İnsanlığa yer açan romanlar:  “Emanet Zaman” , “Kartal Kanadını Açtığında”

0
548

“Parçalanmış, bölünmüş, baskıya uğramış insanlık kaybolmaya yüz tuttu. İnsan dışılığı reddedelim: İnsanlığa yer açalım!”

Metot adlı devasa çalışmasının L’humanité de l’humanité: l’identité humaine (insanlığın insanlığı: insan kimliği) başlığını taşıyan 5. cildinde insanı bütün duygularıyla, biricikliği ve tüm diğer insanlarla olan bütünlüğü içinde yeniden düşünmeye çağrı olarak gören Edgar Morin’in bu sözleri sanki bugünkü dünyamıza hem bir ışık hem de bir çağrı niteliği taşıyor.

“İnsanlık” zor ve karmaşık bir mesele… Bir tarafıyla, Antroposen çağıyla (insan çağı) birlikte kendini dünyanın merkezi ilan eden, doğadaki diğer bütün yaratıklara tepeden bakan, diğerlerine tepeden baktıktan sonra, kendi içindeki alt türlere, sınıflara, kimliklere, kültürlere vs. de tepeden bakan bir insanlık…

Ama diğer yandan, insan inanılmaz, eşsiz bir yaratık… Morin, bu karmaşık varlığı, “biyolojik, öznel ve toplumsal olan karmaşıklığının” özellikle altını çizdiği insanı anlatıyor… Ya da aynı anda “cins”, “birey” ve “toplum” olan insanı… Sırasıyla, zerrelerden, mikro fiziksel bir dokudan, moleküllerden, fiziksel-kimyasal bir dokudan ve organlardan, hücrelerden oluşan biyolojik bir doku olan insan… Ama bir insan yaratığı psikoloji, dil, toplum, kültür ve tarihten oluşan bir doku aynı zamanda…

Tabii ki, insan muhteşem bir tecrübe birikimi… Muhteşem karşılaşmaların kesişimi olan bir insan ve tek tek insanlardan hatta topluluklardan oluşan insan gruplarından öteye bir insanlık… Aptal, akıllı, cesur, korkak, kibirli, mütevazı, seven, nefret eden insanların ötesinde bir insanlık… Biraz tanrı gibi… Kendisi tanrı gibi olan, her yerde, her durumda var olan; her tür ismi taşıyabilen bir insanlık…

 

İnsanları insanlıktan çıkarmak

İşte Edgar Morin, somut insanlık hallerine, özellikle kibirli, kendilerini hep merkezde ve hep tepede gören “insanlığa” karşılık, o karmaşık insanlık için çağrıda bulunurken, İsrail, Gazze üzerinde insanlıktan zerre kadar nasibini almamış olan saldırılarını sürdürüyor. Üstelik bu süreç İsrail devletinin kuruluşundan beri devam ediyor. Soykırıma uğramış olan bir halkın devleti, soykırım travmasını bir apartheid rejiminin gerekçesine dönüştürüyor. İsrail, “reel politika” icabı, “meşru savunma hakkı”, “teröristlere karşı sıfır tolerans” vb. bahanelerle sadece gücün meşruiyetini yeniden üreten bir dünya düzeninin modeli oluyor. İsrail mantığı, güçle var olacağını zanneden devletler için de mükemmel bir fırsat yaratıyor. “Sınırlarını korumak için kıtalararası ötesi, sınırlar ötesi operasyonlar” adaletsiz bir dünya düzeninde meşrulaşıyor. Bu devletler, hedefe koydukları insanları “insanlık dışı varlıklar” kategorisine itip, ölümlerini doğallaştırıyor.

Çünkü bu yeni dünya düzeninde, hakikat ortadan kalkıyor, güçlünün iki dudağının arasından çıkan söz hakikat oluyor; bu sözde “hakikate” karşı gelmeye çalışanlar ise “hain”, “terörist” vb. şekillerde yaftalanıyor. Bu dünya düzeninde güçlünün dilinde, sözünde “ben hep haklıyım”, “senin teröristin iyi, benim teröristim kötü” gibi gerekçeler soğuk bir şekilde sıralanıyor.

