Lars von Trier’in filmi “Melancholia”da ağır ağır Dünya’ya yaklaşan “ölüm meleği” Melancholia gezegeninin yaratacağı kaçınılmaz sonucunu bilmenin zorluğu içinde bireysel varoluşumuzun dayanağı anlamların kifayetsizliğini göstererek adeta bizi ezip geçer. Doğa ve ölüm karşısında çaresiziz. Bir evimiz yok, Dünya artık evimiz değil.
Lars von Trier, bir yerde, “Çocukken her uçak sesi duyduğumda üçüncü dünya savaşı başlıyor sanırdım” demiş. Önceki yüzyıllardaki savaşları unutsak dahi, neredeyse bütün detaylarını bildiğimiz, sinema, roman, fotoğraf, resim vb. sanatları sayesinde görsel olarak da hafızamıza işlenmiş, 21. yüzyıldaki iki büyük savaşın -iki büyük soykırım, inanması hayli güç bilimsel işkenceler, deneyler, Hiroşima, Nagazaki ve nükleer deneyler…- canlı imajları içinde uçak sesini bir dünya savaşının başlangıcı saymak gerekmez mi?
Yüzyılın başındaki ve öncesindeki soykırımların dersleri dünyaya mal edilemedi. Ama Auschwitz ve diğer toplama kamplarında yaşananları biliyoruz. Herkes biliyor. Adorno, “Auschwitz’in ardından şiir yazmak barbarcadır” demiş. Bu muhtemelen, yaşanan vahşetin dile getirilmesinin imkânsızlığına dair bir sözdü. Çünkü gerçekten de yaşananlara nasıl tanıklık edebilirdi bir insan? Tanığın ifadelerini biz nasıl anlayabilirdik ki, böyle bir yeteneğimiz var mı? Bunlara kesin cevaplar vermek imkânsız sanırım.
En azından Auschwitz’den sonra bir daha “Dünya Savaşı” olmaz, yaşanmaz umudunu sürdürdü insanların büyük çoğunluğu. Aydınlar, sanatçılar, ideologlar, siyasetçiler bu umudu sıklıkla dile getirdiler, onu pekiştirmek için ellerinden geleni yaptılar. Bir sürü uluslararası toplantı yapıldı, örgütler kuruldu. Srebrenitsa, Irak’ın işgali ya da Afrika’daki iç savaşlar kırıcı olsa da barış umudu sürdürüldü. Kimse bu savaşları bir “Dünya Savaşı” olarak adlandırmadı ya da onun başlangıcı olarak görmedi.
“(III.) Dünya Savaşı” kavramı yeni yüzyılla beraber yeniden ihya oldu. Ve gittikçe de yayılıyor. Yüzyılın başında “kriz” kavramı bütün olgusal gerçekliğiyle geri gelmişti. Ekonomik, siyasi, ideoloji krizlerin yanı sıra iklim krizi, su krizi, gıda krizi olarak da… 2008’deki ekonomik krizden sonra ise dünyanın her tarafında 50’den fazla ülkede ayaklanmalar, isyanlar ve darbeler yaşandı. Bütün bu cereyanlar “kriz”e nihai bir çözüm getiremedi. Gramsci, krizlerin çözülemediği zaman, “çok çeşitli türden marazi fenomenler” doğar, “canavarlar zamanı” başlar diye yazmış 1929 Büyük Buhranı’nın yarattığı iklimde faşizmin Avrupa çapında yükselişte olduğu günlerde. Ne eski’nin sürgit devam edebildiği ne yeni’nin ortaya çıkabildiği bu “fetret devri”nde ortaya çıkan “canavarlar” nükleer silahların yeniden kullanılabileceğini, çoluk çocuk demeden herkesin öldürülmesi gerektiğini açıkça söyleyebiliyorlar.
Suriye’de, Ukrayna’da, Artsakh’ta, şimdi Filistin’de yaşanan kıyametler karşısında hükümetlerin yaptığı kayıtsızlık açıklamaları, her birinin bir savaş planı olduğunu sezdiriyor. Hepsi savaşın kaçınılmaz olduğunu, herkesin de buna alışması gerektiğini düşünüyor sanki. Lokal savaşların “Dünya Savaşı”nı normalleştirecek adımlar olması umuluyor. Savaşa karşı çıkan, sokakları dolduran binlerin, milyonların gücü ölçülüyor, sınanıyor. Savaşın insanlığın “doğal durumu” olarak kanıksanması, dünya egemenliğinden pay alanlar ve yeniden paylaşım isteyenler açısından en uygun ortamdır. “İnsanın insanın kurdu olduğu” “doğal durumda”, milliyetçi boğazlaşmalar, “ulus”un iradesini teslim ettiği Leviathan’lar boy verir.
1986’da yaşanan Çernobil felaketi ile üzerine yazdığı tezlerinde Günther Anders, yaşadıkları karşısında duyduğu derin hayal kırıklığı ile “son insanların ilk kuşağı” olduğuna inancıyla “Bugünün barışı, savaşın başka araçlarla sürdürülmesinden başka bir şey değildir” demişti. Savaşın başka araçlarla sürdürüldüğü bir yüzyıl geçti ve şimdi Dünya Savaşı geri döndü. Üstelik bugünkü Dünya Savaşı sadece devletlerin orduları ve onları destekleyen milliyetçi, ırkçı, dini duygularla bir araya gelen kitlelerden ibaret de değil. Bugünkü Dünya Savaşı aynı zamanda “Doğa”ya karşı da bir savaş olarak yaşanıyor. Hatta ordular arasındaki savaş, Doğa’ya karşı verilen savaşı örtecek şekilde yürütülüyor.
Dünya Savaşı’nın Doğa’ya karşı cephesinde, iklim krizinde, küresel iklim değişikliği açısından kritik eşik olan 1,5 santigrad derecelik ısınmanın aşılmasına ramak kaldı. En az iki yüzyıldır dünyayı yağmalayarak bugünkü ekonomik ve askeri güçlerini kazanmış egemenlerin (şirketler ve onların denetimindeki devletler) neden olduğu yeryüzündeki canlı yaşamın devamlılığını tehdit eden küresel ısınma, yaşanan felaketleri arttırıyor, eriyen buzulların derinliklerinden milyonlarca yıl öncesine ait virüsler, bakteriler ve bilinmedik canlı türlerinin, COVID-19 gibi yeni canavarların doğmasına neden oluyor. Bizzat savaşın cephesi olmayan ülkeler de, Dünya Savaşı bahanesiyle alınmayan tedbirler nedeniyle felaketten fazlasıyla paylarını alacaklar.
İklim krizi, Dünya Savaşı gündemi ile uluslararası arenada hararetli gündem olmaktan çıktı. İklim konusunda “post-Trump dönem”den beklentiler fos çıktı. Demokrasi, hukuk rüzgârı estirmeleri beklenen ya da vazedilen liderler zirvelerde “bla bla bla” demekten başka bir şey yapmıyor. Dahası, ardı ardına, iklim krizinin müsebbibi gösterilen fosil yakıt üretiminin merkezi ülkelerde “iklim zirveleri” yaparak, ironinin dibine vuruyorlar.
Lars von Trier’in filmindeki gibi, Melancholia değil, bir başka “ölüm meleği”, üstelik ağır ağır da değil, oldukça hızlı bir şekilde Dünya’ya yaklaşıyor; Dünya Savaşı. Ve insanların bunun karşısında sığınacakları ne sihirli bir “mağara”ları ne de bir evleri var. Binler, milyonlar sokakları doldursalar da sel olup yangını söndüremiyorlar, canavarları şehirlerden ve yeryüzünden silip atamıyorlar. Ve bu gittikçe kendi içine burkulan, kendine batan bir başka anafora dönüyor. Hiçbir umut kırıntısı yok.