Selahaddin Şekercan, 2023 yılında Çerkes literatürüne iki kitapla katkıda bulundu. Önce Şerces Ali ve Hakun Muhamed’in yazdığı “Çerkesler! Kim bunlar?”ı çevirdi. Ardından yıl biterken “Maraşlı’dan Çerkes Öyküleri” ile okurların karşısına çıktı.
-Selahaddin Ağabey, Jineps okurlarının bir kısmı seni tanıyor ama tanımayanlar için kısa bir özgeçmiş alabilir miyiz?
-1950 yılında, rahmetli annemin deyimiyle “arpalar biçilirken” Uzunyayla’nın Maraşlı Köyü’nde doğdum. İlkokul dördüncü sınıfa kadar, Gürün’e bağlı olan bu güzel köyde yaşadım. Daha sonra Ankara’ya taşındık. Son sınıfı Akagündüz İlkokulu’nda bitirdim. O dönem, Amerikan Marshall yardımları vesilesiyle bize süttozundan yapılma bir içecek veriyorlardı. Bir köylü çocuğu olarak bana o “süt olmayan sütten” gına gelmişti. Okuduğumuz okul barakadan yapılmıştı. İç yüzeyleri kontrplaktı ve yer yer delinmişti. Sütü içmez, öğretmene göstermeden, o deliklerden içeri dökerdik. İki yüzey arasındaki cam yünü sıvıyı hemen emiyordu.
-Desene emperyalizm karşıtlığın o günlerde başlamış (gülüşmeler)…
-Bence de… Neyse, ortaokul ve liseyi Ankara’da bitirdim. Daha sonra 1971’de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girdim. Öğrencilik, çalışma hayatı filan derken 15 yıl kadar İstanbul’da yaşadık. Sonra Anadolu’da göreve başladım. Türkiye’nin çeşitli yerlerinde hâkim ve savcılık yaptım. Ardından Ankara’ya, Yargıtay’a geldim. Orada da 5 yıl çalıştıktan sonra noterliğe geçtim. 15 yıl kadar da noterlik yaptım. 2015’te o da bitti.
-Anladığım kadarıyla ondan sonra Çerkes kültürüne dair araştırmalara daha geniş zaman ayırmaya başladın. 2023 başında yayımlanan “Çerkesler! Kim Bunlar?” kitabını Türkçeye kazandırdın. Bu kitabın ortaya çıkma serüvenini öğrenebilir miyiz?
-2013 yılında Mersin’in Erdemli ilçesinde noterlik yaparken Nalçik’ten gelen bir arkadaş bana bir kitap hediye etti. Doğrusunu söylemek gerekirse ilk okuduğumda fazla etkilenmedim. Ama ikinci kez, hakkını vererek okuduğumda çok beğendim. Derli toplu, temiz bir üslupla yazılmış, abartıya kaçmadan, hamaset yapmadan yazılmış bir kitaptı. Bu kitabın mutlaka Türkçeye kazandırılması gerektiğini düşündüm ve çevirmeye karar verdim. İki yıldan fazla zamanımı aldı.
Kitabın ilk bölümü Meotlardan, Sindlerden başlayıp, Hititlerden Çerkes Memlükleri’ne, oradan Ruslar ve diğer devletlere ve günümüze gelen bir tarihi anlatıyordu. İkinci ve daha uzun bölümde ise Çerkes kültürü üstüne kapsamlı bilgiler yer alıyordu. Dolayısıyla tarihimiz ve kültürümüzün hatırlanması, bilmeyenlere de anlatılması gerektiğini düşündüm.
Kitap, Dünya Çerkes Birliği’nin aldığı bir kararla yazılmış. Şerces Ali ve Hakun Muhamed tarafından kaleme alınmış. Bu iki değerli insana ulaşıp hem teşekkür etmek hem de izinlerini almak istedim ama ikisinin de Hakk’ın rahmetine kavuştuklarını öğrendim. Şerces Ali’nin üniversitede profesör ve müzisyen olan kızı Şerces Asiyat beni aradı. Teşekkürlerini iletti.