Bu yüzden güç herkesin, her devletin, devletçiğin arzusu haline geliyor. Ne kadar çok silah olursa, o kadar çok güç ve o kadar çok meşruiyet geleceği ezberleniyor… Evler bombalanıyor, teröristler etkisiz hale getiriliyor, teröristlerle birlikte, köyler boşalıyor, mahallelerde ocaklar sönüyor, hayatlar sona eriyor… Yeni acılar, travmalar, öfkeler ve nefretler geleceğe taşınıyor.

Ulus-devletlerin doğuşu ve sanayi devrimiyle birlikte bütün dünyada devletler birbirine benzemeye başlamıştı. Şimdi yeni bir hizalanma zamanı yaşıyoruz. İsrail ön planda, bütün öfkemizi çekiyor ama sadece bir nebze daha sofistike usullerle hareket eden ABD’nin, Rusya’nın, Çin’in, Hindistan’ın ya da Türkiye’nin birbirlerinden çok farkı yok. Askeri ve silahlı güç başta olmak üzere, her türlü güçle var olmaya çalışan bu ülkelerde, hukuku yok eden, daha açık veya gizli bir biçimde, kaba gücün eşsiz örneklerini oluşturan diller ve yöntemler de devreye giriyor.

Gücün dili insanlığı bütün çoğulluğu içinde hatırlama imkânlarını erozyona uğratıyor. İnsanlık her alanda kenara çekiliyor. Sanayiden yargıya, sivil toplum protestolarına kadar hakikati bütün karmaşıklığı ile kucaklamak yerine, sadece hayatta var olduğumuz köşeyi korumaya ve güçlendirmeye dönük fırsatlar kovalıyoruz.

Mesela bir mafya lideri ağzı ve yazısı bozuk bir dille kendi siyasi liderini korumak için bir milletvekilini tehdit edebiliyor. Fikirden mahrum, sadece kabadayılık ile var olan birtakım örgüt ve partiler, kalkan olarak kullandıkları “milliyetçi” sıfatının verdiği otomatik iktidar gücüyle varlıklarını sürdürüyorlar.

Kaba kuvvete dayalı, sahip olunan güç oranında meşruiyet sağlanan bu ortamda mesela Soma’da filtresiz çalışan termik santral ölüm saçmaya devam ediyor. Şehirde kanser, astım ve koah hastalıkları artıyor. Buna karşılık gücün borusunun öttüğü bir ortamda Somalıların derdini az sayıda çevreci örgüt ve ahlaklı insan duyabiliyor.

Ogün Samast’ı bırakıp, Osman Kavala’yı, Can Atalay’ı ve daha onlarca insanı, türlü çeşitli komplolar atfedip, içeride tutuyorlar. Bu tarafgir hukuk uygulamalarındaki savaş mantığı apaçık sırıtıyor.

Filistin için dayanışanlar Uygur Türklerini görmüyorlar. Starbucks’ı protesto edenler Konya semalarında antrenman için uçuşan İsrail jetlerine; yerli tohum kültürümüzü tamamen yok eden İsrail’den ithal edilen hibrit tohumlara seslerini çıkaramıyorlar.

Hakikatsiz bir dünyada, hep ikili kutuplar içinde düşünmeye zorlanıyoruz. Mesela geçtiğimiz günlerde İsrail Filistin’de dünyanın gözleri önünde katliam yapmaya başladığı zaman, devletimizin merkezi Cumhuriyet’in 100. yılı kutlamalarını iptal ediyor yani birisi diğerinin negatif koşuluymuş gibi…

Meseleleri sadece seremoni, görüntü, imaj olarak gören bir zihniyet hâkim olduğunda, tabii ki tutulacak yas da kutlama da içeriğinden boşalıyor; sadece “kahrolsun!” ve “yaşasın!” sloganlarına hapsoluyor. Sadece etrafa “bakın ben ne kadar da öfkeyle düşmanımı kınıyorum!” ya da “bakın ben ne kadar da coşkuyla kendimizi kutluyorum!” türünden performanslar sunmaktan başka bir anlama gelmiyor.

Oysa, görüntüyü kurtarmak ya da yasak savmak yerine var oluşumuzu, kendi pratiklerimizi, yaptıklarımızı sorgulamak ve gerçekten hayatı değiştirmek, dolayısıyla buna paralel olarak yasın da kutlamanın da hakkını vermeyi becerebilsek, çok daha mutlu olacağız. Hem kendimiz mutlu olacağız hem de gördükleri zulüm altında mahvolan insanların mutlu olması için kanallar açabileceğiz.

Ancak, mutlu olmak da böyle bir dünyada zorlaşıyor. Etrafa sürekli ağır abi modunda bakan, tarihi görünümlü hamaset dizilerinde bol örnekleri görülen “oturaklı” laflar etmeye çabalayan insancıkların ortalığa yaydığı ruh halinin yanı sıra, zaten bir de doğrudan gülmemeyi buyuran “dini” otoriteler var. Mesela Menzil cemaatinin mühim şahsiyetlerinden biri birtakım inciler döktürmüş: “Kahkaha ile gülmekten ve şaka yapmaktan kaçının. Kahkaha ile gülmek manen kalbi öldürür.”

Bütün bu takımın bileşenleri sanki mutlu olamayan Türk toplumunun “şifrelerini” sunuyor… Mutsuz olunması için elinden geleni ardına koymayan iktidar sahipleri ve bunların marifetlerini tamamlamayı görev edinmiş odaklar gülmemeyi, mutsuz olmayı marifet sanıyorlar. Dolayısıyla, tabii ki dünya ölçeğinde yapılan araştırmalarda Türkiye topraklarında yaşayan insanlar arasında mutsuzluk, öfke halleri falan en yüksek oranlarda çıkıyor… doğal olarak…

 

Tarihi, bugünü ve insanı yeniden düşünmek

Basit bir gözlem yapalım. Geçmişten bugüne azala azala geldik. Bugün artık Rum kalmadı, Ermenilerin nüfusu binde 1’lerle ifade ediliyor ancak. Bu kadar “temizlikten” sonra, normal olarak “biz bize” kalmış olmamız lazımdı ama olmadı bir türlü… Çünkü bugün hâlâ bir türlü bitmiyor “temizlenmesi gerekenler”. Hatta en fazla “temizlik” meraklıları bile zamanı geliyor, geçmişteki tecrübelerden esinlenerek birbirlerini temizlemek için ahdediyorlar. Yani safları ne kadar temizleseler de safları temizleme işi bir türlü bitmiyor. Çünkü tonlarca travmayla var olmuş bir toplumun birçok kesimi bu travmalarla yüzleşmediği ölçüde, iyileşemiyor ve narsist bir kırılganlıkla kendini sütten çıkmış ak kaşık ilan edip, sorunu hep başkalarında görüyor. Ve bu kendinden emin olma ve suçu başkalarında görme hali, sembolik, fiziksel vs. her türlü şiddet eşliğinde sürekli kendini yeniden üretiyor. Sağa sola ayar veren mafyavari diller siyaseti, sokağı, trafiği her yeri kuşatıyor, ele geçiriyor. Yaraları kapanamayan, açık yaralara ve “yaram var” diyenlere tahammül edemeyen, yaraları sürekli kanırtan bir ortam, o ortamdan beslenenlerle yeniden ürüyor…

Bütün bu öfke ve nefretin önemli sebepleri arasında kuşkusuz geçmişin okunması da yatıyor. Çünkü sürekli düşman, korku, nefret vs. üretirken sağlıklı vatandaş olmak mümkün değil. Halbuki o geçmiş de çoğul… İnsanlık gibi… İşte o çoğul ve karmaşık insanlığı birbirimize anlatmamız gerek. Yani “bu yeryüzünde sadece siz yoksunuz” demek. Kuşlar, kurtlar, siyahlar, beyazlar var… Yaşadığı toprakları sadece lafta ve hamasette, gaz alıp gaz vererek, bağırarak, tehdit ederek değil, gerçekten sevenler var demek… Başka dünyaları merak etmemiş, öğrendiği ve esiri olduğu iki kuruşluk fikir kırıntısıyla, basmakalıp üç buçuk kelimeyle sağa sola ayar veren, erkeklik gösterisi yapan kabadayılardan başka, sadece mütevazı hayatını sürdüren, acılarla pişmiş, nesilden nesile aktarılan travmalarıyla şimdiki hayatta tutunmaya çalışan, kibirden arınmış ve duyulmak isteyen insanların da olduğunu anlatmak gerekiyor.

İşte Defne Suman, “Emanet Zaman” (2016), Ömer Uçar ise, “Kartal Kanadını Açtığında” (2022) adlı -Doğan Kitap’tan çıkan- kitaplarında tam da yukarıda sözünü ettiğim muhteşem insanlığı anlatıyorlar.

“Emanet Zaman”daki Rum kızı Panayota, Levanten Edith, Miralay Hilmi Rahmi ve Şehrazat ya da Müslümanlar, Rumlar, Ermeniler, Levantenler 1922 öncesinin İzmir’ini yansıtıyorlar bize… Gerilimler, farklılıklar, bir aradalıklar, korkular, sevinçler, aşklar… Ama illaki Müslümanlar, Hıristiyanlar ya da Yahudiler arasındaki hikâyeler değil bunlar… Mesela Rum Panayota ile sevdiği çocuk Stavro arasındaki kahramanlık, milliyetçilik ve aşk etrafındaki gerilimler… Ya da Edith’in annesi ile, İzmir ile yaşadığı isyan ve uyum hikâyeleri… Yani zor anlayan birisine anlatır gibi söylersek, Rumlar, Ermeniler ya da Müslümanlar illâ ki kötü ya da iyi değiller. Ayrıca mesela Defne Suman’ın kadın kahramanlarının hikâyelerini okuduğunuz zaman İzmir’i kimin yaktığını sormuyorsunuz ama İzmir yanmış olduğu için içiniz acıyor ve yangın sonrasında ne olduğuna bakıp bugününüzü, bugünün karanlığını ve bugüne gelinceye kadar neler kaybettiğinizi anlıyorsunuz.

“Kartal Kanadını Açtığında” ise Harput’un Mavrato köyünden, köyün delikanlısı Süleyman’ın, Melek’e olan aşkıyla başlayıp, Osmanlı coğrafyasının bir ucundan diğer ucuna uzanıyor. Süleyman yavuklusuna doyamadan, Balkanlar’dan başlayıp, 1. Cihan Harbi vesilesiyle Çanakkale, Kafkasya, Filistin cephelerinde, savaştan savaşa koşuyor. Onunla birlikte biz de mermilerle, toplarla havaya uçan kolları bacakları, hastalıktan kırılan bedenleri, fedakârlıkları, kahramanlıkları, korkuları, askerden kaçanları, düşman cephesindeki insanları izliyoruz. Kitabın içine daldıkça, Türkler, Kürtler, Rumlar, Ermeniler, Bulgarlar, Anzaklar, İngilizler, Araplar, hepsi birbirine karışıyor. Hepsi kurşunlardan, açlıktan, hastalıktan ve komutanlarının haksızlıklarından korkuyor. Ve Ömer Uçar’ın erkek kahramanlarının duygularını izledikçe, savaşı kimin kazandığının önemi kalmıyor.

Tabii ki her iki kitap da bir kurguyu anlatıyor. Ancak savaşa karşı barışı, kategorik ve otoriter düşünceye karşı iç içelikleri, kesişimleri, çoğullukları anlatan bu romanlar muhteşem bir araştırmaya dayanıyor. İzmir’in sokakları, caddeleri, rıhtımı, evleri ya da Gelibolu’nun, Erzurum’un, Kars’ın tepeleri, dereleri, Filistin’in çölleri, hepsi haritalardan, şehir planlarından çıkmışçasına ayrıntılı. Her iki romanda da tarih hemen elinizin altında. Coğrafya ve tarihe dayanan verilerle yazılan her iki kitap aynı zamanda ayrıntılı bir kültürel inceleme ve farkındalık içeriyor. Osmanlı’nın kültürler cümbüşü, değerleri, karnaval hali, insanların bir aradalıkları ama aynı zamanda düşmanlıkları, kâbusları, kısaca “insanlık halleri” önümüze seriliyor.

Apayrı dünyalardan bahseden iki yazar da yazma sürecinde birbirlerinin kitaplarından haberdar değiller, ancak aynı duyarlılıkla insan çoğulluğuna bakıyorlar. Defne Suman kitabına “Cennetin Kapıları” bölümüyle başlıyor. Ömer Uçar’ın kitabının birinci bölümünün başlığı ise “Cennet”. Her iki kitap zaman içinde cennetten cehenneme doğru ilerliyor; yitik şehir, yıkık cennet, kayıp hayatlar ruhumuzu karartıyor…

Kitapları bitirdiğiniz zaman, ilginç bir duygu kalıyor insanın içinde… Ortada bir yas var ama bu yas “herkesin yası”… İdealize edilmiş bir tarih anlatısını kenara çekmemizi sağlayan, o anlatının görünmez kıldığı travmaları, günahları açığa çıkaran, bu vesileyle tarihe bakarken, “zihin esnekliği” sağlayan ve tam da bu yüzden, “yas” duygusuna rağmen, insanı güçlendiren bir duygunun yolunu açıyor bu kitaplar.

Bu kitapların sayfalarını devirdikçe, siyasetin değil, gündelik hayattaki kültürel kesişimlerin konuşmasının ne kadar zenginleştirici olduğunu fark ediyorsunuz. Çünkü kültürlerin içinde ve aralarındaki ilişkilerde barışı, hamasetten uzak insanlık hallerini keşfediyorsunuz. Antroposen’in üstünlükler silsilesi uyarınca, insanın doğa, Batılının Doğulu, zenginin fakir, Türk’ün diğerleri karşısında üstünlüğünü ispat etmek yerine, aynı doğadaki çeşitliliğin sağladığı hayat gibi, insan çeşitliliğinin ne kadar muhteşem bir zenginlik ürettiğini hissediyorsunuz. İnsan eliyle yok edilmedikleri takdirde, doğadaki canlıların birbirlerini besleyerek, dengeyi koruması gibi, karşılaşan, kaynaşan insanların da zenginlik ve dayanıklılık ürettiğini görüyorsunuz.

Oğuz Atay, Tehlikeli Oyunlar kitabının kahramanı Hikmet Benol’a yazdırdığı “Nihayet insanlık da öldü” gazete haberinin tersine, yüzleşerek, hatırlayarak, hatırlatarak “insanlığın ölmediğini, bütün çoğulluğuyla yaşadığını” ve hayatı bölenlerin, kibir içinde, güç arzusuyla yanıp tutuşanların değil, biz barış isteyenlerin “asıl olduğumuzu” anlatmak zorundayız…

Önceki İçerik80’li yılların panoraması
Sonraki İçerik‘Seyahatlerde sadece ülke sınırlarını değil, kendi sınırlarımızı da zorluyoruz’
Ferhat Kentel
Son olarak, kapatılan İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi olan Ferhat Kentel 1981’de ODTÜ’de işletmecilik lisans eğitimini tamamladıktan sonra 1983’te Ankara Üniversitesi SBF’den yüksek lisans ve 1989’da Paris, Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’den sosyoloji doktora derecesi aldı. 1990-1999 arasında Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü’nde, 2001-2010 arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Fransa’da Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’de ve Université de Paris I’de çeşitli dönemlerde misafir öğretim üyesi ve araştırmacı olarak bulundu. Türkiye’de ve yurtdışında çeşitli kitap ve dergilerde modernite, gündelik hayat, yeni sosyal hareketler, din, İslâmi hareketler, aydınlar, etnik cemaatler üzerine makaleleri yayımlandı. Yayınlanmış araştırma ve kitapları şunlardır: Ermenistan ve Türkiye Vatandaşları. Karşılıklı Algılama ve Diyalog Projesi (Gevorg Poghosyan ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2005; Euro-Türkler: Türkiye ile Avrupa Birliği Arasında Köprü mü Engel mi? (Ayhan Kaya ile birlikte) İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2005; Milletin bölünmez bütünlüğü: Demokratikleşme sürecinde parçalayan milliyetçilik(ler) (Meltem Ahıska ve Fırat Genç ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2007; Belgian-Turks: A Bridge, or a Breach, between Turkey and the European Union? (Ayhan Kaya ile birlikte), King Baudoin Foundation, Brüksel, 2007; Ehlileşmemek, düzleşmemek, direnmek, (Söyleşi: Esra Elmas), Hayykitap, İstanbul, 2008, Türkiye’de Ermeniler. Cemaat-Birey-Yurttaş (Füsun Üstel, Günay Göksu Özdoğan, Karin Karakaşlı ile birlikte), İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2009; Yeni Bir Dil - Yeni bir Toplum, (Söyleşi: M.Talha Çiçek, Gülçin Tunalı Koç), Bilsam yay., Malatya, 2012; “Kır Mekânının Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Dönüşümü: Modernleşen ve Kaybolan Geleneksel Mekânlar ve Anlamlar” (Murat Öztürk ile birlikte), TÜBİTAK araştırması, 2017.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz