İsrail Gazze’de an itibariyle 20 binden çok insan öldürdü. Bunların çoğu kadın ve çocuk… İsrail çocukları öldürüyor ve İsrail’de yaşayan çok sayıda insan bu katliamlardan en ufak acı duymuyor. Toplama kamplarından hayatta kalanların acıları üzerine, dibe düşmüş bir halkın “bir daha asla o duruma düşmeyeceğiz!” şeklinde özetlenebilecek savunma refleksi içinde kurulan İsrail, Filistin halkını dize getirmek için sonuna kadar güç kullanıyor. İsrail’in kuruluşundan bu yana dört bir yana savrulan Filistinliler bugün gücün dili karşısında çok daha fazla çaresiz durumdalar. Gelecekte İsrail’in uyguladığı bu terörün sonuçlarının nerelerde patlayacağı hakkında kesin tahminlerde bulunmak çok kolay değil, ancak çok iç açıcı olmayan dönemlerin birbirlerinin içinden fışkırdığını görmemek imkânsız…
Dünya, giderek güce dayalı ve “ne için yaşadığımı şu an bilmiyorum…” diyen, alttakilerin giderek daha büyük adaletsizliklere maruz kaldığı bir dünya haline dönüşüyor.
Hayata tutunmak için neredeyse hiç dayanağı, gücü kalmayan insanların dünyasındayız. Gazze’ye sıkışmış insanların yanı sıra dünyanın dört bir yanında sınırlara sıkışmış, “hem geri gönderilmekten hem de içeride yaşamaktan korkan” insanların çığlıkları duyuluyor… Kulaklarını kapatmayanlar tarafından…
Açık Radyo’da 21 Aralık’ta “Hüsnü Kabul” programında okunan mülteci mektuplarında örneklerini gördüğümüz acı dolu sözler tüm yer ve gökyüzünü kaplamış durumda…
“Ne için yaşadığını bilemeyen” mültecilerin ruh hali nasıldır? Ya da mülteciler için “görünmek” ne anlama gelir? En basitinden, bir yandan “tanınmak” ve “kabul edilmek” için “görünmek” zorundasınız. Resmi ve meşru bir varlık olarak kabul edilebilmek, iş bulmak, ev bulmak, temizlenmek için mesela… Ama öte yandan, görünürseniz büyük bir tehlike altındasınız… Çünkü, kadına yapılan şiddeti, nefret söylemini pek göremese de her an her şeyi görmek ve gözetlemek zorunda olan devletimizin mültecileri ıskalamayacağını bilebilirsiniz. Ya da sokaklarda dolaşan ve Almanya’da Türk, Hindistan’da Müslüman, Türkiye’de Suriyeli arayan “sivil müfrezelerin” gözüne çarpmanız çok büyük risk içerebilir. Yani hem görünmek hem de görünmemek zorunda olmak nasıl bir duygudur? Yaşamakla alakası olmayan bir yaşamak, arafta bir yerde olmak nasıl bir duygudur?
Geri gönderme-toplama kampları
Ama “Geri Gönderme Merkezi” (GGM) olarak adlandırılan ve adeta “toplama kampı” niteliğinde olan ve kamuoyunun ilgi ve bilgi alanının dışında gözlerden ırak tutulan bu yerlerde tam bir insanlık dramı yaşanıyor. Adeta “olmayan yer” kıvamındaki bu “kamplarda” mültecilerin izleri kaybettiriliyor.
Mesela mülteci bir kadın evine gelmeden eşini arıyor, “On dakika sonra evde olacağım” diyerek… Sonra değil on dakika, 10 saat, 10 gün sonra bile evine ve çocuklarına ulaşamıyor. Çünkü o mülteci kadın perişan bir şekilde eşini tekrar arayabildiğinde İdlib’de (yani Suriye, yani ölümden kaçtığı ülke) olduğunu anlatıyor.
Bir yandan Türkiye’nin bu insanlara bir türlü bahşedemediği bir “statü” sorunu var. “Ensar – muhacir” retorikleri arkasında her türlü propagandayı yapıp, arkasından “mülteci” yerine, “sığınmacı”, “misafir” gibi laflarla sorumluluk almayan Türkiye’nin resmi politikaları var. Diğer yandan, sorumluluk alınmadığı için, her şey görünür olmayan bir düzeyde cereyan ediyor. Ancak bir yandan, “muhacirler” karşısında “iyilik meleği” rolünü oynamanın rantı var; çünkü ne de olsa “din kardeşliği” retoriğiyle yapılan güzel bir cila var. Ama bu din kardeşliğinin artık iyice evlendiği ırkçılık-milliyetçilik temelindeki popülizmi de tatmin etmek gerekiyor. Ve zaten herkes farkında; devletimiz herkesin gözü önünde sokaklardan rengi koyu olan mültecileri teker teker, döverek topluyor.
İşte o toplanan mülteciler -yani insanlar- “atık varlıklar” olarak -vagonlarla değil- otobüslerle önce GGM’lere, sonra da on binleri aşan sayılarda sınır ötesine gönderiliyorlar. Bolu’nun ırkçılıktan çok da fazla gocunmayan Beyi’ne CHP’nin sahip çıktığı, mülteci karşıtlığının işe yaradığı bir ortamda, AKP’li devletimizin boş durmasını herhalde bekleyemezdik, değil mi? Ama AKP’li devlet çok daha başarılı tabii ki; bir taşla iki kuş vurmak (hem din-iman hem de milliyetçi hassasiyetleri okşamak) bu olsa gerek.
Avrupa Birliği ve Türkiye arasında insan hayatlarını konu edinen ahlak dışı pazarlıklar (“al parayı, bana gönderme” – “ver parayı, geri göndereyim”) en somut haline bu GGM’lerde ulaşıyor. “Hapishaneden daha beter”, “hukukun olmadığı” bu mekânlardan çıkıp, haber ulaştırabilen mülteciler, o mekânları, temizliğin, suyun ve gıdanın olmadığı, “Guantanamo gibi”, “her şeyin kâbus gibi” olduğu yerler olarak anlatıyorlar.
Bu mekânlara zorla getirilen mültecilere adı “gönüllü geri dönüş belgesi” olan bir belge, bazen kandırılarak, türlü çeşitli işkence ve baskılar sonunda imzalatılıyor. Mültecilerin derdine ortak olan avukatlar ise her türlü kaba engellemeye maruz kalıyorlar, müvekkillerine ulaşamıyorlar, dosyalarını bile takip edemiyorlar.
Mültecilere dönük ırkçılığın çok daha kolaylaştığı bir dönemde, geçen 18 Aralık “Dünya Mülteciler Günü”ydü. Ölümden kaçıp, daha iyi bir yaşam peşinde koşan, toplama kamplarına kapatılıp, “ne için yaşadığını bilemeyen”, sürekli bir “araf” halinde, neredeyse bitkisel hayatta nefes alan insanlarla dayanışmayı hatırlatan bir gün… Neredeyse hepimizin, göçmen, sürgün, mübadil, mülteci olduğumuzu -ve olabileceğimizi- hatırlamaya davet eden bir gün…
“Mültecilik” artık yeni dünyamızda göz ardı edemeyeceğimiz bir gerçek… Küreselleşen kapitalizm, para ve iktidar hırslısı sınıflar ve yöneticiler yüzünden mahvolan bir dünyadayız. Mültecilik, kendi halklarına her türlü zorbalığı reva gören diktatörlerin, otoriter/totaliter yönetimlerin yarattığı zulümden kaçıp kurtulmaya çalışanların acıklı hikâyelerini barındıran devasa bir insanlık hareketi… Ezilen, sömürülen insanların; doğanın yaşadığı felaketlerden kaçıp kurtulmak isteyenlerin hareketi…
İnsan doğup büyüdüğü toprakları, vatan, köy, mezra ya da bölgesini terk etmek istemez. Çünkü o topraklar en az yabancı olduğu yerdir. Ancak o topraklar insanı, çoluğunu çocuğunu yaşatamıyorsa, dağları, sınırları aşıp başka bir yerde hayatını sürdürmek istemesi kadar normal-doğal bir şey olamaz.
Aslına bakarsanız, bir zamandır adı “Türkiye” olan ve “bizim” diye bağlandığımız topraklar, dışarıdan içeri ya da içeriden dışarı doğru hareket meselesini buram buram hep yaşıyor. Anadolu toprakları geçmişten beri sürgünlerin, kaçmanın kovalamacanın, katliamların, soykırımların toprağı olmuş. Bu topraklara onbinlerce, yüzbinlerce insan gelmiş, başkalarından kaçmışlar; bu topraklardan yüzbinlerce insan kovalanmış; kaçamayanlar, gelip de kabul görmeyenler başka türlü baskılara maruz kalmışlar. Dinlerinden, dillerinden, renklerinden sıkıntı çekmişler. Ortalıkta çoğunluk gibi görünen ama aslında kendileri de azınlık olmuş ya da her an azınlık olma tehlikesi ile karşı karşıya olan çoğunluklar tarafından benzemedikleri için ya benzetilmeye çalışılmışlar ya da benzeyemedikleri için kovalanmışlar.
İşte mültecileri, göçmenleri, sürgünleri düşünmek biraz geçmişimiz ve kendimiz üzerine düşünmek demek… Mültecileri yani insanları tekrar ölüme geri yollamanın nasıl bu kadar sıradanlaştığını, ırkçılığın her geçen gün neden bu kadar yaygınlaştığını anlayıp, insanlığımızı hatırlayıp, yeni ve yaratıcı dillerimizi, mücadele yöntemlerini geliştirmemiz gerekiyor.
Cemaatleşen ulus-devlet
Bu köşede çeşitli vesilelerle yazdığım için çok uzatmak niyetinde değilim ama son iki yüzyıldır normalleştirdiğimiz ve neredeyse ondan bağımsız düşünemediğimiz bir kimlik kurgusu var: Ulus-devlet ve onun ideolojisi milliyetçilik… Adeta yeni bir din özelliği taşıyan ve aslında birbirinden zaten bağımsız olmayan dinsel ve seküler referanslar arasında inşa olan milliyetçilik, bütün “normalliğini” de, her türlü “inanç” gibi inşa etti. Bir bakıma “modern” olan milliyetçilik -teorisyenleri ve ideologları kelimeden çok hoşlanmasalar da- kendine özgü bir “cemaat” niteliği taşıyor. İçerisini olabildiğince homojenleştiren, dışarısıyla fiziksel ve sembolik net sınırlar koyan bir cemaat… Ulusu inşa eden milliyetçilik, kuşkusuz içerideki çoğulluğa ne kadar izin verildiğine; çoğulluğun kendini ne kadar koruduğuna bağlı olarak tipik “cemaat” niteliğine yakın veya uzak durabiliyor. Her cemaat gibi, modern ulus da -son tahlilde- bütün inanma ve inandırma tekniklerine bağlı olarak, tekrarlayan “ritüellerle”, bu ritüellerin yarattığı “titreşimlerle”, bir tür “zikir” pratikleriyle “kolektif coşku” ile üretilen bir cemaatten başka bir şey değil.
Hele Türkiye gibi geçmişiyle bağlantısı, devlet-toplum ilişkileri hep sorunlu olmuş ülkelerde bu çok daha bariz bir olgu. Vatandaşlarının mesafe koyamadığı bir soyut düzeyin sonuna kadar “normalleştiği” coğrafyalarda bu cemaat özelliği çok daha fazla öne çıkabiliyor.
Kuşkusuz Türkiye toplumunun izlediği güzergâhta derin izler bırakan çok çeşitli iniş çıkışlar var. En basit düzeyde Osmanlı gibi “koskocaman” bir “dünya imparatorluğu”ndan, önce Sevr parçalanmasına kadar inen, daha sonrasında imparatorluğun bütün Avrupa ve Ortadoğu kanatlarını kaybederek, coğrafi olarak “küçük” bir toprağa sıkışan bir devletin ve o devletin sosyalleştirdiği vatandaşların yaşadığı komplekslerin etkisiz olmadığını düşünemeyiz. Resmi ya da gayri resmi bütün anlatılarda, tarih kitaplarında, şimdilerin TV dizilerinde, sürekli olarak, bir zamanlar başkalarına ait olan ve gururla “fethedilen” topraklardan, sonrasında “ihanet” edenlerin oyunlarıyla kaybedilen bu topraklardan, daha sonra ise başkaları tarafından “işgal edilen” topraklardan bahsedilmesinin de vatandaş psikolojisinde nasıl izler bırakmış olabileceğini de düşünmemiz gerekir.
En nihayetinde, “kahramanlık” ve “ihanet” ikilemi içinde sosyalize olan insanların “ulusundan” bahsediyoruz. “Küçülmüş” olan bu topraklarda, en bariz ve ortalama temsili Sevr sendromunda görülen, travmatik biçimde inşa olan bir ulus ya da korku ve güvensizlik silsilesi içinde kendini yeniden üreten bir cemaat-ulus var. Yeniden üstün olduğu, “fethettiği” günlerin hayaliyle güçlenmeye çalışan, bilinci yaralı bir cemaat…
Devletten aşağı doğru ya da aşağıdan devlete doğru, solcusunda, sağcısında, sözde İslamcısında, velhasıl cemaatin ortalama her bireyinde var olan bir durum söz konusu. Hep beraber, yenmek, yenilmek, fethetmek, ihanete uğramak gibi dertlerimiz var. Bu yüzden en yakın olduğumuz insanlarla bile bazen anlaşmakta zorluk çekiyoruz. Bizim gibi olduğunu düşündüğümüz insanların bizden farklı düşünebiliyor olmasına bile tahammül edemiyoruz. O beğenmediğimiz insanları da “devlet gibi” değiştirmek istiyoruz ya da onların kendiliğinden bizim cemaate girmesini bekliyoruz.
Ortak küresel tehditler ve etkileşim
Modern ulus-devletin Türkiye’deki özgül koşullar içinde inşası sonuç olarak hem devlet ve toplum arasında hem de toplumsal kesimler arasında bir arada yaşama meselesini ve travma, korku, güvensizlik içinde boğuşan alt cemaatler arasındaki gerilimleri sürekli kıldı.
Ancak ulus-devletin ve onun ekonomik bileşeni kapitalizmin bugünkü küreselleşme serencamına Türkiye de kendi özgül koşullarıyla eklemleniyor. Bugün küresel ölçekte ulus-devletin çok temel iddialarının gerçekleşmediğini ya da beklenmeyen sonuçlar yarattığını görüyoruz. Örneğin, modernite fikrine içkin olan bireysel ve toplumsal ekonomik kalkınma bugün sadece belli ülkeler ve belli ülkelerin içindeki belli sınıflar için gerçekleşmiş durumda. Vaat edilen başarıyı birileri yakalamış durumda ama çok daha geniş insan grupları, milyarlarca insan bu başarıdan çok uzaklar. Üstelik kaybedenler, kazananları da “görüyorlar”; kazananların “ne kadar çok kazandığını”, adaletin kendilerinden ne kadar çok uzakta olduğunu görüyorlar.
Ama mesele sadece alt sınıf gibi görünen insanların meselesi değil; modernliğin belki de en çok dayandığı, vaatler konusunda en çok ikna olmuş orta sınıfların yaşadıkları “güçsüzlük” duygusu da bugünün manzarasına damgasını vuruyor.
Modernliğin “başaracağız!”, “geleceği fethedeceğiz!” minvalindeki idealleriyle büyüyüp, neoliberal zamanlarda bu hayallerin sürekli gerisine düşen orta sınıflar çok zor bir ruh hali içindeler. Bu sınıflara ait insanlar, bir zamanlar emekli ikramiyesiyle ev alırken, bugün hiçbir hayal kuramayan, ancak taksitle cep telefonu alabilen sınıflara dönüştüler. Bir zamanlar, bütün varoluş felsefelerine işleyen “homo faber” (yapan/çalışan insan) artık onları terk etti. Bir zamanlar “işim var”, “işe gitmem lazım”, “ama çalışmam lazım” gibi “kutsal” bir meşruiyet ya da mazeret olan “iş/çalışma hayatı” artık kutsal değil. İş bugün hayatta kalmak için sadece bir “mecburiyet”.
Bir zamanlar işyerine bağlı olarak “sorumluluğu” ve “aidiyeti” öğrenen insanlara artık sorumluluk verilmiyor; kapitalist şirketlerin onların aidiyetine ihtiyaçları da yok, çünkü sistem kendi kendine yürüyor zaten; onlara çok da ihtiyaç yok. Orta sınıf insanlar hayatta kalmak için yarışmak ve kazanmak zorundalar. Kazanmak için ise sürekli diploma, kurs, sertifika, katılım belgesi ve hobi biriktirmek zorundalar. Tabii ki bu yarışı birileri kazanıyor ama kaybedenler kazananlara kıyasla hep çok çok daha fazla…
Ve “başarısızlık” duygusu çok güçlü; özenme ve utanç duyguları çok yaygın. Bu duyguların hemen yanı başında da insanların en derinlerinde derin izler bırakan bir “aşağılanma” duygusu çok güçlü…
Hem alt sınıflar ve hem de giderek orta sınıflar için de bu aşağılanma ile yaşamak çok çok zor… Bu yüzden bu duyguya düşenler onu iyileştirmek ve o duygudan çıkmak için her türlü yönteme başvurabilirler. Ellerinin altında bulunan ve süreklilik taşıyan ve güven duygusu verme kapasitesi yüksek kültürel sermayeler, adaletsiz bir dünyada aşağılanmışlığın bütün yaralarını, yükünü iyileştirmek ve o yükün yarattığı “hınç” duygusunu boşaltmak için çok sağlam bir kurgusal dayanak ya da araç olarak işe yarayabilir.
Artık “doktor bile dövebiliyoruz!” zamanındayız
İster objektif ister sübjektif olsun ya da ister fiziksel ister sembolik olsun, yaşanan her “aşağılanma” biriken “hıncını” çıkarmak üzere birtakım “düşmanlar” bulabilir. Ama içinde yaşadığımız küresel dünyada örselenen, aşağılanan kimlikler için, ortalamada dinle hemhal olmuş milliyetçilikler (bol küfür ve hakaret eşliğinde) söz konusu düşman inşa etme işlevini mükemmel bir şekilde yerine getiriyorlar. Trump’tan Bolsanoro’ya, Modi’den Erdoğan’a, Netanyahu’dan Orban’a ya da Putin’e bütün popülist-dindar-milliyetçi figürlerde temsil edilen milliyetçilikler var olan aşağılanmayı “aşmak” için çok işlevsel bir ideolojik reçete ya da yol haritası sunuyor. “Yurdumuzu işgal eden yabancılar”, “kendi ülkesinde garip duruma düşen bizler”, “ihanet edenler, teröristler” gibi yola döşenen taşlarla güç kaybedilen bir dünyada yeniden hayal edilen bir güçle yeni bir “anlam” arayışı başlıyor.
Algılanan, hayal edilen, inşa edilen düşmanlar sayesinde kaybedilen özgüven ya da özsaygıyı yeniden tesis edebilme imkânı doğuyor. Onbinlerce yıldır olduğu gibi, çoktanrılı veya tektanrılı dinlerle ya da “rasyonel” görünümlü modern ideolojiler ve kurumlarla yönetilen bütün toplumlarda olduğu gibi, “zamanın havasına uygun”, “ihtiyaca binaen” kimlikler yeniden inşa oluyor. Bu kimlikler, derinlerden gelen travmalarla, aşağılanmalarla oluşan duygusal sermaye zemininde, ritüellerle, duygusal titreşimlerle ortaya çıkıyor. Bu yeni kimlikler, dinden ve onun yerini tutan milliyetçilikten ya da -ümmeti bir kenara bırakarak- milliyetçileşen dinden besleniyor.
Ötekilerle sonsuz bir korku ve dışlama ilişkisi içinde gelişen, yaşanan travmaların, eziklik ve aşağılanmaların hıncını “yabancı” gördüklerinden çıkarma hali dün olduğu gibi, bugün de “ırkçılık” olarak önümüze geliyor. Giderek kırılganlaşan, zayıflayan kesimler kendilerinden daha da zayıf birilerini buldukları zaman, gayet elverişli “günah keçilerini” de bulmuş oluyorlar. Hakaret edildiği ya da linç edildiği zaman bile ses çıkaramayacak olan “günah keçileri” sayesinde, yabancı düşmanlığı ve ırkçılık sayesinde var olabilen insan yığınları kendilerini nihayet “efendi” ve “güçlü” zannedebiliyorlar. Kuşkusuz, ırkçılığın inşa olmasında en kolay yollardan biri olan ve enselerine vurulsa da ses çıkarmayacak olan “günah keçileri” tek başlarına işlevselleşmiyorlar. O toplumda var olan geleneksel ya da modern “otoriter kişilik” sosyalizasyon süreçleri de ırkçılık gibi hayatı sürekli “iyi biz ve kötü onlar” olarak ikiye bölen söylemleri besliyor.
Dolayısıyla, bütün dünyayı saran bu kâbus gibi dalganın arka planını anlayıp, mücadele yöntemlerini ve dillerini geliştirmek zorundayız. Çünkü “anlamadan” sadece “biz bilenler” olarak, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu “anlatmaya” çalıştığımız zaman, sadece var olan taraftar kalıplarını, ikili düşünce kalıplarını yeniden üretmekten başka bir şey yapamayacağız.
Belki kendine bu kadar güvensiz, başkalarından bu kadar çok korkan insanlara güven vererek, “karşılaşarak” bu güveni karşılıklı inşa etmenin yollarını arayarak ilk adımlarımızı atmaya başlayabiliriz.
Eğer bu dili geliştirebilirsek, burada veya İsrail’de kendimizi hep haklı görmekten vazgeçip, Filistin’de ve dünyanın dört bir köşesinde sınırlarda giderek çoğalan, ezilmiş ve bu dünyadan umudunu kesmiş insanların ileride çok daha büyüyecek lanetini dindirmek mümkün olacak.