Bölünmüş hayatlar 6. Bölüm

0
273

19 Temmuz 1919 tarihinden bu yana Yunan işgali altında kalan Eskişehir, Büyük Taarruz’un başlayacağı haberleri ile çalkalanıyordu. Halk heyecanlı, muhalifler ise tedirgindi. Yaklaşan savaş rüzgârları hemen herkeste bir tedirginlik, ne olacak sorusunu zihinlerde bırakıyordu.

Daha önceki deneyimlerinin verdiği huzursuzluk ile Sehime kadın bir an önce kızı Lütfiye’yi alarak bölgeden uzaklaşmak istedi. Aklında İstanbul’da bulunan “Saraylı Hala” dedikleri tanıdıklarının yanına gitmek vardı. Gerekli hazırlıkları yaparak İstanbul’a doğru yola koyuldular.

26 Ağustos şafağında ise Türk kuvvetleri atağa kalkarak hızlı bir şekilde ilerlemeye başladı. 2 Eylül günü Eskişehir’den Yunanlar çekilirken Türk kuvvetleri muzaffer bir şekilde şehre giriyorlardı.

Yunanlarla beraber ne kadar muhalif var ise Yunan kuvvetlerinin arkasında, Türk kuvvetlerinin önünde, Yunan kuvvetlerini takip ederek, Yunanlarla birlikte çekiliyordu.

Bir bulut olmuş, masmavi akıyordu hızlı, duru bir su gibi Anadolu; özgürlüğe şaha kalkmış atlar halklar. Yunan güçleri hızla çekiliyor, Anadolu yiğitleri aynı hızla takip ediyordu. Dağlar ova gibi düzleşiyor; nehirler, göller, yemyeşil çayırlar gibi uzanıyor, ormandaki ağaçlar eğilip yol veriyor, akıyordu süvariler hızla İzmir’e doğru, rüzgâr ardı sıra seyrediyordu.

Eskişehir’den bu yana Yunanları takip eden padişah yanlısı Çerkesler, vardıkları bir kasabada, Yunan artçı kuvvetlerin kasaba halkını bir camiye doldurmuş, ateşe vermiş halde buldular, Kâmil’in de içinde bulunduğu gruptan gözüpek ve atikliği ile tanınan Arzınba Mazak Şerif, derhal Yunanlara müdahale ederek, arkadaşlarıyla beraber, yanmaya yeni başlamış olan camiyi alelacele söndürdüler. Ardından Yunan müfreze ile içeridekileri salmaları için kavga etmeye başladılar. Yunanları bir türlü ikna edemediler. Bunun üzerine Mazak Şerif’in silahına davranıp anında iki Yunanı bertaraf etmesi üzerine, yanındaki arkadaşları da aynı anda müfrezenin diğer kalanlarını bertaraf ettiler. Kapıyı açıp camidekileri dışarı çıkardılar. Onlara, Türk ordusunun gelmekte olduğunu, korkulacak bir şey olmadığını söyleyip selamet dilediler. Ardından atlarına atlayıp hiçbir şey olmamış gibi İzmir’e doğru süratle çekilmekte olan Yunan kuvvetlerinin ardına takıldılar.

İzmir…

Rüzgâr denize hareket ediyor, deniz köpüklü dalgalarıyla kıyıyı dövüyordu. Havaya zerrecikler halinde sıçrayan tuzlu su damlacıkları, açık mavi gökyüzü, deniz ve güneşten yansıyan ışıklarla kristaller gibi parıldayıp, ardından anında kayboluyordu.

Açıkta bir şilep, demir atmış bekliyor, ince, belli belirsiz dumanı gökyüzüne savruluyor, hafif sallantılarla çalkalanıp duruyor, bekliyordu…

Gökyüzünün açık maviliği ile denizin maviliği arasında sıkışıp kalmış gibi, belli belirsiz yeşilliği ile boz dağlar, uzanıp Anadolu’dan, Ege’nin maviliğine akıyordu…

Hava Anadolu, rüzgâr Ege kokuyordu…

Kayıklar, mavnalar, küçük takalar, sallar, bulunabilen bilumum deniz araçları, garip, bilinmez bir telaşın içinde, kıyıdan açıktaki şilebe, ha bire insan, eşya, hayvan, çeşitli denkleştirilmiş yükler taşıyıp duruyordu…

Anadolu’dan umut fışkırıyor, matemleri, korkuları, bilinmezlikleri aralayıp dağıtıyor, aydınlık gelecek sunuyordu.

Gemiye binenler, kıyıda sırasını bekleyenler, sandallarla gemiye doğru yola koyulanlar, düşmüş omuzları, sönmüş hayalleri, kaldıramadıkları bakışları ile ufuk çizgisinde biten denize, kör bir karanlığa bakar gibi bakıyorlardı.

Eski millicisi, kuvacısı, seyyarecisi, Ethemcisi, Anzavurcusu, hilafetçisi, padişahçısı, geçkin kahramanı, düne kadar her biri birbirini bir kaşık suda boğanlar, ürkek bakışları kuşkulu yürekleri, bilinmez düşleri ve sisler içindeki gelecekleri ile daha düne kadar düşman gözüyle baktıkları Yunan topraklarına gidiyorlardı; tek varlıkları olan canlarını hayatta tutabilmek için…

İlk durakta yolculuk kısa, yakındı: Midilli…

Ya sonra?..

Ve İzmir meltemine vuran gözyaşı ve duyulacak hasretlerin özlemini iliklerinde hissediyorlardı; yurdun, toprağın kokusu boz dağlardan gelip yüreklerine oturuyordu…

Hepsi ama hepsi, o son limanda, bir madenci fırınında ateşin üstünde bulunan potasında eriyip birbirlerine ayırt edilmeksizin karışıyorlar ve bir bütün oluyorlardı.

Köhne bir sandalın yolcuları da Eskişehir’den kopup gelen padişahçı Çerkeslerdi. Kalabalık bir grubu oluşturanlar arasında Kâmil, Mazak Şerif de vardı.

Diğer bir sandalda ise Mecid, eşi Feriha ve biricik kızları Şayan, belirsiz düşünceler içinde Anadolu’ya dolu gözlerle son defa bakıyorlardı… (Devam edecek)

Önceki İçerikOubykh Mektupları Aralık 2023
Sonraki İçerikKahramanlık ve Ulusal Birlik Günü
Jiy Zafer Süren
1951’de Samsun’da doğdu. Üniversite’yi terk etmiş ve muhasebeci olarak çalışarak emekli olmuştur. Çeşitli dergilerde şiir ve araştırma yazıları yayınlandı. Kafkasya üzerine yayın yapan, As Yayın’ın kurucuları arasında yer aldı. “Çipxe, Kafkas Aile Armaları” (derleme) ve “Tama Bahar Gelmeyecek” (şiir) isimli iki kitabı vardır. Nisan 2008 itibariyle Jıneps gazetesi yazarları arasında yer aldı, Ocak 2011 tarihinden bu yana yayın kurulu üyesidir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz