ettim.
Zifiri karanlıkta gördüğüm sigarasını yere fırlatıp peşimize düşmüştü.
Tabii ona yakalanacak adam yoktu içimizde…
Ama asıl sorun henüz çözülmemiş, içimize oturmuştu, “Jerıştey’de düğün vardı” ve bizde vasıta yoktu…
En kötüsü de zaman hızla akıyordu.
Şimdi belki de kızları düğüne topluyor olmalıydılar, bir yandan köy gençleri yapılacak düğünün organizasyonunu bitirmiş olmalıydılar.
Biz ise hâlâ Gunaşey’de at arabası sürükleyip zaman öldürmekte idik…
Sonunda her zamanki ihtimali hayata geçirip “tabanvay” ile -gerçekten böyle bir tabir var mı onu da bilmiyorum da!- kısacası yaya olarak yola koyulmuştuk bile…
Jerıştey’e varmadan namı diğer Kofej suyundan içmemek olmazdı, yıldız yağmurlu tarla yolundan ulaştığımız Kofej’de bir mola vermek âdetten idi…
Çok iyi kulak verenler Kofej suyunun şırıltısında Jerıştey’deki mızıkayı duyabilirdi, tabii bunun için suyundan kana kana içmeniz kâfi gelirdi…
Jerıştey’e vardığımızda bizi ağırlayacak arkadaşımız çoktan hazırdı (bısım)…
Bizleri içeri alırken, mütevazı tipik bir Jerıştey evinde haşeş’in kapısı aralandığında kozmik odaya girmişçesine hepimiz aynı anda disipline olmuş, ortalarına şişkin minderler atılmış sedirde yerimizi almıştık…
Haşeş tüm Uzunyayla’da olduğu gibi öyle özenle döşenmişti ki, hiçbir abartı yoktu, hiçbir şey göze batmıyordu ve inanılmaz bir sadelik…
Göz kamaştırıyordu…
Açık pencereden bozkıra yayılan mızıkanın sesi bizleri çoktan hipnotize etmiş, bir an önce iştirak etmek istiyorduk…
Ev sahibimizin hazırlattığı ikramdan sonra heyecanlar dorukta ilerlerken kesik kesik gelen mızıkanın sesi şimdiden büyülüyordu hepimizi…
Ay ışığı altında…
İlerlerken geçtiğimiz harman yerlerinden yükselen hasat kokuları çok tanıdıktı! Aslında her şey tanıdıktı.
Tavanı ardıç yuvarlamalı haşeş’teki sedir, “uj”deki (antre) raf oyuntusu, yedeuh (beyaz kil) sıvalı toprak damlı evler, harmanlarına yığılmış kışlık ot yığınları, taş duvarlarla iddiasız çevrilmiş avlular…
Avlu içlerinde kurutulmak üzere yapay piramitleri andıran tezekten örülmüş “gaate” (tezek piramidi diyelim, merak uyandırsın) vs. vs…
Ağılın girişine yaklaşırken artık mızıkanın hangi melodiyi çaldığı seçilir olmuştu, kendimize çekidüzen vermenin vaktiydi bu…
Bizlerin ağıl önünde kısa bekletilmemizin sebebi de tanıdıktı!
Keza bısım (ev sahibimiz) müsaade isteyip içeri dalmıştı.
Sebebi gayesi; düğün sahiplerine gelişimizi bildirmek, devamında bizleri “Buyur” edecek görevliyi bulmaktı…
Zira hiçbir düğüne paldır küldür dalınmaz, her şeyin bir estetiği, bir yakışanı olduğunu bilirdi herkes…
Kimsenin farklı bir estetik anlayışı söz konusu değildi! Xabze bunu gerektiriyordu hatta dayatıyordu, var mıydı ki itirazı olan?!
Çok geçmeden beklenen görevli hayatının en sempatik halini giymiş, bize doğru geliyordu…
Kendi aramızda seçtiğimiz “thamade” (sözcü, lider vs.) öncülüğünde takıldığımız, son derece nazik tavırları ile bizi düğünün ön saflarına doğru dizmeye başlamıştı bile…
Bizler, yüzümüzde masum bir gurur, yerimizi alırken henüz başımızı kaldıracak cesaretimiz yoktu…
Çok geçmeden çalınan akordeonun esiri olmuş, vermiştik melodilerin kucağına kendimizi…
İlk haber bayanların thamade’sinden gelmişti; bir mütevazı sigara paketinden fırlayan birkaç çöp sigaraydı bizi onurlandıran, “Hoş geldiniz” diyordu thamade!
Cevap verilmeliydi ama estetik olmalıydı, farklı olmalıydı, kafa yorulmalıydı!..
Sırasıyla çalınan melodilere deju (eşlik) yaparken bir yandan kaybetsek de kendimizi, bir yandan buluyorduk panikle kim olduğumuzu…
Ara ara hızlanan ritimler heyecanımızı doruklara çıkarsa da duruşumuzu bozmuyor, sürekli birbirimizin duruşunu kontrol ediyor, gerektiğinde uyarıyorduk…
Usulca başımızı kaldırıp sağ tarafımızda yerlerini çoktan almış, yaşça büyük olan grubu görmemek mümkün değildi.
Tüm gözlerin onların üzerinde olduğunu sanki biliyorlarmış da çaktırmıyorlarmış edasında esip gürlüyorlardı.
Duruşları, kendilerine olan özgüvenleri tamdı. Durmadan çalınan melodilere eşlik (deju) ediyorlardı, bu sayede akordeonu (pşınave) da zapt etmişlerdi…
Cegu diziliminde yine bir hiyerarşi vardı; en başta düğüne gelen en yaşlı grubun büyükleri, sırası ile aşağıya doğru yaş grubuna göre ve ne kadar uzaktan geldiğine bağlı olarak düğün idarecisinin (hatıyagoe/ tarşın) inisiyatifinde ve sorumluluğunda idi.
Gecede şüphesiz en çok yorulan da hatıyagoe idi.
Keza gelen misafirlerin her türlü nazını çekmenin yanı sıra isteklerini de Xabze çerçevesinde karşılamak durumunda idi.
O yüzden hatıyagoe’ler en sabırlı en sempatik olanlardan seçilirdi.
Bunun yanında en çok yük düğün sahibinde idi.
Gelen tüm misafirlerin hoşça vakit geçirmeleri için yine Xabze doğrultusunda ellerinden gelen her şeyi yapmakla yükümlüydüler…
Hınzır Dağı’ndan yankılanan melodiler ay ışığından süzülüp tüm evrene yayılıyor, bir kez daha kıskandırıyordu “Almastı”yı Jerışteyliler…
Başımızı kaldırdığımızda, karşımızda bir taban halı tezgâhının boynuna dizilmiş renkli kök boyalı iplik yumakları misali, tüm geceyi renklendiren, anlamlandıran genç kızların özgüvenli duruşları karşısında büyülenmemek elde değildi…
Yine en başta mütevazı ama bir o kadar şık, estetik, Fransız aristokrasisini aratmayacak bayanların thamade’si satranç tahtasındaki “Kale” gibi yerine yakışıyor, sempatisi ile tüm kâgir yapıyı aydınlatıyordu…
Bizleri nazikçe onurlandırışı onu gönlümüze kazımamıza yetmişti.
Şimdi bize de bu onura layık olmak düşüyordu, bu yükü gururla sırtlanıyordu Gunaşey gençliği…
Evelallah yoktu aramızda o yükü taşıyamayacak kimse.
Çok geçmeden diğer köylerden gelen gençler de katılıyordu aramıza, bu şu demekti: Rekabet kızışıyor, alternatif stiller çoğaldıkça çoğalıyordu…
Gelen her grup önce köyünü adamakıllı temsil edip, sonra sülalesine tek bir söz ettirmeden, en son olarak da kendi mütevazı ama iddialı kişiliğini ortaya koymak durumunda idi…
Bozkırın ortasında Kofej suyunun bağrından kopan, ardıç yuvarlamalı kâgir yapının damından göğe yükselen deju’ler Samanyolu’na karışırken, kimlere heves ederdi bu hoyrat gençlik…
Jerıştey’de son perde…
Gece hayli ilerlemiş, çevre köylerden gelen gruplarla rekabet kızışmıştı.
Hakeza thamade’ler tarafından her daim kontrol altında olan gruplar en iyi performansı sergilemek durumunda idiler!
Özellikle ön saflardaki düzensizlik veya herhangi bir estetiği bozan duruma anında müdahale söz konusu idi!
Ama gecenin hakkını veren gruplar da gerekli hürmeti görürlerdi; thamade tarafından dikkat çeken grubun onurlandırılması hatta ödüllendirilmesi söz konusu idi…
Bunlar istek üzere oynatılır veya grup halinde düğün arası werşer’e alınırdı ve 10 dakikalık bir ödül vardı ki bunu hak edebilmek için çıtayı oldukça yükseltmek gerekirdi…
Zaman zaman gruplar halinde gençler dışarı alınıp ağırlanıyorlar, dönüşleri daha bir muhteşem oluyordu…
Zaman zaman da bayanların bir kısmı çıkarılıp dinlenmeleri sağlanıyordu.
Öyle bir an geliyordu ki tüm kâgir yapı altındaki ahali ile bütünleşmiş, ne yana dönsek ayrı bir samimiyet, her yanda gülümseyen heyecanlı yüzler…
O anlarda zamanı dondurup tüm detayları sayfa sayfa yazmayı hayal ederdim.
Belki de o an şimdi geldi, en azından küçük bir kısmı…
Thamade kızın yanında düğün için köye gelmiş iki güzel genç kız süzülüyordu.
Gunaşey gençliği açısından baktığınızda hangisinin daha güzel olduğunu kestirmek güçtü ama benim açımdan gayet net idi!
İsmi de kendi gibi “Net” olsun, şimdilik durduğu yerde süzülüp beklesin…
Hemen yanlarında Jerışteyli genç kızlar bir asil gerdanı süsleyen renkli boncuk taneleri gibi dizilmişlerdi ve hep bir ağızdan gülümsüyorlardı…
Kapı ağzında yılmadan misafir ağırlayan köy gençleri arada kaçamak bir şeşen dönerseler kâr sayıyorlardı…
Sırasıyla Kılıçmehmet, Karaboğaz, Karagöz, Gebelek, Gunaşey derken Uzunyayla’nın derinliklerinden tozlu bir Renault 12 ile akın akın gelmiş, en karizma halini giymiş kavruk gençler…
Hepsinin yüzü tanıdık, gönlü dost, kendisi ağır misafir, utangaç ama mağrur adamlardı…
Hiçbirinin tek başına absürt bir tavrını göremezdiniz ama her birinin…
Ayrı ayrı bir tarzı vardı! Herkes sadece ve sadece kendisi gibiydi, başka biri gibi davranan veya bir ünlüyü taklit eden yoktu!
Bu arada hatıyagoe ile başımız dertte, bir türlü ulaştıramıyorduk haberlerimizi karşıya.
Gece yarısını geçmiş, bizi bir türlü tanıştırmamıştı ve hâlâ türlü bahaneler üretiyordu…
Oysa olay gayet “Net” idi…
En son hatıyagoe’yı yakalayıp bir poker tabiri ile; blöf yaptık.
Düğünü terk etmekle tehdit etmemiz işe yaramış, haberlerimiz yerine ulaşmıştı nihayet…
Sağlam blöf yapmışız ki…
Gunaşey grubu adına müşerref olduğum şeşen gafe icrasında, zaman gerçekten durmuştu.
Benim genellikle transa geçtiğim şeşen dansı sırasında tüm atmosfer değişmiş, adeta bir löküs gömleğinin eflatuni rengi hâkim olmuştu tüm ardıç hezanlara…
Ayaklarımın altından kayan arpa samanı serpilmiş zemin, ayağımdaki kösele tabanlı iskarpinlere bir buz pistindeymişim de patenlerime hâkim olamıyormuşum hissi yaratıyordu…
Arada göz attığım grubun coşkusu yüzümde yankılanıyor, çılgınca agu’ler (elle tutulan coşkulu alkışlar) ile tüm grupları kıskandırıyorduk…
Kısa sürede gerekli coşkuyu yaratmış iseniz abartmaya gerek olmadığını orada olan herkes çok iyi bilirdi.
Makbul olan da buydu.
Başka bir makbul olan ise düğün bitmeden önce müsaade isteyip çıkma olurdu.
Evvela…
Hatıyagoe’ya, sonrasında düğün sahibine gereken hoh yapılıp, en son bısım’a da ev sahipliği için teşekkür edip ayrılmalıydı…
Onca bürokrasiden sonra kapıya şoförün ulaştırdığı limuzinle tozlu Gunaşey yoluna koyulmuştuk bile!
Demek isterdim tabii…
Ama uzun bir yaya yolculuğu bizi bekliyordu…
Sabaha karşı omuzlarımıza düşen çiğ damlalarına aldırmadan, ara ara sisli Jerıştey-Gunaşey yolunda, ardımızda kalan her metrede yüzümde daha da derinleşen “Net” bir gülümsemeyi taşıdım.