“Bizden sonraki kuşaklara bu dili öğretemedik. Ona çok üzülüyorum”
-Çerkesçe okuyup yazmayı nasıl öğrendin?
-Ben liseye Ankara’da başladım ve orada bitirdim ama bir ara Adana Kozan’da da okudum. O zamanlar bu dernekçilik olayı yeni yeni başlamıştı. Adana’da Kafkas Derneği vardı. Orada Göksunlu Refik diye bir ağabey ile tanıştım. Bir ev ziyaretinde bana “Dil biliyorsan Kiril alfabesini çok kolay öğrenirsin” dediler. O gün onların da yardımıyla başladım ve buraya getirdim.
Daha sonra, Ankara’ya döndüğümde rahmetli İzzet Aydemir’in yayımladığı Kafkasya Kültürel Dergi’de çalışmaya başladım. Önceleri derginin ayak işlerini yapıyordum. Matbaaya gidip geliyordum, redaksiyon yapıyordum, Kafkasya’dan gelenlere tercümanlık yapıyordum. Daha sonra İzzet Aydemir, Kafkasya’dan gelen Oşhamahue (Elbruz) dergilerini bana vermeye başladı. Ben de Kafkasya dergisinde “Gerige” takma adıyla o derginin tanıtımlarını yazıyor, çeviriler yapıyordum. Böyle böyle ilerlettim ve bugüne getirdim. Çok şükür Çerkesçeyi unutmadım. Ama bizden sonraki kuşaklara bu dili öğretemedik. Ona çok üzülüyorum.
-Maalesef böyle bir realite var. Belki yapay zekâ teknolojileri bu konuda yardıma yetişir diyesim var ama bu başka bir uzmanlık sorusu… Peki, buradan yeni çıkan kitabına, “Maraşlı’dan Çerkes Öyküleri”ne geçmek istiyorum. Bu kitabın fikri nasıl ortaya çıktı?
-“Maraşlı’dan Çerkes Öyküleri” can yoldaşım Cerice Turhan Çelik’in teşvikiyle oldu. O, bu kitabı yazmam konusunda beni çok zorladı. Zaten uzundur kafamda vardı ama bir türlü elim gitmiyordu. Onun vesilesiyle hayata geçti. Senin aracılığınla bir de buradan teşekkür etmek isterim.
-Araya girip şunu sormak istiyorum… Soyadlarımız farklı olsa da biz seninle aynı sülalenin çocuklarıyız. Biz yıllarca sülale adımızı “Gerige” olarak bildik. Sen ise doğru olanın Cerice olduğunu söylüyorsun. Deyim yerindeyse 100 yıllık bir yanlış kullanım mı söz konusu?
-Şimdi şöyle: Ben lise yıllarımda anavatan Kafkasya ile yazışmaya başlamıştım. O dönemde şair ve yazar olan soydaşım (Vunekoşum) Cerice Arsen ile bağlantı kurdum. Arsen bana kan bağımızdan emin olmak için çeşitli sorular sordu. Ben de bu soruları sülalemizin büyüklerinden rahmetli Rofik Amcamıza sordum. Onun verdiği bilgileri aktardığım Arsen, aynı sülaleden olduğumuza emin oldu. Arsen’e kendimi “Gerige Selahaddin” olarak tanıtmıştım. O da bana “doğrusu Gerige değil, Cerice olacak” diye yazdı.
Cericeler, 1869 civarında Kafkasya’dan sürgün edilmiş. Beş kardeşten dördü, Kerim, Kurmen, Hajmet ve Mısost Anadolu’ya gelmiş. Merem adındaki kardeş, sürgüne rağmen anavatanda kalmayı tercih etmiş.
Kardeşlerden Mısost Tokat’ta, diğerleri Maraş Göksun’da iskân edilmişler. Ama orası ormanlık bir bölge olduğu için yanlarında getirdikleri yılkı atları sık sık kayboluyormuş. Bunun üzerine açık ve geniş bir alan arayışına girmişler ve bugünkü köyümüzün yerini keşfetmişler. Maraşlı adı da oradan geliyor. Ama biliyorsun, 12 Eylül darbesinden sonra köyün adı “Erdoğan” olarak değiştirildi.
