Bölünmüş hayatlar 7. Bölüm

0
509

Binbir güçlükle İzmit’e varan Sehime kadın ve kızı Lütfiye, tam bir Araf’a düşmüşlerdi, o ana baba şehirde herkes bir yerlere gidiyordu. Körfeze demirlemiş gemilere, ha bire yolcular taşınıyordu. O telaşe ve kargaşadan kurtulmak isteyen ana-kız, kulak dolusu söylentilere saplanarak, İstanbul’a bir an önce varabilmek için İstanbul’a gideceğini duydukları bir gemiye alelacele bindiler. Gemi dolduğunda, düdüğünü çalarak, telaş içinde yola koyuldu. İkindi vakti yola çıkmışlardı, hava karardı, sonra da ışıklarını yakarak gecenin içinde yol almaya başladılar. Çanakkale Boğazı’nı geçtiklerini uyku sersemi anlayamayan Sehime kadın, sabahın ışıkları denize vurmaya başladığında kendini açık bir denizde bulmuştu. Şaşkınlığı gittikçe artıyordu. Saros Körfezi’nde sakince seyreden İngiliz gemisi, yavaş yavaş Selanik Limanı’na yanaşıyordu.

Sehime kadın ve kızı Lütfiye, limanda mülteci sıfatıyla işlem görerek, yakındaki bir kampa gönderildiler.

Çeşitli Yunan adalarına sığınmış olan Anadolulu mülteciler yavaş yavaş Yunan anakarasına naklediliyorlardı. Çoğunluk olarak Midilli Adası’nda yoğunlaşmış mülteciler de peyderpey genelde Kuzey Yunanistan’a sevk ediliyorlardı. Onlardan bazıları Selanik Limanı’nda indirilerek, kendileri için ayrılan kamplara gönderiliyorlardı. Arzınba Kâmil’in içinde bulunduğu grup ile Mecid, eşi Feriha ve kızları Şayan’ın olduğu grup da Selanik’e sevk edilmişti. Önce geçici bir merkeze alınan gruplar oradan farklı farklı kamplara yönlendiriliyordu.

Arzınba Kâmil’in grubu Selanik yakınlarındaki kırsal bir alanda bulunan Kalarya köyünde yerleştirildiler. Daha sonra Sehime kadın ve kızı Lütfiye de oraya gönderildi. Mecid, eşi Feriha ve kızları Şayan da diğer bir grupla Drama kasabasına…

Kalarya Köyü’nde yoğunlaşan Abazaların sayısı 700’ü bulmuştu. Kendilerine verilen araziyi işliyorlar, tarım ve hayvancılıkla uğraşıyorlardı. Zaman zaman komşu Yunan köyleriyle de arazi kavgaları çıkıyordu. Bu kavgalardan birinde Vinaps Mehmet komşu köyden bir Yunanı kaza sonucu vurup yaralar, yarası gittikçe ağırlaşarak kısa zamanda ölür. Uzun süren mahkeme sonunda meşru müdafaa sebebiyle az bir ceza alarak kurtulur.

Hayat gündelik işlerin akışı içinde sürüp giderken Arzınba Kâmil ile Lütfiye birbirlerine ilgi duymaya başlarlar. Araya büyüklerin girmesi ile bu ilgilerini evliliğe dönüştürürler. O günün kargaşası ve zorlukları içinde bir gün, köye Türkiye’den bir misafir gelir. Bu beklenmedik bir misafirdir. Gelen, Arzınba Kâmil’in annesi Sima kadındır. Uzun yıllar oğlunu göremeyen anne, çaresizlikse çaresizlik deyip, çeşitli zorlukları aşarak Selanik’e gelmiş ve oğlunun bulunduğu köye ulaşabilmiştir. Oğluyla hasret gideren Sima kadın bir müddet sonra tekrar yurda döner. Kâmil ve Lütfiye çiftinin 1930 yılında oğulları Kadir doğar. Bu, onları içinde bulundukları durumdan bir nebze uzaklaştıran sevinçli bir olaydır.

Drama şehrinin bir kenar mahallesine yerleştirilen Adigelerin olduğu grupta Mecid, eşi Feriha ve kızları Şayan da vardır. Şayan evin su ihtiyacını karşılamak için diğer genç kız ve kadınlarla beraber çeşmeye gitmektedir. Genellikle sabah ve akşamüzeri gidilen çeşme başında yerli halklarla da karşılaşmaktadırlar. Özellikle gençler, kızları görmek üzere, su alma zamanını dört gözle beklemektedirler. Bu geliş gidişlerde bekâr bir adam olan Hüsnü de zaman zaman çeşmede Şayan ile karşılaşır. Beğendiği Şayan’ı Adige mültecilerden araştırır. Zamanla Şayan ile yalnız görüşmeyi başaran Hüsnü, onun da gönlünün olduğunu anlayınca, bir hal çaresi aramaya koyulur. Kızı vermeyeceklerinden çekinen çift kaçmaya razı olur. Fakat mülteciler göz açtırmamaktadır. Sonunda Hüsnü aralarında gözünün tuttuğu birkaç mülteci ile dostluk kurar, yedirir içirir, ahbaplığını artırır. Huysuzluk yapanlara hediyeler vererek ayarlar, ahbaplığına güvendiği bir-iki mülteci ile sözleşerek bir gün çeşme başından Şayan’ı sözde kaçırıp Hüsnülerin konağına getirirler.

Aradan biraz zaman geçmiştir. Bir gün Hüsnülerin kapısı çalınır. Tesadüfen Hüsnü, o gün biraz ağırdan almış, işe geç gitmek istemiş, evde çeşitli işlerle oyalanmaktadır.

Kapıyı Hüsnü açar. Karşısında, üç heybetli, başlarına kalpakları, bellerinde kamaları, tanımadığı kişiler vardır. “Buyurun, kime bakmıştınız” der. Gelenlerden en uzun boylusu “Hüsnü Ağa’nın evi burası mı?” diye sorar. “Evet” cevabını alınca da “Kendisi ile görüşmek isteriz” der. Bunun üzerine gelenlerin kimler olduğundan ve ne için geldiklerinden emin olmayan Hüsnü, “Kendisi çarşıda, işte, az sonra gelir sanırım, buyurun, bir kahvemizi için” diye içeriye buyur eder.

Hüsnü misafirleri salona alır, bir yandan mutfaktakilere konuklara kahve yapmalarını söyler. Dereden tepeden konuşurlarken muhabbet iyice ilerler, misafirler memnun, Hüsnü memnundur. Konuşmalardan ve yanındakilerin tavırlarından uzun boylu, sarışın kişinin lider konumunda olduğunu sezinler. Cesaret edip, ona hitaben “Beyim kimsiniz, ne isteğiniz var Hüsnü Ağa’dan” diye üslubuyla sorar. Uzun boylu “Ben Ethem, bunlar da arkadaşlarım. Duyduk ki Hüsnü Ağa kızımızı almış, kim almış, iyi mi, hırlı mı hırsız mı, bir bakalım, kızımız rahat mı, öğrenmeye geldik” der. Hüsnü alttan alarak, zaman kazanmak için tüccarlıktan öğrendiği tecrübeleriyle muhabbeti iyice koyulaştırarak, misafirlerini yedirir içirir. Epey zaman geçmiştir, misafirler Hüsnü Ağa’nın galiba gelmeyeceğini, kalkma zamanının geldiğini, bir başka gün gelip görüşebileceklerini söyleyerek, kendilerini ağırlayan bir kişi olarak gördükleri Hüsnü’ye “Seni çok sevdik, ağa da inşallah senin gibidir” derler. Artık Hüsnü kendisini saklamasına lüzum kalmadığını hissederek, misafirlerinin de samimiyetine güvenerek, “Ağalar, kusura kalmayın, Hüsnü Ağa benim, siz tanımadığım ve ne niyetle geldiğinizi de bilmediğimden kendimi farklı tanıttım, bir kabahat işlemişsem affınıza sığınırım” der. Karşılıklı şen kahkahalar ve sohbetten sonra misafirler “Gözümüz arkada kalmayacak, kızımıza iyi bakacağın belli” diyerek müsaade alıp, çıkıp giderler.

Hüsnü hem şaşkınlık hem de sevinç içindedir. Bir tanınmış şahsiyet, adı dilden dile dolaşan Çerkes Ethem ve iki arkadaşı gelip kendisinin misafiri olmuş, sohbet etmişler, kısa da olsa bir dostluk kurmuşlardır.

1924 yılında Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan mübadele anlaşması sonucu Drama’da bulunan Türkler, Selanik üzerinden bir gemi ile İzmir’e mübadil olarak gelirler. Gelenler arasında Hüsnü ve eşi Şayan da vardı. Şayan, bir ilticacı olarak ayrıldığı İzmir’e bir mübadil olarak dönüyordu.

Kalarya Köyü’ndeki ve diğer mülteciler ise 1938 yılında çıkan af ile yurda dönüyorlardı. Kâmil, eşi Lütfiye ve oğulları Kadir de bu afla gelenler arasındaydı. Selanik’ten gemiye bindiler, İstanbul limanında bir sandalla sahile çıktılar. Kâmil iki yıl İstanbul’da eşi ve çocuğu ile beraber “Saraylı Hala” dedikleri akraba kadının yanında kaldılar. Daha sonra Beynevüt’e yerleştiler.

Çekilen acılar, hasret, yokluk, pişmanlık… Hepsi uzun yılların ardından sisler arasında, “bir varmış bir yokmuş” gibi zaman zaman hatırlanan kırık bir hatıra olarak belleklerde kaldı.

Bir nesil savrulup, bölünmüş hayatlar yaşamaya ve acılara katlanmak zorunda kaldılar.

Varacağınız yer neresi? Siz değil, hayat sizi alıp götürür… (Bitti)

Not: Aile yaşamından bölümler anlatan Arzınba Kadir Ural ve Baykal. D.’ye, bu anıları bizimle paylaştıkları için çok çok teşekkür eder, saygılarımı sunarım.

 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz