Daha önce “Bir Başka Çanakkale” romanı hakkında söyleşi yaptığımız Adnan Özveri ile bu kez bir senaryo hakkında konuştuk. “Turnanın Dansı” adını taşıyan senaryo bir sürgün anlatısı.
Bugünlerde İsrail’in Filistin’i işgali ile yine savaşı, şiddeti, soykırımı konuşuyoruz. Coğrafya değişse de hissedilenler, yaşananlar aynı. “Turnanın Dansı” da bir soykırım anlatısı. Şiddet sarmalında Kafkasya’nın dağ köyünde yaşananları anlatıyor. Yakın zamanda izlemeyi umduğumuz senaryoyu, yazarı Adnan Özveri’ye sorduk.
-Adnan Bey, sizinle daha önce “Bir Başka Çanakkale” romanınız hakkında konuşmuştuk. Şimdi ise bir senaryo, “Turnanın Dansı” üzerine konuşmak istiyoruz. Kabul ettiğiniz için teşekkürler. Öncelikle Jineps okuyucularına “Turnanın Dansı”nı yazma sürecinizi anlatabilir misiniz?
-Bu senaryo, değerli Çerkes aydını Özdemir Özbay’ın “Dans Eden Turna” öyküsünden hareketle yazılmış bir senaryo. Ondan konuyu dinledikten sonra, bundan iyi bir roman çıkar demiştim. O da her zamanki mütevazılığıyla “Ne kadar iyi olur Adnancığım böyle bir şey yaparsan” demişti. Ben de oradaki turna metaforunu alıp, çeşitli karakterlerle zenginleştirip önce roman olarak başladım. Belirli bir noktaya geldi. Sonra bundan iyi bir film senaryosu çıkar diyerek önce senaryoyu yazdım. Fırsat bulursam romanı da tamamlayacağım.
Tabii, bu sözünü ettiğim yazım süreci, benim açımdan daha kolay bir süreç oldu. Asıl, senaryo ortaya çıktıktan sonra onun ete kemiğe bürünmesi ve bir projeye dönüşmesi daha sıkıntılı ve zor bir süreç. Bunu da büyük ölçüde sürükleyip belirli bir aşamaya getiren sevgili Anıt Baba oldu. O olmasaydı, “Turnanın Dansı” bu aşamaya gelemezdi. Halen devam eden ve daha da devem edecek olan bu sürecin başaktörü odur. Kendisine teşekkür ederim.
“Kimi halklar başarıların, coşkuların, sevinçlerin tarihini tutar; biz kıyımların, felaketlerin, sürgünlerin…”
-“Turnanın Dansı” Kafkasya’da bir dağ köyünde, sürgün öncesi bir zaman aralığında geçiyor ve sürgünle de bitiyor. Hem savaş hem de aşk üzerine denirse yanlış olmaz sanıyorum. Çarlık Rusya’sının işgal yıllarında Kafkasyalıların kritik karar alma anlarında kendi içerisinde yaşadıkları anlaşmazlıklar, fikir ayrılıkları da var. Tüm bunları birlikte düşündüğümüzde sürgüne dair neler anlatmak istediniz?
-Sürgüne dair o kadar şey var ki söylenecek… Ne söylense, ne söylesek az bence. Ama bir şeyler söylemek gerekirse şöyle başlayayım yine de:
Çerkes Soykırımı ve Sürgünü sadece Çerkeslerin değil, tüm insanlığın en acı sayfalarından biridir. Rus tarihçi Adolf Berge, sürgün edilen Çerkesler için “Bu insanlar tifo, tifüs ve çiçek hastalığının pençesindeydiler. Anasız kalmış çocuklar, ölmüş annelerinin göğsünde süt arıyorlardı…” diye yazıyor. Yine bir başka tarihçi, “Karadeniz sahilinde Çerkeslerin ölüm oranı yüzde 50’ye yakındı, sadece Trabzon’da 53 bin kişi öldü. Savaş artığı ‘yüzen mezarlar’ olan gemilerden kaç tanesinin battığı bilinmiyor” derken, Rus yazar Puşkin, “Biz, Çerkesleri özgür yaylalarından attık, köylerini yaktık ve kabilelerini toptan yok ettik” diyor.
Ama bu kadar da değil. Bizim aynı zamanda düşlerimizi, hayallerimizi, sevinçlerimizi, renklerimizi de yok ettiler. Biz anılarımızdan, binlerce yıllık vatanımızdan ve atalarımızın yüreğinden de koparıldık. Acılarımızı, kederlerimizi denk edip, çaresizliğimizi, ıstırabımızı sarıp sarmalayıp ta Kafdağı’ndan çıktık yola. Bunun adı kırım, bunun adı sürgündü. Tarihin gördüğü en büyük, en acılı sürgün. Kara bir denizi geçtik baştan başa sularında bir bir eriyip kaybolarak. Karlı dağ geçitlerinde çok ölümler verdik, rüzgârlı tepeler canımızı da yongamızı da aldı.
Ayrılışlar, savruluşlarla geçti kuşaklar boyu ömrümüz. Kimi halklar yüzyıllar boyu bir yerlere aidiyetin iç huzurunu, ulu bir ağaç gibi toprağa kök salışın güvenini iyi bilir; bizler bıçkılanmış dal gibi ayrı düşüşlerin, yaprak gibi kopuşların, ökseye takılmış kuş gibi çırpınışların yürek ve ruh tedirginliğini…
Kimi halklar başarıların, coşkuların, sevinçlerin tarihini tutar; biz kıyımların, felaketlerin, sürgünlerin…
Onların türkülerinde sevincin, dayanışmanın nameleri süzülür; bizim ise sadece ayrılışların, savruluşların buruk ezgisi inler yorgun pşınelerimizde.
“Gölgesi mağrur, hükmü zayıf halifenin topraklarına bir tespihin renkli taneleri gibi savrulduğumuzda, dizanteri, tifo ve sıtma karşıladı bizi”
Hiç gitmediğimiz, görmediğimiz, hayal bile etmediğimiz koca koca şehirlerde, ihtişamlı saraylarda alındı kıyım ve sürgün kararlarımız, oralarda verildi bize dair hükümler.
Dilsiz uçurumlardan geçtik, uğultulu tepelerden, her gittiğimiz yerde yanık bir çağrısı kaldı ağıtlarımızın, bir de ezik melodisi yorgun pşınelerimizin.
Gölgesi mağrur, hükmü zayıf halifenin topraklarına bir tespihin renkli taneleri gibi savrulduğumuzda, dizanteri, tifo ve sıtma karşıladı bizi. Artakalanlarımız da cariye oldu, kapıkulu askeri.
Yetmedi. İkinci sürgünde kaderimize Arap çölleri düştü; çölün gölgelerimizi eriten sıcağı, akrebi, sineği. Yığıldık üst üste fırtınada savrulan kum taneleri gibi, çöl dahi acıdı da sağ koydu bir kısmımızı.
Başımızı sokacak bir dam, tutunacak bir dal bulup da yorgun gövdemizi koyup denklerimizi açtığımızda ıstırap ve kederin gölgesinin anılarımızın gölgesini örtmüş olduğunu fark ettik.
O günden beri gölgesizdir anılarımız.
İşte bu senaryo ve film çalışması gölgesiz kalan bu anılarımızı gölgelendirmek ve yeniden hayata döndürmek içindir bir bakıma.
-Setenay ve turna senaryonun başaktörü. Turnanın Kafkasyalılar için mitolojik bir anlamı var mı?
-Aslında, bütün kültürlerde turna kutsal, dokunulmaz ve değerlidir. Kafkas halkları için de böyledir. Hatta turnanın Adigelerin sembol kuşu oluğunu değerli araştırmacı ve aydınımız Ber Hikmet’le bir konuşmamızda ondan duydum. Turna (karew) üzerine Çerkeslerde çok güzel türküler de vardır. Zaten bu senaryodaki turna simgesi de böylesi bir kültürün çağrışımıdır.
“Polonyalıların, Ukraynalıların ve Nogayların yer yer Çerkeslerin yanında saf tuttuklarını biliyoruz”
-Senaryoda bir de Rus savaş esiri önemli bir yerde. Ev sahibi Şumaf, Kazak esiri için köyün büyüklerini bile karşısına alıyor. Bunun sebebinin biraz da kendi kişisel hikâyesinde gizli olduğunu sonradan anlıyoruz. Savaş ahlakı her şeye rağmen uygulamaya çalışılıyor. Bundan da fazlası, Kafkasya’nın işgaline çok çeşitli halklar da dahil. Bir tarafta Çarlık Rusya’sına karşı savaşan, bir tarafta da Çarlık Rusya’sıyla beraber savaşan halklar bunlar. Bu konu ile ilgili ne söylersiniz?
-Çar sözcüğü, bildiğim kadarıyla Roma İmparatoru Sezar’ın adının Slav-Rus diline uyarlanmış biçimi. İlk çar “Korkunç İvan” unvanını kullanıyor. Daha sonra Rus imparatorlarının unvanı olageliyor. Çar 1. Petro’yla birlikte Rus Çarlığı, Rus steplerinin dışına gözünü dikiyor. Önce Kazakları; Ukraynalıları, Nogayları ve çevredeki diğer halkları dize getirdikten sonra Polonya’yı işgal ediyor. Bu önemli, çünkü bu işgal nedeniyle Polonyalılar daha sonra Kafkasya’nın işgali sürecinde Rusya’yı zayıf düşürmek için Çerkeslere yardıma geliyorlar. Ama her halk böyle davranmıyor ya da devlet olamadıklarından böyle bir refleks gösteremiyorlar. Özellikle Kazaklar (Kimi tarihçiler bunlara Kozak diyor ama ben şahsen bu sözün Kazak kelimesinin bir bozulmuş biçimi olduğunu düşünüyorum, neyse, bu apayrı bir konu) başta Kafkas-Rus savaşları olmak üzere birçok savaşta Rusların vurucu gücü oluyor ve Ruslar, Kazakları hep ön saflarda kullanıyorlar. Onlar da çarlığa bağlı olarak büyük bir sadakatle görevlerini yerine getiriyorlar. Ama Polonyalıların, Ukraynalıların ve Nogayların yer yer Çerkeslerin yanında saf tuttuklarını biliyoruz.
Bu soruda sözünü ettiğiniz Şumaf’ın Rus esire davranışıyla ilgili birkaç şey söyleyecek olursam; aslında burada savaş kuralından da öte, töreye bağlı tam bir Çerkes karakteri olan Şumaf için xabze kuralları daha geçerli. O kural da; evindeki esir, sana emanet. Eğer ona bir söz verdiysen, daha doğrusu bir anlaşma yaptıysan, her ne pahasına olursa olsun o anlaşmaya, o söze uyacaksın.
“Özellikle Polonyalı yapım şirketlerinden çok olumlu dönüşler aldık”
-“Turnanın Dansı”nı yakın zamanda izleyebilecek miyiz? Ne zaman filme çekilecek? Yönetmen ve oyuncular hakkında bir gelişme var mı?
-Film çekimi çok uzun bir süreç. Biz de bu işe girince sürecin uzunluğunu öğrenmiş olduk. Daha doğrusu çekim uzun değil, çekim süreci en kısası. Burada uzun olan hazırlık, o da birçok aşamadan oluşuyor. Öncelikle iyi bir senaryo. Bu elimizde var. Beğenildi. İlgiyle karşılandı. İkincisi, kaynak yani sermaye bulmak. Şimdi bu aşamadayız. Bu konuda da bir hayli yol aldık. Yurtiçi ve yurtdışı görüşmeler yaptık. Özellikle Polonyalı yapım şirketlerinden çok olumlu dönüşler aldık. İçlerinden biriyle de anlaşmak üzereyiz. Türkiye’den de bir yapım şirketi ve yönetmenle anlaştık. Oyunculara gelince; görüştüğümüz oyuncular var. Ama şimdilik adlarını açıklamanın pek uygun olacağını düşünmüyorum. Şu kadarını söyleyeyim; en başta değerli oyuncu, hemşerimiz Sayın Mehmet Aslantuğ’un büyük yardım ve destek vaatleri var. Sanırım yakında bunun da çok ilerisine geçeceğimize inanıyorum.
“Yemekli toplantılar düzenlemeye karar verdik”
Öte yandan her ne kadar birtakım parasal kaynak sözü alındıysa da, bu kaynaklara ulaşmak için birtakım hazırlıklar yapmamız gerekiyor. Bunun için de nakit akışına gereksinimimiz var. Bu nedenle yemekli toplantılar düzenlemeye karar verdik. Bu toplantının ilkini 26 Ekim’de Ankara’da yapıyoruz. Daha sonra İstanbul’da da böyle bir yemekli toplantı yapacağız.
Burada şunu da belirteyim; Kafkas Dernekleri Federasyonu (KAFFED), Kafkas Araştırma Kültür ve Dayanışma Vakfı (KAFDAV), Şamil Eğitim ve Kültür Vakfı gibi değerli kurumlarımız ve sayın genel başkanları hem kurumsal hem de kişisel olarak desteklerini açıkladılar, yanımızda olduklarını ilettiler. Ayrıca toplumumuzun bu güzide kurumlarının daha önceki genel başkanlarıyla da bir araya gelip görüştük. Hep birlikte hareket etme kararı aldık. Bundan çok memnun olduğumuzu belirteyim. Bu vesileyle bu değerli kurumlarımızın sayın genel başkanlarına tekrar teşekkür ediyorum.
Ayrıca bizimle böyle bir görüşme yaptığınız için buradan hem Jineps okurlarına, hem size, değerli Jineps ailesine teşekkürlerimi iletiyorum.
Sevgiyle, sağlıkla kalın. Okurumuz bol olsun.