Ben çocukken Maraşlı, Uzunyayla’nın çekim yerlerinden biriydi. Çok canlı, çok hareketli bir köydü. Coğrafyası da farklıydı. Köyün kuzeyine doğru Çal ve Ardışıkue (Ardıç Deresi) denilen çok geniş, yüzlerce koyaktan oluşan otlak alanlarla çevriliydi. Ardıç Deresi’ndeki ardıç ağaçları vesilesiyle bugün Uzunyayla’da “Orman Köy” statüsündeki yegâne köydür.
“Atalarımız bir buçuk asır evvel anavatandan gelip buraya yerleşmiş. Burası bizim ikinci vatanımız olmuş. Ama şimdi o ikinci vatanımız, Uzunyayla da kayboluyor”
-Kitabı derin bir özlem duygusuyla yazdığın o kadar belli ki. Zaten sen de çeşitli yerlerde bunu dile getiriyorsun. Maraşlı ve Uzunyayla Çerkes kültürü senin için ne ifade ediyor?
-Söyleşinin başında da söylemiştim. İlkokul dörde kadar Maraşlı’da yaşadım. Ondan sonra taşındık ama yazları yine köye gidiyorduk. Bu vesileyle “Uzunyayla Kültürü” dediğimiz kolektif Çerkes kültürünü almış oldum.
Hayatımın en güzel dönemlerini o köyde ve Uzunyayla’da geçirdim. Evet, atalarımız bir buçuk asır evvel anavatandan gelip buraya yerleşmiş. Burası bizim ikinci vatanımız olmuş. Ama şimdi o ikinci vatanımız, Uzunyayla da kayboluyor.
-Türkiye’nin inişli çıkışlı tarihi, siyasi ve ekonomik değişim her yerin demografisini değiştirdi. Başka bir değişim daha var ki, o Türkiye ile sınırlı değil… Küresel iklim krizinden söz ediyorum. Senin hikâyelerin neredeyse tamamında mevsimler, iklimler, yaban hayatı o kadar güçlü bir vurguya sahip ki, tabiat sanki bir arka plan unsuru değil, doğrudan bir özne gibi.
-Aynen öyle. Ben çocukken Maraşlı’da kar haziran ortasına kadar kalkmazdı. Yıllar sonra “Doktor Jivago” filmini seyredince, oradaki Sibirya görüntüleri, sakalları bıyıkları buz tutmuş insanları görünce Maraşlı’ya benzetmiş, çok etkilenmiştim.
Dam boyu kar yağardı. Hatta pencereler kapandığı için gündüzleri bile lamba yakmak gerekirdi. Bu lambaların bir kısmı Kafkasya’dan getirilmiş, çeşitli renklerde ve yarı saydam camlardan yapılmıştı. Kendinden kulplu, ayaklı, üzerlerinde çok estetik kabartma motifler olan adeta sanat eseri gibi lambalardı. Yıllar boyu kullanılan o lambalar ne yazık ki bugüne kalmadı. Yine, senin de söylediğin gibi, muazzam bir yaban hayatı vardı. O bembeyaz atmosferin içinde bir film karesi gibi gri lekeler görülürdü. Kurtlardan söz ediyorum. Kurtlar köyün ayrılmaz bir parçasıydı. Hatta rahmetli Kadir Amca bir tane yavru kurt bulup beslemişti. Ama hayvan büyüyünce doğasına dönmüş, evcil hayvanları yemeye başlamıştı. Amcam da onu tekrar doğaya salmıştı.
“Coğrafyada bu kadar kurt olunca ister istemez köpek de çok önemli oluyor. Köyde her zaman tulum yüzülmüş ve içi otla doldurulmuş kurt postu bulunurdu. Bunu bir bahçe duvarının üstüne yerleştirip köpeğe gösterirlerdi”
-Kitabın sayesinde çok ilginç bir şey daha öğrendim. Köpekleri test etmek için kurt maketi kullanılıyormuş.
-Aynen öyle. Şimdi coğrafyada bu kadar kurt olunca ister istemez köpek de çok önemli oluyor. Köyde her zaman tulum yüzülmüş ve içi otla doldurulmuş kurt postu bulunurdu. Bunu bir bahçe duvarının üstüne yerleştirip köpeğe gösterirlerdi. Eğer köpek kuyruğunu kıstırıp kaçarsa, köylünün bir işine yaramıyor ve sınavı geçemiyordu. Ama postu görür görmez üstüne atlıyor, yere seriyorsa sınavı geçmiş oluyordu.
-Okuyanlar görecektir, kitabın içinde böyle onlarca kurt-köpek öyküsü var. Tabii tilki ve tavşan hikâyeleri de. Maraşlı ayrıca göçmen kuşların uğrak yerlerinden biriydi değil mi?
-Bahar gelince, Tahtalı (Göğdeli) Dağları’nın karları erir, köyün çayırlarında tespih gibi dizilmiş göller oluşurdu. Orada balık tutardık. Bu sulak alanlar turnaların, leyleklerin ve daha birçok çeşit göçmen kuşun uğrak yeriydi. Aynı zamanda angut kazlarının üreme yeriydi. Baharda çayırlar angutların altın renkli tüyleriyle adeta kızıla boyanırdı. Turhan’la ben bunların yavrularıyla oynardık. Ne yazık ki son yıllarda iklim değişikliği yüzünden ne o kadar çok kar yağıyor ne de o canlılar uğruyor. Gölcüklerin neredeyse tamamı kurudu.
“Bizim köyde hiç kuş vurulduğunu görmedim, duymadım”
-Orada ilginç bir bilgi daha veriyorsun. Köyde avlanmak diye bir kültür yok. Kuşları vurmuyorlar.
-Köyde av tüfeği yoktu. Avlanmak diye bir alışkanlık da yoktu. Ben bizim köyde hiç kuş vurulduğunu görmedim, duymadım. Ama bizim Ankara’ya taşınmamıza yakın bir dönemde Gürün’den gelen bazı kişilerin sığırcıkları avladığını hatırlıyorum. Sadece kuşlar değil, mesela tavşan da vurulmazdı. Ama ben iki tane tavşan yavrusu bulup evcilleştirmiştim.
-Peki atlar? Atsız bir Çerkes söyleşisi olmaz değil mi? Onunla bitirelim dilersen (gülüşmeler)…
-At çocukluğumuzda aile bireyi gibi bir şeydi. Misafir gelince onların terini soğutmak, gezdirmek biz çocukların göreviydi. Bizim bir kır at vardı. Kışın ben ona gemsiz binerdim. Ama bahar gelince zapt etmek mümkün olmazdı.
Bir de atların damgalanması var ki, hiç gözümün önünden gitmez. Dama tüner, o ateşin yakılması, atların tek tek damgalanmasını izlerdik. Şimdi aklıma geldi, damgalandıktan sonra hayvan enfeksiyon kapmasın diye kravlin dedikleri kimyasal bir madde sürerlerdi.
-Selahaddin Ağabey teşekkür ederiz. Yemeklerden eğlenceye, âdetlerden mimariye daha konuşacak çok şey var ama yerimiz ancak bu kadarına yetti. Daha fazlasını okumak isteyenler kitaplarını edinebilirler. Son olarak ne söylemek istersin?
-Ben teşekkür ederim. Şunu eklemek isterim: “Maraşlı’dan Çerkes Öyküleri”ne, bu yılın başında yayımlanan çeviri kitabına alamadığım Çerkesçe bir sözlük ekledim. Köyü kuran ailelerin hem soyağaçlarını hem de damgalarını koydum. Dilerim bu tür yayınlar daha da çoğalır ve kültürümüz yeni kuşaklara aktarılmış olur.