“Hak mücadelesi itirazla başlar…”

0
816

Kafkas Dernekleri Federasyonu (KAFFED) başkanları ile görevi teslim aldıklarında ve bıraktıklarında birer röportaj yapmayı Jineps geleneği haline getirmeye çalışıyoruz. İlk röportajımız Yıldız Şekerci ile oldu (Ağustos 2019, https://jinepsgazetesi.com/2019/08/bireysel-hareketler-sutun-kaymagi-gibi-kabarir-ama-hava-aldiginda-oturur/). Bu anlamda; Prof. Dr. Ümit Dinçer ile de bir söyleşimiz olmuştu (Ocak 2022, https://jinepsgazetesi.com/2022/01/54168/).

Kurumlarımızda yöneticilik yapmanın onurlu olduğu kadar zorlu süreçler olduğunu biliyoruz.

Son iki yılda kamuoyuna ve sosyal medyaya yansıyanlar bu durumu fazlasıyla doğruladı. Niyet edilen yolda neler gerçekleşti, neler gerçekleşemedi?

Jineps sordu, Ümit Dinçer yanıtladı.


Sürdürülebilirlik…

KAFFED ve Kayseri Kafkas Derneği…

Birgül Asena Güven: 2022 yılı ocak sayımızdaki söyleşimizde demiştiniz ki, “Sürdürülebilir olmayan hiçbir şey bizi ileri taşımayacak.” Bende izi kalmış bir cümleydi. Devamında “Sürdürülebilir insan kaynağı, sürdürülebilir ekonomik kaynak yaratmak zorundayız. Değirmenin suyu toplumdan gelmeli. Başka bir yerden geldiği zaman suyun sahibi bir süre sonra sizin gözünüzün içine bakmaya başlar. Bunu doğru bulmuyoruz. O açıdan, değirmenin suyunu toplum sağlarsa eğer, daha rahat ve daha sivil olabiliriz” demiştiniz. Bugünlerde Kayseri Kafkas Derneği etrafındaki gelişmeleri sürdürülebilirlik anlamında nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ümit Dinçer: Sürdürülebilirliği, doğrusunu söylemek gerekirse sadece kurum vizöründen almıyorum. Toplum perspektifiyle değerlendirmek lazım. Dolayısıyla öncelikle Kayseri Kafkas Derneği’nin (KKD) KAFFED’ten ayrılmış olmasını, bu sürdürülebilirlik noktasında çok büyük problem olarak gördüğümü söyleyemem. Sebebi şu: Gerekirse biraz daha açarız ama KKD -ki kendileri de bunu böyle söylediler gerçekten- “KAFFED’den ayrıldık, KAFFED bizim için ‘tü kaka’dır, külliyen haramdır ve hiçbir faaliyette birlikte olamayız.” demiyorlar zaten. Bunu demek için akıl dışı olmak gerekir. “Eğer, ortaklaşabileceğimiz ve Çerkes halkının yararına olduğunu düşündüğümüz bir şey varsa herkesle iş birliğine açığız.” dediler. Şimdi bu noktada da ben meseleye biraz öyle bakıyorum.

Her kavramın arkasına ya da önüne sürdürülebilirlik meselesini takabiliriz. Ekonomik sürdürülebilirlik açısından bakıldığında örneğin, KKD’nin federasyon çatısı altında durması -bugün itibariyle söylüyorum, sonra yeni bir gelişme yaşanır, yeni bir perspektif oluşur onu bilmiyorum- KAFFED açısından büyük bir avantaj oluşturuyor muydu? Oluşturmuyordu. Çünkü federasyonun ekonomi anlamında her yönetim değiştiğinde yenilenmeyen bir ekonomik çarkı yok. Federasyon, kendi ekonomisini maalesef yönetim kurulu üzerinden inşa etmiş hep. Buna aslında yıllardır itiraz ediyorum. Dünya Çerkes Birliği’nde (DÇB) de, federasyonda da, derneklerde de itiraz ettim. Neden itiraz? Yöneticiler, aynı zamanda finansörler olmamalı. Bir kurum açısından bunun doğru olduğu kanısında değilim, federasyon açısından da yöneticiler açısından da doğru değildir. Çünkü bu bir süre sonra şöyle bir sınırlamayı beraberinde getiriyor: DÇB’ne yönetici ya da delegasyon aranırken, böyle ilan edilmez ama hepimiz duymuşuzdur, “Çerkesçe bilen ve ekonomik durumu yerinde olan birilerini bulalım” denir. Peki, Çerkesçesi çok iyi olan, ekonomik durumu sağlam olmayan birisinin dünya Çerkes sorunsalına katacağı bir şey yok mu? Buna nasıl destek bulacağız ve sağlayacağız. Bunun için sürdürülebilir ekonomiyi koymamız gerek.

Sorduğunuz soruya tekrar dönecek olursak, KKD’nin ayrılması bu manada, federasyon açısından bakıldığında bir kayıp mıdır? Evet, bir kayıptır ama dünyanın sonu olarak görmüyorum. Bence Kayseri’nin ayrılması federasyon açısından, ekonomi perspektifiyle değil ama insan kaynağı perspektifiyle büyük kayıptır. Ancak burada, bugünlerde yapılan temel -bana göre temel- yanlışlardan biri, KKD’nin paylaştığı argümanların büyük bir kısmını ben de paylaşıyorum ve kabul ediyorum ancak burada asıl kabul etmesi, paylaşması gereken federasyon olmalıydı. Bir arkadaş yazmış, federasyon böyle bir noktada, “Bir dakika. Bunları anlıyoruz, çözebiliriz” demiş olsaydı belki süreç uzayabilirdi. O tabi ki iki tarafın kendi bilecekleri iş ama nihayetinde Kayseri dernekçilik konusunda donanımlı bir yer. Yani mesela kendi içinde o sürdürülebilirliği kısmen sağlayabilmiş olan derneklerden bir tanesi. Kendi ekonomisini kendi içerisinde iyi yaratıyor, ekonomiyi tabanlayabilmiş. Kayseri içindeki sanayiciyle de ilişkisi var, bürokrasiyle de ilişkisi var. İnsanlarla da ekonomik destek konusunda küçük de olsa attığı birtakım adımlar var. Bu manada da insan kaynağını kaybetme yönüyle daha fazla bakılmalı Kayseri’ye.

Endişe verici midir? Nereden baktığınıza bağlı. Şöyle endişe verici olabilir: ‘Kurum fetişizmi’ni artık terk etmemiz lazım. Kurumlarımızla ilgili, “Bunu biz doğurduk, biz var ettik, her şeye rağmen, her şey pahasına bunu korumalıyız” argümanı bir süre sonra kendi ayağımıza dolanan bir urgana dönüşüyor. Bunu şu anlamda söylemiyorum: “Paramparça edelim, her kurumu elimizin tersiyle itelim… Öyle bir şey değil ama yeri geldiğinde kurumun da devinmesi, yöneticinin de devinmesi, toplumun da devinmesi kaçınılmaz bir şey. O anlamda değerlendiriyorum.

Yaşar Güven: Arada bir sarsmak olumlu sonuçlar doğurabilir…

Ü.D.: Geçenlerde biri yazmıştı, çok doğru buldum. Bazen dağıtıp yeniden toplamak iyidir. İş olsun diye yapılmaz böyle şeyler. Toplumsal sonuçları ve dezavantajlar görülür bu doğru değilmiş dersiniz ve tekrar bir toparlanırsınız.

B.A.G.: KKD’nin gerekçeleri var ve bunları kamuoyu ile paylaştı, sizin de çoğu yerde gerekçelerine katıldığınızı anlıyorum. Henüz açıklamalarına mevcut federasyon yönetiminden bir yanıt da gelmiş değil. Benim gördüğüm kadarıyla sadece bugünün gerekçeleri olmaktan ziyade aslında yıllardır konuşulan konular. Bazıları bizim sorularımız içerisinde de var. Mesela DÇB ilişkileri. KKD’nin tavrı bağımsız gelişen bir olay mıydı, diyalog var mıydı?

Ü.D.: Bu konular üzerinden diyalog kurmadık dersek bunun adı riyakârlık olur. Tabii ki zaman zaman konuştuğumuz, tartıştığımız konular oldu ama bu KKD yönetimi ve üyelerine tarafımdan fısıldanan veya dikte edilen bir şey değil. Kayseri aslında yıllardır bu noktaya gelmemek için çok çabaladı. Biz seçilmeden önce de ayrılmak meselesini kendi içinde tartıştı. Bu ilk kez olmuyor. Hatta bunu daha evvel de söyledim ama ilk kez belki de genele açık olacak şekilde söylüyorum. Gerek Kayseri gerekse biz federasyon yönetimi olarak tüzük genel kurulundan sonra, biz -KAFFED YK- istifayı onlar da ayrılmayı çok ciddi bir şekilde gündemlerimize almıştık. Ancak bu dönemde ‘Kuzey Kafkasya İnsani Kriz Komitesi’¹ adıyla kurduğumuz komitenin işlerinin en yoğun olduğu, her şeyin ortalıkta durduğu bir dönemdi. Gelenlerden pasaport işlemlerini takip ettiğimiz, ihtiyaç sahiplerine ikamet sağlamaya, günlük pek çok sorunu çalıştığımız sıkıntılı bir dönemdi. İnsanların sorunlarıyla uğraşırken “Biz bir tüzük genel kurulu yaptık ve bırakıp gidiyoruz.” demenin doğru ve ahlaki olmayacağını düşündük ve dışarıdan gelen “Hadi, ne oldu?” bakışlarına rağmen kalmayı tercih ettik. Kayseri KD de ayrılma meselesini tartışmıştı. Bu işleri bir rayına koyalım derken üzerine deprem geldi, devam ettik. Sonuç olarak da herkesin şahitliğinde bir genel kurula gittik.

Bunları şunun için söylüyorum: Böyle şeyler bazılarının söylediği gibi bir günde, iki günde, üç günde olgunlaşmıyor ya da demlenmiyor. Bu tür sorunlar bir yerden uç veriyor, bir yerden olgunlaşıyor ama nihayetinde bu bir süreç işi. Bu sürecin başlatıcılarından bir tanesi, en önemli başlatıcısı aslında DÇB meselesi. DÇB yönetiminin -isimleri konuşmayalım deniliyor genelde ama konuşalım hiçbir beis yok- ve özellikle Hauti’nin yanlışlarının da beslediği bir sürecin sonucudur. Yoksa ‘KKD bu meseleleri iki haftada olgunlaştırdı’ demek çok tabansız bir iddia olur. Şimdi herkes diyor ki “Bir tek DÇB meselesi üzerinden niye ayrıldılar?”. Burada belki de fark edilmeyen, ıskalanan ya da meselenin çok içinde olmayanlar tarafından iyi algılanamayan şeylerden biri şu; DÇB tek mesele değil ama ortamı en fazla zehirleyen mesele. Yani, tabir yerindeyse Medusa’nın gövdesi. Bu gövdeyi görmezden gelip, “Küçücük bir baş için yapmayın.” denmesini belki de doğru bulmadılar. Ben de doğru bulmuyorum.

Şu anda federasyondan ayrılmak ya da ayrılmamak konularından bağımsız olarak “Bu federasyon niye oluşmuştu? Gerekçesine hizmet edebiliyor mu? Bu toplumsal fonksiyon ki gerek derneklerimiz gerek platformlarımız gerek üniversitelerde kurulan KAF grupları dahil olmak üzere bu toplumun içinden şekillenen kurumlar ya da yapılar topluma neyi sunabiliyor? Neye hizmet edebiliyor? Kuruluş gayesine yeterince ulaşabiliyor mu?” diye bakmamız lazım. Federasyonu da bu manada tartışmak zorundayız. Federasyon yönetimini bıraktım, rahat konuşuyorum anlamında söylemiyorum, federasyon yöneticisiyken de söylüyordum, oturup konuşmamız lazım. Ama biz maalesef konuşmak denilince kavga etmeyi, birbirimizi -gençlerin söylediği şekilde- gömmeyi ya da birbirimize laf sokmayı anlıyoruz. Meselenin özünü kaçırıyoruz zira şu anki diyalog yöntemi kolay olanı. Genel kurulda da söyledim, biz işin kolayını seçiyoruz. Mevcut durumda kalmak kolay, tali meselelerde tartışmak kolay, büyük meselenin etrafından dolanarak daha sığ, daha kolay, yaralayıcı olmayan, birbirimize zarar vermeyeceğimize emin olduğumuz konuları konuşmayı seviyoruz. Ama şunu söylemiyoruz; “Diaspora, kendi mücadelesini bu yapılarla vermeye muktedir mi?” Ya da “Bu yapılar, Çerkeslerin gerek Türkiye’de gerekse anavatandaki ihtiyaçlarını karşılamaya muktedir mi?” Bunları sormuyoruz. Sormak zorundayız.

 

Dönüş…

Yıldız Hanımın başkan olduğu dönemde de bunu söylemiştim hâlâ aynı konuya yönelik böyle düşünüyorum. Bizim en kısa zamanda bu işin içinde çalışmış, yoğrulmuş kişilerin, kurumların bir araya gelip bu “dönüş” denen şeyin ne olduğunu konuşmak zorundayız. Kırk sene öncenin argümanıyla, kırk sene öncenin “Sovyetler Birliği” vasatına ve onun söylemine yaslanarak tanımlanmış olan -ve günün gerçekliği ile örtüşebilen- bu kavrama, bugün artık yaslanma ihtimali yok. Rus milliyetçiliği ile iyiden iyiye şekil değiştirmiş ve iyiden iyiye kanatlarını kapatmış olan Rusya Federasyonu’nun sosyolojisi de, ekonomisi de, siyaseti de bu kavramı kabullenmez, hatta bundan haberdar bile olmayabilirler. Peki biz halen aynı dönüş perspektifi ile bakarsak bu bize ne kazandırır? Hiçbir şey kazandırmadığını görüyorum. Çünkü bu kadro ve bu kavram Fahri Huvaj’ın söylediği gibi 3 bin kişiyi kurtarmadı. O üç bin kişinin kaçı o dönüş kavramının şablonuyla oraya yerleşti. Siz bana söyleyebilir misiniz on kişi? Nasıl on kişi? Sovyetler Birliği -ya da devlet- ona yurt verecek, ev verecek, iş verecek ve oranın vatandaşı olacak şekilde, dönüş kavramıyla kaç kişiyi döndürebildik? Döndüremedik. Üç bin kişi… Yüreğindeki koru daha fazla yanan, daha cesaretli ve kazanacağı/kaybedeceği şeyleri tartıp gidebilen cesur yürek oldu üç bin kişi. Gerisi yok… Her yıl götürebildiğimiz on kişi yok. Peki biz bu kavramın arkasında niye bu kadar hizalanıyoruz ve niye bunun üzerinden birbirimizi bu kadar kırıyoruz. Yeni bir şey keşfetmemiz lazım, yeni bir şey ortaya koymamız lazım ki bu da bu federasyonun en önemli fonksiyonu olsun.

Diğer bir konu, mesela anavatanla ilişkiler denildiğinde kim ne anlıyor? Anavatanla ilişkiler dediğimiz şey, anavatana gidip gelmekse bu büyük ölçüde öznel bir tercihtir. Kurumsal olarak anavatanla ilişki dediğimiz şey oradan on çocuğu getirmek buradan on çocuğu götürmekten ibaret olmamalı. Toplumsal faydacılık üzerinden Anavatanla ilişkiyi tanımlayacaksak bu kurumlar ve kurumsallıklar üzerinden tesis edilmelidir ve nesnel olmalıdır. İlişkiler de bu zemin üzerinde, belli bir çerçevede, değişen federasyon veya DÇB yöneticilerinden bağımsız, kişisellikten uzak, bir hakka veya kavrama yaslanarak kurulmalıdır. Tabii ki akrabalık, dostluk ilişkilerimiz de çok önemli ama bir halkın kaderi dostluk-arkadaşlık ilişkileri üzerine tesis edilmemelidir.

İşte bizim itiraz ettiğimiz şey bu. Burada bir perdenin gerisinde oturup, perde açılmadan, sadece sunucuyu çıkarmak gibi, DÇB’ni ve onun başkanını diasporanın tüm ihtiyaçlarının karşısına koymayı bu manada doğru bulmuyorum. Niye KAFFED veya diğer diaspora kurumları cumhurbaşkanlarımız ile bu konularımızı görüşemiyoruz? Bizim de cumhurbaşkanlarımız değil mi? Diasporadaki cumhurun da bir “hakkı ve bir sorunu” olabileceğini düşünmeleri ve gereğini yapmaları gerekmez mi? Bizim itirazlarımızın temel kaynakları bu tür şeyler. Yoksa anavatana git gel. Anavatana organizasyon yapmak kadar kolay, keyifli bir şey yok. Biz dernekler ve federasyon yöneticileri olarak organizasyonel kabiliyetleri yüksek insanlarız. Yıllardır bu işlerin içerisindeyiz. Eminim ki hepimiz zamanında bu tür şeyleri yaptık. Bu değil mesele. Mesele biraz daha işin özünü tartışmakta. KKD’nin itirazları da bundandı.

 

Dönüş hakkı…

Y.G.: Ankara’daki bazı toplantılar da dahil olmak üzere geçmiş dönemde dönüş-kalış ikileminin bıçakla ayrılır gibi ayrılmasına itirazlarım oldu. Biz o zaman yanlış yaptık hep birlikte. Dönüş, kalış; iki sözcüğe de itirazlarım var aslında ama öyle ifade edeyim, birbirini tamamlaması gereken bir anlayışta olması gerekiyordu. Çünkü bugünden yarına kadim topraklara dönüp bir şey yapabilme şansın yoksa, demokrasi mücadelesi vermen ve kimliğini koruyarak devam etmen gerekiyor. O zaman bulunduğun ülkede de bir mücadele vereceksin. Dönüş ise zaten bir hak olmalı. “Dönüşçü lafını artık kullanmayalım, uluslararası arenada da yeri olabilecek şey ‘dönüş hakkını kullanmak’tır, haktır bu, UNPO’da tescillenmiştir, literatürümüze bu girsin” diye önerdim bazı toplantılarda. Ardımdan söz alan ‘sıkı dönüşçüler’ sözlerine ‘biz dönüşçüler’ diye başladı. Ben sana tavır almıyorum ki, uluslararası literatürde ‘dönüş hakkı’ diye bir şey var, bunu kullanalım diyorum. Sözün özü; bulunduğun yerde mücadele etmelisin, kimliğini korumak ve geleceğe taşımak için. Aynı zamanda dönüş hakkını savunmaya devam etmelisin. Anavatan için de demokrasiyi savunmaya devam etmelisin.

Ü.D.: Sondan başlayayım. Beynelmilel olmayan kavramlar bizi kendi içimizde idare eder ama dünya arenasına çıkarmaz. ‘Dönüşçü’ dediğimiz şey mesela. Dünyada bir karşılığı var mı? Sosyolojide ya da hukukta, yok. Bunlar bizim keşfettiğimiz kavramlar. Bizim isimlendirmelerimiz; ‘dönüşçü’, ‘kalışçı’. Literatürde yaslandığımız nokta ne olmalı? Sizin söylediğiniz şey o manada çok doğru. ‘Dönüş hakkı’ ya da ‘anavatan hakkı’ gibi kavramlar üzerinden bakmamız lazım. Sadece dönüş mü mesela? Çok kızdıkları noktalardan bir tanesi, tabii bunun böyle olmayacağını bildiğimiz halde özellikle söyledik, dedik ki ‘mülkiyet hakkı ve tazminat’. Şunun olmasını gerçekten isterim, ola ki bir insanın mülkü varsa eğer ve bunu ispat edebiliyorsa, iade edilebilir. Bu da çok akıldan uzak değil ama asıl üzerinde durmamız gereken şeylerden biri dönüş hakkı. Bu ayrı bir şey olmalı, elde edilmesi gereken en önemli şey. Bizi birlikte yaşadığımız diğer halklardan ayıran. Bir yerden sürülmek, atılmak, size doğal olarak bu hakkı beraberinde getirir. Balkan göçmeniyseniz eğer size kimse doğrudan ilişmemiştir. Sizi savaşla soykırımla tehdit etmemiştir ama yaşadığınız şehrin, yaşadığınız köyün, yaşadığınız ülkenin yönetim şekli değişmiştir, size bakışları değişmiştir. Bundan artık rahatsız olmuşsunuzdur ve dersiniz ki, ‘biz kalkalım Bursa’ya taşınalım’. Sizi yine oraya bir şeyler bağlar ama bizim dönüş hakkımız gibi bir arka planı olmaz bunun. Bizim bu manada çok haklı bir dinamomuz var. Dönüş hakkı bu manada bir hak olarak yükseltilmek zorunda. Bizim başka çıkış yolumuz yok. Net ama öte taraftan da dönüş dediğimiz şeyin tanımlanması lazım. Bunu kendi içimizde tanımlamamız lazım.

Yani geri dönüş dediğimiz şey, ‘hadi toplanın, tası tarağı toplayalım anavatana yerleşelim’… Böyle bir şey değil, artık bu rasyonel değil. Peki, ne? Önemli şeylerden biri, anavatanla olan temasın arttırılması ve bunun kolaylaştırılması. Bunun için de dönüş hakkı üzerinden bakan bir statü temini. Rusya, “Ben de sizin isteklerinizi bekliyordum. Alın size…” demez zaten. Bunun da bu şekilde olmasını beklemiyoruz ama bu söylene söylene gündem olur. Rusya’nın gündemine gelir, bizim gündemimize gelir, dünyanın gündemine gelir ama biz kendi içimizde Şener Şen örneği ‘domates’ diye bağırarak hak alabilir miyiz? Alamayız ama önce kendi aramızda bunun kararını vermemiz lazım. Neyin mücadelesini vereceğimizin kararını vermemiz lazım ve bunu bıkmadan usanmadan dillendirmemiz lazım.

Y.G.: Barışçıl ve demokratik bir taleple bu mesele savunulmalı. Çifte vatandaşlık talebi aynı şekilde. Uluslararası literatüre ‘Çerkeslerin çifte vatandaşlık talebi’ de rahatlıkla sokulabilir.

Ü.D.: Şimdi “dön” dedi bana diyelim ki, kim nereye dönecek? Hangi hakla? Hangi hukukla? Bunlar hukuki işler.

B.A.G.: Aslında kurulmasını talep edeceğin cümle, “İstersen dönebilirsin”. İspanya’nın Sefaradlar kararı gibi…

Ü.D.: Hafitse Muhammed dedi ki, “Zamanında 2000’li yıllarda altın tepside sunduk. Bin kişi bile gelmedi.” Dedim ki, “Bunu siz hak olarak teslim edersiniz. Ben o hakkı istiyorsam kullanırım.” Hak veriyorsun, canın sıkılıyor, kaldırıyorsun. 2020’den sonra doğanların suçu ne? Onlara da ‘daha evvel hak tanımıştık, dönseydiniz’ mi diyeceksiniz

Y.G.: Koşulsuz, zamansız dönüş hakkı.

Ü.D.: O altın tepsi dediği şeyde, kişilerin mülkiyetiyle ilgili hiçbir şey tanımlanmamış, haklarıyla, geçimiyle ilgili bir şey tanımlanmamış, devlet-birey ilişkisine dair hiçbir şey yok. Sadece “Dönün” demiş. Hiç olmamasından evladır ama bahsettiğimiz -zamanında “dönüşçüler” dediğimiz insanların da bahsettiği- bu değil.

Y.G.: Yönetimlerden bağımsız olmalı bir kere, hak temelli olmalı.

Ü.D.: Bunu sadece Rusya’ya mı anlatmalıyız? Hayır. Bunu biz TC’ye de anlatmalıyız. Çünkü baktığınız zaman TC Devletinin benimsemeyeceği, Rusya’nın kabul etmeyeceği bir dönüş hakkı ölü doğar. Bunu, burada kabul ettirmek lazım.

Y.G.: Dünya kamuoyuna da anlatmalıyız. Uluslararası kamuoyunun baskısı önemli.

Ü.D.: Evet. Şunu da reddetmiyorum, oraya her koşulda insanlar gidebilmeli, gitmenin yolunu açmalıyız. Bunu da federasyon yapmamalı, seyahat şirketleri yapmalı. Doğru düzgün organizasyonlar yapan şirketler seyahatler düzenlemeli. Gidip, orayla ilişkiyi arttırmaya çalışmak lazım. Mesela niye hiç yatırım olmuyor o tarafa? Yatırımcılara kötü muamele ettiler, mallarına çöktüler, kaçırabildiklerini kaçırdılar, fidye aldılar. Şimdi gelir mi yatırımcı?

Tüzük ve Olağanüstü Genel Kurul

B.A.G.: Önceki söyleşimizde; “Tüzüğümüzde tartışmalı hâle gelmiş kavramları ayıklamak önemli önceliğimiz” demiştiniz. Olağanüstü genel kurulda olanları biliyoruz. Bir de “Anavatanla ilişkileri ilkeler bazında ve rasyonel bir zemine oturtmak istiyoruz. Bu manada her türlü kapıyı ve her türlü fırsatı zorlayacağız. Mevcut yapılarla, özellikle DÇB ile olan ilişkileri birtakım tartışmaların uzağında ve derli toplu bir şekilde değerlendirip toplumun önüne koymaya gayret edeceğiz” demiştiniz. Bana düşündürdükleri de şöyle olmuş. Bu vizyonunuzu hayata geçirme mücadelenizi gördük. Sosyal medyaya yansıdığı haliyle oldukça sert bir kamplaşma yaşanmış gibiydi. Meseleleri yaşayanlar, kişilerden bağımsız olarak bu karşı karşıya gelişin temelinde gerçekten ne olduğunu düşünüyorsunuz?

Ü.D.: Federasyon mevcut tüzüğüyle olmaz mı, olur. Bu, neyi murad ettiğiniz ve bu muradı karşılayıp karşılamadığıyla ölçülür. Tüzük dediğimiz şey kabaca bakacak olursak, kurum ile üyesi bireyin/kurumun ilişkilerini düzenleyen, tarif eden bir hukuki metindir. Nasıl çalışacağını, nasıl çalışmayacağını, aidiyeti nasıl sağlayacağını, bir yere katılacaksa nasıl katılacağını tarifleyen, aslında bir tür şartnamedir. Federasyonumuzun da şartnamesi aslında bakarsanız Kaf-Kur sürecinden kalma, dezvantajlı, zor süreçlerden gelen bir tortunun üzerine yazılmış bir tüzük. Yazanlar da bunu söylüyor zaten. Yazanlar kim mi, şimdi değişmemesi için can siperane çalıştıkları için artık hepiniz tanıyorsunuz. Yazıldığı dönemde -onlara da hak veriyorum- bazı şeyleri tanımsız bıraktılar. Yer yer ifade hataları var. Bizim şu anda yaşadığımız en önemli kırılmalardan birisi şu: Federasyonu ve bağlı dernekleri kim, hangi kavramla kucaklar? Bu soru çok canlı hâle geldi. Çerkes, Kafkas, Kafkaslı, Kafkasyalı, Kuzey Kafkasyalı, Adige, Sürgün, Soykırım mağduru halklar vs.  Mesela o tüzük yazıldıktan sonra ayrılanlar oldu. Yeni, müstakil gruplar oluştu. Çerkesya Yurtseverleri gibi… Abhazlar ayrılıp kendi federasyonlarını kurdular mesela. Bunun içerisinden başka bir federasyon doğdu, onlar kendilerini başka bir şekilde konumlandırdılar. Federasyon içindeki Adigeler, “Herkes ayrılıp gidiyor, biz kendi federasyonumuzun adını bile veremiyoruz” noktasında kaynamaya başladılar. Öyle olunca oradaki harmoni aslında bozulmuş oldu. Kafkaslı diye bir tanım var mesela, bu genel kurulda da mesele oldu. Kafkaslı nedir? Tanımlayacaksak net şekilde “Bu federasyon Kuzey Kafkasyalı halkların derneklerinin federasyonudur” diyelim mesela. Ya da “Çerkeslerin federasyonudur”. Bu tercih, federasyonu oluşturan derneklerindir ama görüyorum ki -yıllardır dernekçiliğin içinde olduğumdan, olduğumuzdan biliyoruz, kendi derneğimizden biliyoruz- homojen bir yapımız yok. Homojenlik için ısrarcı olan gruplar da yok aslında derneklerin içerisinde. İstanbul Kafkas Kültür Derneği (İKKD) için mesela Bağlarbaşı Çerkes Derneği olsun diyene rastlamadım şimdiye kadar. İKKD için bir problem yok ama mesela Antalya için ya da Reyhanlı için bir problem. Diyor ki “Kardeşim Çerkes Derneği olsun”. Ama öte taraftan da bakıyoruz ki Abaza kardeşlerimizi derneklerinden biri olan Sakarya Derneği bizim federasyonumuzun içerisinde. Tanımlayalım bunu o halde. Kimdir bu Kafkaslı?

Aslında tüzük değişikliğiyle ilgili en büyük kopuş bu tanımda başladı. Biz bu tanımı halklar üzerinden yapmayı doğru bulmadık. Şunun için doğru bulmadık; ‘bu federasyon, Çeçenlerin, Avarların… federasyonudur’, bunun sonu yok çünkü. Bu yapıları oluşturanların kahir ekseriyeti, Kafkas-Rus Savaşlarının sonrasında anavatanlarını şu ya da bu şekilde -ister soykırım, ister sürgün deyin, ister göç deyin- terk edenler veya ettirilenler. Dolayısıyla soykırım ve sürgünün yarattığı bir kitle var ve bizim en önemli şemsiyemiz aslında bu. Türkiye’de Çerkes şemsiyesi diye konuşulur, Çeçenler de bu şemsiyenin altında duruyor, Osetler de duruyor ama bu gevşek bir duruş aslında. Sürgün olma hali hem daha geniş ve herkesi kavrayan bir şey hem de daha politik -veya politize olmaya yatkın- idi bize göre.

B.A.G.: Çerkes şemsiyesi olarak tarif edilen şeyin pratikteki karşılığı.

Ü.D.: Çerkes tanımının karşılığı aslında evet var toplumda. Benim birlikte çalıştığım bir arkadaşım var. Çeçenya’dan gelen bir arkadaşı atlı, kalpaklı bir adam biblosu getirmiş. O da bunu masasına yerleştirmiş. “Her gelen bana Çerkes misiniz diye soruyor,” diyor. “Peki, sana hiç Abaza mısın, Oset misin diye soran oldu mu?”, yok, onlar “toplumun geneli” tarafından bilinmiyor. Herkes Çerkesi biliyor. Aslında burada bu da büyük ölçüde kabul edilmiş bir şemsiyeydi ve onun ifadesiydi. Ancak biz bunu derneklerle istişare etmemize, defalarca görüşmemize, onay almamıza, toplantılar yapmamıza rağmen genel kurulda tahmin etmediğimiz bir tablo ile karşılaştık. En akılda kalıcı olanı federasyonun tanımı üzerine oldu. Fahri Huvaj dedi ki; “Bu madde Rusya’yı dünyaya dövdürmek maddesidir”. Sanki dünyada bütün Rusya karşıtı devletler, Avrupa, Amerika Rusya’yı dövmek istiyordu ve bir gerekçe bulamıyordu, biz tüzüğümüze o gerekçeyi koyunca “Hah, işte!” dediler gibi algıladı ya da öyle yansıtmayı tercih etti Fahri Huvaj. Dünya Rusya’yı dövmek istiyor da gerekçe olarak KAFFED tüzüğünü mü bekledi? Gülünç bile değil. Talihsiz. Sadece böyle tanımlayabilirim.

B.A.G.: Nedir tüzükte konulan, değiştirilmesi önerilen madde tam olarak?

Ü.D.: Federasyonu “1864 Çerkes soykırımı ve sürgünüyle anavatanlarından sürülenler” şemsiyesinde topluyordu tanım. Bu halkın derneklerinin federasyonudur dedik. Tabii bu işin görünen kısmı. Arka planda –bunu söyleyince çok kızıyorlar ama kızdırmak için de olsa söyleyeceğim- oluşturdukları paralel KAFFED yapılanması son tahlilde bunu reddetmeye karar vermişti ve reddettirdiler. Şimdi reddettirdiler deyince de kızıyorlar. Kızsınlar. Şimdi hem alet olanlar hem de bunun başını çekenler ayıp olduğunu anladılar ama bu ayıbı kimse sahiplenmiyor. Bu ikinci bir ayıbı beraberinde getiriyor. Görüşünüz netse açıkça ortaya koyarsınız. Başka ayıplar da var, yeri geldiği için söylüyorum. Vacit Kadıoğlu’nun son söylediğini. DÇB’nde oyuncak oylama yapmışlar; “O gerçek bir oylama değildi,” diyor. Türkiye’deki tartışmalar son bulsun diye ‘hadi bir oylama daha yapalım’ dediler. Bıyık altından gülerek oyladılar.


KAFFED Olağanüstü Genel Kurul’una sunulan tüzük değişikliği maddelerinden biri. 

Mevcut hali:

AMAÇ

Madde 2:

Federasyonun amacı, üye derneklerin hizmet sunduğu doğal ve kayıtlı üyelerinin; kültürel, sanatsal ve ekonomik düzeylerini yükseltmek, Kafkaslılık bilincini ve bilgilerini geliştirmek, Kafkas kültür değerlerini derlemek, korumak, yayın yoluyla bu kültürel ve coğrafi zenginlikleri Türk ve dünya kamuoyuna tanıtmak, Kafkas toplumu ile diğer toplumlar arasındaki dostluğu ve işbirliğini yaygınlaştırmak, Kafkas toplumunun tüm sorunlarına barışçı çözüm önerileri üretmek, Kafkasya ve Kafkaslı toplumların yaşadıkları diğer ülkeler ve o ülkelerin toplumları ile Türkiye’miz ve insanlarımız arasında kültürel ve ekonomik alanlarda karşılıklı iyi ilişkiler kurup geliştirilmesine çalışmak, insan haklarının ulusal ve uluslararası düzeyde gelişmesine katkıda bulunmak böylece üyelerine, topluma, yaşadıkları ülkeye ve insanlığa çok yönlü hizmetler sunmaktır.

Olağanüstü Genel Kurul’da önerilen ve reddedilen hali:

Madde 2:

Federasyonun amacı, anavatanları Kafkasya’dan, 21 Mayıs 1864 tarihiyle sembolleşen soykırım ve sürgün sonucu koparılmış bulunan halkların kimliklerini, ortak hak ve menfaatlerini korumak; kültürel, sosyal ve politik sorunlarının çözümü için her türlü çalışmayı yapmaktır.

Federasyon özellikle, Anadilin öğrenilmesini, korunmasını, yaygınlaşması ve yaşatılmasını; 21 Mayıs 1864 Çerkes Soykırım ve Sürgününün tüm dünyaya tanıtılmasını ve tanınmasını; Soykırım ve Sürgün nedeniyle oluşan hak kayıplarının telafi edilmesini ve bu kapsamda Anavatana koşulsuz dönüş ve vatandaşlık gibi hakların alınmasını;  Anavatan ve Diasporanın diğer bileşenleri ile ekonomi, kültür ve eğitim başta olmak üzere diğer her alanda sürdürülebilir ilişkilerin kurulmasını, güçlendirilmesini ve korunmasını sağlamayı amaçlar.

Bununla birlikte herkesin, insanlığın ortak değerleri olarak kabul edilen temel hak ve özgürlüklerden ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka görüş, ulusal ya da toplumsal köken, mülkiyet, doğuştan veya başka durumdan kaynaklanan ayırımlar dâhil, hiçbir ayırım gözetilmeksizin yararlanma hakkına sahip olduklarını kabul etmek ve bu ortak değerlerin yaşatılması ve herkesin bunlardan yararlanabilmesi, çevrenin ve genel sağlığın korunması için gerekli çalışmaları ve kamu yararına her türlü faaliyeti yapmak Federasyonun amaçları arasındadır.


 

Y.G.: Oylamadan kasıt ne? Netleşmesi için soruyorum.

Ü.D.: KAFFED’in DÇB’ne üyeliğinin oylanacağı eylül ayındaki olağanüstü genel kuruldan bahsediyorum. O toplantıya canhıraş bir şekilde beni de götürmek istediler, gitmediğim için de bana çok bozuldular. Dediğim şu: “Ne oylayacağınızı olağanüstü genel kurul gündemine net olarak yazın, mutlaka geleceğim.” Zira genel kurul çağrısında KAFFED’in DÇB’ne üyelik başvurusunun oylanması değil, “KAFFED ile DÇB arasındaki durumun değerlendirilmesi” gibi muğlak bir ifade yazmışlardı, yani açık değildi. Tüm uyarı ve ısrarımıza karşın yazmadılar. Biz de böyle muğlak ve gayri ciddi bir genel kurula katılmadık.

Y.G.: Ne oylandı peki orada?

Ü.D.: Biz o oylamanın alt yapısının Türkiye’de oluşturulduğunu düşünüyoruz. Ben öyle düşünüyorum yani. Burada oluşturuldu, cümlesi de burada oluşturuldu. Şöyle denildi: “KAFFED’in 2006 yılından beri ve hâlen DÇB üyesi olduğunun oylanması”. Böyle bir oylama olur mu?

Y.G.: Tüzük değişikliği için yapılmış olan hazırlığı federasyon üyesi olan derneklerle paylaştınız mı?

Ü.D.: Tabii. Kaç kere…

Y.G.: Değiştirilecek maddeler paylaşıldı, geri dönüşler oldu mu?

Ü.D.: Oldu, dönüşlere göre değişiklikler yapıldı. Son gün bile geri dönüş oldu.

Y.G.: Derneklerin yönetimleriyle ortaklaşılmış bir tüzük olağanüstü genel kurula getirildi. Doğru mu?

Ü.D.: Doğru.

Y.G.: Orada belki de kendilerinin de yani reddedenlerin de değiştirebilecekleri birtakım maddeler de olmasına rağmen topyekûn bir ret ile karşılaşıldı.

Ü.D.: Biz geri çektik. 4. maddemize sadece burs verir eklenmişti, onu da reddettiler, biz de tümünü geri çektik.

Y.G.: Bunun altında yatan temel nedenin de DÇB üyeliği konusundaki tavır olduğunu söyleyebilir miyiz?

Ü.D.: Söyleyebiliriz tabii ki.

B.A.G.: Orada cümlenin kendisi de rahatsız ediciydi diye anlamıştım söylediklerinizden. ‘Soykırımla gelen halkların örgütüdür’ tanımı vardı.

Ü.D.: Evet.

B.A.G.: Cümlenin kendisi de DÇB ile ilgili mesele olmasa da yarılma yarattı anladığım.

Ü.D.: Aslında bu durum paralel yapılanmada oluşturulmuş, tartışılmış ve karar verilmişti. Maksat bize okkalı bir şamar atmak, bir ders vermek ve istikameti düzeltmekti. Oysa tüzük tartışılabilir, genel kurulda şekillendirilebilirdi. Genel kurul şunu yapar; bazı şeyleri beğenir veya beğenmez, itirazları yazılacak önergelerle divana yansıtır. Yeni bir alternatif metin ortaya koyar, der ki mesela; “1864 Çerkes soykırımı ve sürgünü tanımını doğru bulmuyorum, Kuzey Kafkasya’dan göç etmişler şeklinde öneriyorum.” Genel kurulun oyuna sunulur. Hangisi kabul edilirse tüzük o olurdu. Mesele aslında içerikten bağımsız olarak bir yöntem meselesidir. Genel kurulda yaşandığı gibi bir tüzük oluşturma ya da tüzük görüşme yöntemi yok, sigaya çekme kuruluna evrildi. Herkes zaman zaman şunu soruyor; “Siz gerçekten göndermediniz mi derneklere?” O kadar çok söylendi ki. Federasyonun kayıtlarında var. Böyle bir şey yapılabilir mi? Genç çocuklar değiliz ki. Bununla ilgili geçenlerde Bülent Atçı yazmıştı Mersin’den, “Sizin yerinizde olsam şu iki maddeyi -tüzük ve DÇB konusunu- birlikte getirmem demişti.” Evet, ben de birtakım eksikler içerdiğini biliyorum ama ikisi için de ayrı ayrı genel kurul yapabilme olanağımız yoktu. Pandemi daha yeni bitmiş, ekonomi berbat durumda. Bir sürü şeyi gözden geçirdik ve öyle karar verdik. İşin enteresanı, bunları da tüzüğü reddeden derneklerin başkanlarıyla birlikte yaptık. En acayip olanı da bu durum.

Başkanlar Kurulunda; “Bunu bir çalıştaya götürmek işin doğru olanıdır belki ama çalıştayın -birkaç kez- toplanması, insanların defalarca Ankara’ya gidip gelmeleri büyük bir külfet -hatırlayın, doların 5 liralardan 20 liraya çıktığı dönemler-. Biraz da bu yönden bakalım.” dedik. Sadece bir itiraz oldu “çalıştaya gidelim” diye. Kurumsal mekanizmayı da bilen insanlar o kararı verenler. Daha acı olanı, bu tüzük kurultayında tartışmaları başkanlar da delegasyonlar da yürütmedi. Beş kişi yürüttü.

Y.G.: Paralel yapı.

Ü.D.: Beş kişi konuşup onun haricindekiler konuşmadı. Kayıtlarda bakılabilir. Biraz önce söylemiştim, tekrar söylüyorum. Dernek üyesi ya da delegasyon olarak ‘tüzük değişikliklerine itiraz ediyorum, buna karşı muhalefet edeceğim’ diyerek herkesin gözü önünde yapılsaydı bu takdire şayan bir muhalefet olabilirdi. Hele ki öyle bir muhalefet yapıp tüzüğü geri çektirmeyi başarmak, federasyonda çok sağlam bir muhalif yapılanma var dedirtirdi ama dedirtmedi maalesef. Dolayısıyla seçildiğimiz dönemde yapmak istediğimiz şeyleri yapabildik mi, yapamadık. Bu bir yanıyla bizim açımızdan yani yönetici olmak yönüyle zor bir şeydir. Sonrası da bizim açımızdan kolay geçmedi. Normalde böyle bir olağanüstü genel kurul geçiren her yöneticinin istifa etmesi gerekir.

Y.G.: Bu güvenoylaması gibiydi aslında.

Ü.D.: Bir güvenoylamasıydı ancak bulunduğumuz durum bağrımıza taş basmayı gerektirdi. Sonrasında o konu da çok istismar edildi. Deprem için toplanan paranın gelmeme gerekçesi olarak yansıtılan bu oldu. Ne oldu? Kuzey Kafkasya İnsani Kriz Komitesi kurulmuştu, cepheyi maksimum geniş tutabilmek için. İnsan kaynağını, para kaynağını, o anda ihtiyacımız olacak bir sürü şeyi aynı anda harekete geçirebilmek için ve doğru olduğuna inandığımız için biz çağrıyı herkese yaptık. ‘Tartışmamız var, bizden ayrıldılar vb.’ hiç öyle bir şeye bakmadık. Şimdi hâlâ bununla ilgili çok doğru yaptığımızı düşünüyorum.

Y.G.: KAFFED’in çağrısıyla mı kurulmuştu komite?

Ü.D.: Evet, KAFFED’in çağrısıyla kuruldu. Şimdi birileri diyor ki, KAFFED kendisi yapamaz mıydı? Yapabilirdi. Ama eksik yapardı ama fazla yapardı. Mesele o değil. Mesele şuydu, bir uçak biletinin iki yüz bin liraya kadar çıktığı bir kaçış var. Bu az önce konuştuğumuz bir tüzük maddesiyle dünyanın Rusya’yı dövmesini sağlamak kadar komik aslında. Federasyon, savaştan (Rusya Federasyonu-Ukrayna) kaçın gelin diye çağrı yapmış. Böyle bir çağrıya kim gider? İçinizde başka bir zorlayıcı unsur, başka bir motivasyon yoksa hayatınızda adını duymadığınız -belki de sadece adını duyduğunuz- bir federasyonun sizi çağırması üzerine gider misiniz? Kaldı ki burada biz de yaptığımız toplantıda bunu çok net bir şekilde belirttik. Dedik ki, kimseye çağrı yapmıyoruz ve yapmayacağız. Hatta Nail Sönmez söylemişti bunu, demişti ki; ‘asla kimseyi çağırmıyoruz’. Buraya gelmek zorunda kalan insanlara yardım edeceğiz biz. Yoksa, “Savaşı bırakın, savaşmayın”. Bizim işimiz değil ki bu. Şimdi şöyle bakıyorum, bize çok itiraz eden, ismini burada vermeyeceğim ama bu konuda bizi eleştirenlerin kendi akrabaları geldiğinde aradılar bizi. “Böyle birileri geliyor, lütfen sahip çıkın” diye.

Y.G.: Ateş düştüğü yeri yakıyor yani.

Ü.D.: Yakıyor. Bakın, ‘annesiyle İstanbul’a gelmiş çocuklar var’ diye arayanlar oldu. Bakmayacak mıyız? Burada gerçekten iyi bir çalışma örneği verildi. İnsani Kriz Komitesi’nin yaptığı işi yabana atılmayacak bir iş olarak görüyorum. Önemli unsurlardan biri olarak da şöyle bakıyorum; biz ayrıştığımız ve tartıştığımız noktalar olsa bile gerektiğinde yine bir masanın etrafında oturabiliriz. Daha evvel Çeçen Dayanışma Komitesi’nde, Abhaz Dayanışma Komitesi’nde yaptığımız gibi yapabiliriz. Hâlâ o ruh var. Aramızdaki tartışmalar sonucu bunu kaybetmiş değiliz. Bunun örneği de burada. Bu tablonun, Anavatanda yaşayan Çerkeslerin burada depremde zarar görmüş kardeşleri için topladıkları paraları göndermeme gerekçesi olarak sunulmasını çok farklı bir ahlâk anlayışı olarak değerlendiriyorum.

 

DÇB meselesi…

B.A.G.: DÇB ile ilgili bakış farklılığı var en yumuşak ifadesiyle. Bir duruş farklılığına dönüştürülmek istenen bir bakış farklılığı var, geçmişle son dönemi karşılaştırırsak. Bu tartışma neden DÇB’ne yasal olarak üye olup olmadığınız üzerinden yürüdü? O tartışmanın hukuki olarak netleşmesi esas soruyu ortadan kaldırmayacak. Yani yasal olarak eğer biz yanlış süreçte isek DÇB ile ilişkilerimizde, yine iyileştirilebilir, düzeltilebilir, gerçek bir oylama yapılabilir. Yani hukuki bir çözüm bulunur. Benim okuduğum esas mesele ise zaten duruş farklılığıydı. O da eyleme çevirme meselesiydi. Niye bunun üzerinden yürüdü?

Ü.D.: Bu aslında çok doğru bir soru. Biz hep DÇB’ne üyelik üzerinden çok nesnel bir tartışma yürüttük. Aslında bu kadar uzun sürede ve yaygınlıkta tartışılacak bir şey değildir. Şöyle bir şey olabilir mi? Ticari bir firmaya birisi gidip diyor ki, “Biz bir haber aldık. Siz İstanbul Ticaret Odası’na (İTO) üye olarak kaydedilmemişsiniz”. Siz de İTO’na dersiniz ki, “Üyeliğimle ilgili böyle bir durum var mı? Bana bilgi verin.” İTO da yanıt verir, “Siz İTO’na şu tarihte, şu sayı numarası ile kaydedilmişsiniz”. Bu kadardır yani. Bizim örneğimizde üyelikle ilgili durumu ilk etapta nereye sorarsınız? DÇB’ne. ‘Üyeliğimizin durumu nedir?’ sorusunu bizden önceki yönetim sormuştu zaten.

Bir yazı geldi, evlere şenlik. Konuyla hiç alâkası yok. DÇB böyle bir konuda bilgi verecekse açar kendi Defter-i Kebir’ini der ki, “Kardeşim bak, şu genel kurulda şu oylamayla kaydedilmişsiniz. İşte bu da kayıtlı olduğunuz yerin…” İster internet sayfası olsun ister defter olsun, çıkarır bir şey verir size. Kırk dereden su getirdiler. Ayrı bir mesele daha var. DÇB iki başlı olarak yaklaşık on sene çalışmış, sonra biri faaliyetsizlik nedeniyle kadük kalmış. Bunları anlatmaktan o kadar yorulmuştum ki bir dönem. Sonra, şu anki DÇB devam etti ama ilk dönem kurulan DÇB ile kurumsal olarak aynı değil. Bunu ister kabul etsinler ister etmesinler ama bunun belgelerini ortaya koyduk.

Y.G.: Burada Rusya yasaları çerçevesinde değerlendirme yapıyoruz zaten.

Ü.D.: Tabii ki. Rusya yasaları çerçevesinde baktığımızda, derneklerin bilgilerini birkaç kurum tutuyor. Bazı bilgileri vergi dairesi tutuyor çünkü orada sivil toplum örgütleri dediğimiz dernekler tam bağımsız değil devletten. Devlet onlara para veriyor. Dolayısıyla o paranın takibi gerektiği için de maliye takip ediyor bunu. Bu işlerle ilgilenen hukukçulara sorduk; “Biz bu soruyu nereye sormalıyız? Birtakım sorular soruyoruz, alâkasız yerlerden alâkasız yanıtlar geliyor. Doğru soruyu nereye soracağımızı bize söyleyebilir misiniz?” Gerçekten deneyimli hukukçulara sorduk. İşaret ettikleri kuruma sorduk, dediler ki, “Ne sizin kaydınız var ne de bu derneğin başka üyesi var”.

Y.G.: DÇB diye bir dernek var ama Rusya dışından başka bir üye dernek yok…

B.A.G.: Peki tek üyelikten bahsediliyordu, o da mı yok?

Ü.D.: İlk çalışmaya başladığımızda internet sayfasında Ürdün görünüyordu. Sonra o da gitti. Şimdi bütün bunlardan bağımsız olarak, soru soruyu doğurarak gidiyor ya bizim başvurumuz 2004 yılında olmuş. 2006 yılında burada, hatırlarsınız, İstanbul’da olmuştu DÇB genel kurulu. Orada oylanacaktı Türkiye’nin üyeliği aslında. Düzenleyenler, genel kurul sekreteryası, genel kurul başkanı, hepsinden kontrol ettim. Muhittin abi diyor ki, “Vallahi unuttuk oylamayı”. Adaje Bülent Atçı “Ben sekreteryadaydım, oylanmadı” diyor. Hikmet Albayrak “O dönem federasyon adına katılmıştım, oylama yapılmadı” diyor. Hiç kimsenin oylamadan haberi yok.

Y.G.: Ben de salondaydım. Böyle bir oylama olmadı. Olacağını da düşünmüyordum, zaten üye diye düşündüğüm için.

Ü.D.: Şimdi bu niye burada kilitlendi. Ben DÇB’nde KAFFED adına üç yıl yönetim kurulu üyeliği yaptım. Böyle bir şeyden haberimiz yoktu. Haberimiz olduğunda buna bigâne kalabilir miydik? Evet, tartışmaların tamamı bir kenara bırakılıp, “Böyle bir şey var.” konusu gündeme gelmez mi? Birisi diyor ki, “Siz üç yıldır bu evde oturuyorsunuz ama kontratınız yokmuş”. Bu şu demektir, kontratınız yoksa ev sahibi sizi her an kapının önüne koyabilir. Burada da aynı şey geçerli. Bazıları “İçinde kalarak mücadele etmek” formülünü öneriyorlar. Tamam, ama iki seçimdir ‘DÇB’ne birini aday göstersek mi, bir başka adayı desteklesek mi’ diye tartışıyoruz. Gösteremezsin, destekleyemezsin. Mevcut statü o noktaya gelindiğinde “Bir dakika!” demenin sigortasıdır.

Tüzük genel kurulunda Vacit Kadıoğlu dedi ki, “Tamam, KAFFED yapması gerekeni yaptı. Bundan sonrası DÇB’nin işidir, eksiklik varsa tamamlanmalıdır”. Sonra ne oldu? Oylama ve olağanüstü genel kurul yapmamak için ellerinden geleni yaptılar. En sonunda yine olağanüstü genel kurul gündem maddeleri geldi. Baktım, olağanüstü genel kurulun toplanmasının esas gerekçesi gündeme yansımıyor. Muğlak ifadelerle geçiştirilmiş.

Y.G.: DÇB’nin olağanüstü genel kurulundan mı bahsediyorsunuz?

Ü.D.: Evet. Sebep şu; bastırıyoruz, ‘çalışmaları yeniden birlikte yürütelim istiyorsanız olağanüstü genel kurul yapmalısınız’ diyerek… Dediler ki, tamam yapacağız. Gündemi nasıl yazdılar? “KAFFED’in DÇB üyeliğiyle ilgili tartışmalar.” “Bu ne?” dedim, “Tartışmalar ne”. Yani aynı noktaya geri döndük. Daha komik bir şey söyleyeyim size. O oylamadan, yani adeta ite kaka yaptırdığımız oylamadan geri dönerken Yıldız Hanımın Facebook paylaşımı yazının başlığını hatırlayan var mı? “KAFFED DÇB’nin üyesi”. Cümlenin yüklemi yok. Üyesidir, üyesiymiş, üyesi oldu, artık üyesi… Böyle bir şey yok. “KAFFED, DÇB üyesi”. Bunlara gerek var mı? Hiç gerek yoktu. Birbirimizin aklıyla bu kadar dalga geçmeye gerek yok. ‘Üyesi oldu’ deyince ne oluyor?

B.A.G.: Aslında bu bir meşruiyet…

Ü.D.: Aslında bunu söyleyeceğim. Bu bir meşruiyet sorgulamasıdır, meşruiyet talebidir. Şimdi diyorlar ki, “Üye olmasak ne olur?”. O zaman bunun adı kurum olmaz, platform olur.

Buna da itiraz etmiyorum, gevşek bir ilişkimiz var diyelim. Ama o zaman tüzüklü işler olmayacak. Para topluyorsun, genel kurula gidiyorsun, yeri geliyor parmak sallıyorsun… Böyle bir şey olmayacak. DÇB için her toplantıya gidildiğinde delegasyon elini cebine atıyor, federasyonun aidatını ödüyor. Peki, niye?

Y.G.: Başka ülkelerden de üye dernek ya da federasyon yok diyorsunuz. Burada garip bir durum var. Özellikle şimdiki mevcut DÇB lağvedilmeli, asıl üye barındıran ilk DÇB korunmalıymış. Burada bir kasıt var diye düşünmeye başladım.

Ü.D.: Var. Edinebildiğim bilgi şu; 2000 yılındaki tartışmalı genel kuruldan sonra, DÇB’nin evraklarının bir kısmını Şhalaho Abu vermedi. Bütün baskılara rağmen evraklar aktarılmadı diye biliyorum. On yıl boyunca evraklar bu tarafa geçirilip diğeri kapatılmadığı için on yıl birlikte devam ettiler.

B.A.G.: Yani aslında parçası olmadığı bir örgütlenme.

Ü.D.: Şöyle, orada herkesin bilmediği büyük bir yanılgı var. DÇB kurulduğunda, Rusya Federasyonu yasalarının çok şekil verdiği bir dernek değildi. Kalmık Yura, Nola Zaur gibi o dönemin etkin insanların bir araya gelip kurdukları daha gevşek bir yapıydı ama meclis gibi çalışıyordu. Gücünü oradan alıyordu.

B.A.G.: Tasfiye edilen o yapı.

Ü.D.: O yapı tasfiye edildi ve derneğe dönüştürüldü. O yapının içerisine Türkiye’den giden delegasyon bir örgüt olarak gitmedi. Bir koordinasyon kurulu vardı, temsilciler gittiler. Bakıldığında aslında dünyadaki Çerkesler açısından bir halk meclisine ya da bir halk parlamentosuna dönüşebilecek ve öyle çalışabilecek, gücünü doğrudan halktan alan bir yapıya dönüşebilecek olan o DÇB, FSB operasyonuyla tasfiye edildi.

Y.G.: Böylece 1997’de UNPO’ya aldırılmış olan karar da havada kaldı. O yapı yok artık ama öyle bir karar duruyor. Biz sonuna kadar savunmaya ve peşinde olmaya devam edeceğiz.

 

Kadınlar…

B.A.G.: Kadın meselesini sormuşuz önceki söyleşide. “Kurumlarımızda ve sosyal hayatımızda kadın veya erkeğe yönelik hiçbir cinsiyetçi durumu kabul edemeyiz” cümlenizi başlık yapmışız. Kadınların örgütlenmeler içerisindeki varlıklarında nicelik veya nitelik olarak bir değişimi oldu mu bu süreç içerisinde?

Ü.D.: Daha evvel söylediklerimin çok da fevkinde bir şey yok ama şöyle bir şey söyleyebilirim. Biz toplumu oluşturan iki cinsiyetin bu mücadelelerde eşit temsil ve mücadelesinden yanayız. Çok üzücü, rencide edici bir hadise yaşadık mesela. Bu meseleyi saklamadık ve açıktan “mağdurun tarafında” olduğumuz için yemediğimiz dayak kalmadı. Bu durumları başkanımız olsa dahi gizleyemeyiz, gizlememeliyiz. Böyle bir şeyi yaşamak biz de istemezdik lakin asıl eleştirilmesi gerekeni değil bizi dövmeyi tercih edenler oldu… Türkiye’de hâlâ ve maalesef çocuk ve kadının dezavantajlı durumu nedeniyle bunun üzerini örtmemizi beklememeliydiler. Beklediler ve hayal kırıklığına uğradılar. Bir kavga çıktı aslında ama biz şunu net koyduk, bu federasyonun içerisinde Çerkes kadını olmadan, Çerkes çocuğunun, gencinin kendini ifade edebilmesi çok kolay değil. Dolayısıyla gerek nitelik gerekse nicelik açısından kadının yerinin, rolünün çok artması gerektiğine o zaman da inanıyorduk, bugün de inanıyoruz ve yaşadığımız birçok pratik de aslında bunun ne kadar önemli olduğunu gösterdi. Öte taraftan nasıl erkek olmak bu manada bir avantaj değilse tam karşıtlığından baktığımızda da kadın olmak, mutlaka avantajı da temsil etmiyor.

 

Talepkâr bireylerin yarattığı talepkâr bir örgüt hayali…

B.A.G.: Önceki söyleşide ‘eklemek istedikleriniz var mı’ demiştik, hayallerinizi anlatmıştınız. ‘Hepimizin hayalleri onlar,’ dedik. Bir okuyayım orayı. “Kişisel hayalim, talepkâr bireylerin yarattığı talepkâr bir örgüte dönüştürmek KAFFED’i. Giderek yok olmak tehdidiyle her gün daha fazla sınandığımız sürecin sonlandırılabilmesi, bunun yavaşlatılabilmesi; dilimizin, kültürümüzün, kimliğimizin daha güçlü bir şekilde temsil edilebilmesi mücadelesinin daha güçlü ve efektif bir şekilde verilebilmesidir. Öte taraftan da yaşadığımız ülkelerde demokrasinin getirdiği hak ve özgürlüklerin hepsine sahip olan, sahip çıkan örgütlü bir toplumdur. Anavatanla olan ilişkilerimizin daha iyi bir noktaya evrilmesi de hayallerimden bir tanesidir çünkü genellikle şu anda anavatandan çok iyi beslendiğimiz ya da bizim anavatanı çok iyi desteklediğimizi söyleyebilir miyiz? Söyleyemeyiz. Bunların düzeldiği bir gelecek hayal ediyorum. İnşallah”.

Ü.D.: Bunların içerisinde, cılız da olsa gerçekleşen şeyler var. Mesela talepkâr olmak. Talepkârlık aslında bizim en önemli dezavantajlarımızdan bir tanesi. Şener Şen’in Züğürt Ağa filmindeki domates satışı gibi bir mücadele bizimki. Onun için slogan atamıyoruz biz.

B.A.G.: Slogan atmayı biliyoruz ama Çerkesçe beceremiyoruz.

Ü.D.: Federasyonun, toplumun, kadının daha farklı ve daha direngen bir şeye dönüşmesi kendi arkasında hizalanan toplum kesimleri için son derece önemli. Çünkü o, yayılarak gidiyor. Bir patlama oluyor yukarıda ve o arkaya doğru yayılıyor. Eğer bizim meselemiz sadece kültürel birliktelikler yapalım, çaylar, çorbalar düzenleyelim ise ki bunu küçümsediğim için söylemiyorum, bu da son derece önemli çünkü bireysel temasla başlıyor her şey. Bu bireysel teması da korumak gerekiyor ama meselemiz sadece o değil. Meseleye sadece o yönüyle yaklaşmak isteyenler de olabilir. Onları da saygıyla karşılamak lazım ama bilinmelidir ki hiçbir hak mücadelesi böyle verilmez. Hak mücadelesi vermenin yöntemi önce itiraz etmektir. Bir sonraki adımı da bedel ödemeye hazır olmaktır. Biz toplum olarak bedel ödemekten korkuyoruz. Birey olarak baktığımızda, karakola çekilmekten korkuyoruz. Yargılanmaktan, hapse atılmaktan korkuyoruz. Bunlar insani korkular, itiraz etmiyorum ama bir süre sonra ayağınıza çok fazla dolanırsa “Neye rağmen?” sorusu gündeme gelir. Bu toplumun kurumları için de geçerli. Kurum, hiçbir bedeli göze alamıyorsa verimli olma, toplumu heyecanlandırma ve bir hedefe yöneltmesi mümkün olabilir mi? Eğer mesela DÇB’ne itiraz etmek istiyorsanız bazı bedelleri göze almak durumundasınız. ‘Hem ayranım ekşimesin hem yoğurdum dökülmesin’ diyerek mücadele veremeyiz.

Bedelse o bedeli öderiz. Geçenlerde bir toplantıda söyledim. Eğer anavatana gitmek istemek ve gidememek bu manada bedelse, on sene gitmeyivereyim ben. Yani birtakım bedellerin ödenmesi gerekiyor. Bunun için de biraz itiraz yükseltmek gerekiyor. Federasyonda hayal ettiğim şeylerden biri buydu. Bunu söyleyince herkes diyor ki, sürekli kavga, sürekli gürültü. Ama mücadele böyle bir şey. Öyle elimizde fincanımızla mücadele, siz gördünüz mü? Ben görmedim. Böyle de bir şey yok. Yazacaksınız, çizeceksiniz. Toplumun da zihninin gerisindeki tartışma, kavga, gürültü nihayetinde onu harekete geçiren şey olacak. Bir yanıyla avantaj bir yanıyla dezavantaj. Dernek ve federasyon meselesi bizde biraz farklı bir şeye dönüşmeye başladı. Normalde araçsallaştırmamız gereken yani bir araç olarak kullanmamız gereken yapılara biz kutsiyet izafe etmeye başladık. Bizim için federasyon kullanılması gereken değil korunması gereken bir şeye dönüştü. Bu şu anlama gelmez, federasyonumuzu vuralım o tarafa, dağıtalım bu tarafa değil ama bir şeyin direksiyonuna geçmişsek onu da sürmemiz gerekir. Risksiz alanlardan dolaşarak geleceksek futbol sahasında araç sürmeyi öğrenen gencin durumuna düşeriz.

Hayal ettiğim şeylerden gerçekleşenler dediğimde bazılarına göre fazla kavgacı ve dik duran bir yönetim süreci geçirdiğimizi düşünüyorum. Doğrusu, pişman değilim bundan. Bunun da böyle de bir yöntemi olduğunu, toplumuzun bir kısmının da meselelere böyle baktığını hem biz hem de Kafkasya gördü. Burada yapılanları Kafkasya’dan çok yakın izliyorlar, tahmin edemeyeceğiniz kadar yakın izliyorlar. İki taraf da çok yakın izliyor. Öte taraftan üniversitede bir şey oluyor, müdahil oluyoruz, konuyla ilgili bir açıklama yapılıyor, frene basılıyor ve geri gidiliyor. Mesela Murat Kokonov isminde, dünyaca kabul görmüş bir fizik profesörünü Türkiye’ye geldi diye adeta şeytanlaştırdılar. Konuyla ilgili cumhurbaşkanlığına mektup yazdık. Meseleyi biraz gevşettiler.

Zatulin’in² çeşitli gerekçelerle Rusya dışında yaşayan ve Rus vatandaşlığına geçmek isteyenlere yönelik “Yurt dışında yaşayan, Rusya halklarının yalnızca Rusça konuşan temsilcilerinin Rusya soydaş yurttaşları olarak tanınması” kanun teklifine karşı buradan verilen tepkiden anavatanda yaşayan soydaşlarımız da inanılmaz mutlu oldu ve ne kadar etkimiz oldu bilemem ama yasa teklifi yasalaşamadı. Bu anavatanda çalışan örgütlerle birlikte çalışma pratiğini de güçlendirdi mesela.

İlişki dediğimiz şey sadece oraya gidip gelmek değil ve öyle olmamalı. Örnek diye söylüyorum Memorial’ı kapattılar, insan hakları örgütlerinden bir tanesi. Buna sesimizi çıkarmayacak mıyız? Yarın öbür gün atıyorum Hatujuko Valeri’yi içeriye alsalar, ‘Hatujuko yapmıştır bir şey’ mi diyeceğiz? Tabii ki itiraz edeceğiz. Bu manada federasyon en azından geçtiğimiz iki yıl içinde küçük de olsa birtakım adımlar attı.

Hiç çözemediğimiz, başarılı olamadığımızı düşündüğüm konulardan bir tanesi ekonomi yaratmaktır. Son derece başarısızız bu konuda ve bu sadece yönetim kuruluyla çözülebilecek bir şey değil. Talepkâr değiliz dediğimiz konulardan bir tanesi de o mesela. Devletin kaynaklarından bize aktarılan damla yok. Denilebilir ki eğer tam bağımsız bir sivil toplum olacaksanız ne gerek var böyle bir şeye. Keşke tam bağımsız bir sivil toplum olabilsek. İkincisi, herkes parsayı götürürken “Ben çok prensipliyim, hiç bakmayacağım ona” demek de çok akıl dışı. İzmir’den yönetim kurulu üyelerimizden İlter Candemir’in kişisel girişimleriyle ve federasyonumuzun, Kafkas Vakfı’nın destekleri ile orada beş katlı bir binayı Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden yirmi beş yıllığına kiraladık mesela. Belki de tek doğru düzgün örnek budur. Orayı öğrenci yurduna dönüştürecek İzmir Derneği.

Y.G.: Sürdürülebilirlik demiştik ya ilk soruda. Orada iki faktör vardı. Ekonomik anlamda sürdürülebilirlik, ikincisi insan kaynağı anlamında sürdürülebilirlik. Ekonomik anlamda bir şey yapılamadı diyebiliriz.

Ü.D.: Yok, çok yapılamadı. Çünkü bunu bütün aidiyetlerimizden ayrı ele almamız gerekiyor. Kurum içerisindeki aidiyetlerimizden ya da bakış açılarımızdan kurtarmamız gerekiyor. İnsan kaynağına da böyle bakmamız lazım. Ben onlardanım, onlar benden… Bunu nasıl kıracağız bilmiyorum ama kırmak zorundayız. Yani söylemeye çalıştığım şey şu, mesela bizim görevli olduğumuz dönemde paylaşımlarımızla federasyonun bir bölümü hiç ilgilenmiyordu. “İyi bir şey yapıldı”, “Kötü bir şey yapıldı”, “Katılıyorum”, “Katılmıyorum”. Yok muamelesi çekiyordu. Şimdi de bunun tersi oluyor. Bu doğru değil. Hiçbir şey mutlak doğru ya da mutlak yanlış olamaz. Dinamik şeyler bazen doğru yerden gong vurur bazen yanlış yerden. Ölçümüz eğer o meselede parmak hareketine basmaksa yeri geldiğinde bunu yapabilmemiz lazım. Mahallemizin de bunun için bana dayak atmaması lazım. Bu olgunluğa erişmeliyiz. Bu ekonomide de böyle. “Ben onlara para vermem”, “Ben gelirsem de onlar bana para vermez”. Bu doğru bir şey değil. Eğer kurumu kutsallaştıracaksan ya da kuruma bir kutsiyet atfedeceksen bunlar üzerinden atfet. Yani verdiğin üç yüz-beş yüz lirayı bir şarta bağlama. “Bu toplumun kurumsal yapısına gelirimin şu nispetinde bir para vereceğim”. Bu aidiyetinin göstergesidir. Mücadele aksına senin katkındır. Kimin yönetime geldiğinden ya da kime verdiğinden bağımsız bakmak zorundayız.

Y.G.: Konunun kimlik bilinciyle de alakası var gibi geliyor bana. İKKD de birçok dernek de aidatın yanı sıra bağışlarla dönüyor. Yönetimler değiştiği zaman bağışta bulunan bazı insanlar, “Bu yönetimi desteklemiyorum.” diyerek bağışını çekiyor.

Ü.D.: Ben bizzat duydum.

Y.G.: Burası bir dernek ve bu derneğe gençler, çocuklar geliyor. Burada dans ve diğer çalışmalar yapılıyor, yani kimlik adına bir şeyler yapılıyor. Seminer, panel, sergi dahil. Bu dönemin yönetim kurulu bu, başka bir dönem çok isteyenler talepkâr olabilir ve yönetime gelebilir. Sen katkını derneğin elektrik gideri vb. için ödüyorsun. Futbol takımı taraftarlığı gibi bir durum. Bilinçle alakalı diye düşünüyorum. Yorumunuzu almak isterim.

Ü.D.: Kesinlikle bilinçle alakalı. Doğru bilinçle alakalı ama yani şimdi bilinçli olduğunu zanneden ama olmayanlar da var. Dolayısıyla bu noktada kimlik bilinci ve bu kimlik bilincinin de çok devinen bir şey olmadığına inanmak gerekiyor. Biz neyiz? Çerkesiz. Burada da bir yapımız var. Bu yapı ayakta durmalı ve bu yapı bizim katkılarımızla mücadele vermeli. Bunun başka tarifi yok ki. Bunu detaylandırırsanız, ‘bu kurumu benim sevdiklerim yönetirse’ derseniz o iş orada tökezler. Bundan kurtulmak lazım. Bu, insan kaynağı için de geçerli. Net şunu söyleyeyim, aynı siyasi görüşte olmadığımız, aynı mücadele görüşünde olmadığımız, anavatana aynı perspektifle bakmadığımız insanlar yönetimde olduğunda da eğer koyabileceğimiz bir emek varsa bunu cebimize sıkı sıkıya saklıyorsak bu da az evvelki verdiğimiz hata koduna girer. Bu da doğru değil. Nihayetinde biz şunu anlamak zorundayız, toplumumuz homojen bir toplum değil, kurumlarımız da homojen değil. Dolayısıyla bu heterojeniteyi sinerjiye dönüştürebilirsek güç kazanabiliriz. Yoksa birbiriyle her konuda aynı düşünen iki dernek var mı dersen federasyon içerisinde yok. Şimdi federasyonun Kahramanmaraş’taki derneğinin dinamikleri ve oradaki motivasyonuyla Bodrum’dakinin çok farklı. Bunları aynı aksa sokamazsınız zaten. Orada önemli olan fizikteki vektör gibi, herkesin çekiştirmesinden güçlü bir istikamet bulabiliyor muyuz bu önemli.

Federasyonun da derneklerin de sürekli üzerinde çalışması, insanları tartıştırması gereken bir şey. Biz bilinç diyerek çıkıyoruz ama bunu tartışmak ve bu konuda ortaklaşma sağlayıp belki de biraz kendimizi kasmamız lazım. Böyle olunca insan düşünüyor, “Bir şey yapmalıyım ama ne yapmalıyım?”. Sürekli kendime sorduğum sorulardan birisi bu. Sürekli bizi rahatsız eden, kafamızı kurcalayan, sabahları soru işareti ile uyandığımız bir dolu şey var. Dolayısıyla bu günlerde de “Ne yapmalı?” ya da “Ne yapmak istiyorum?” diye soruyorum sık sık kendime. Bunu şunun için söylüyorum, belki ortak bir şey yapmamız lazım. Bu ortak bir şey de toplumu bihakken eski tabirle tartıştırabilecek bir şey. En çok hayalini kurduğum şeylerden birisi bu. Açık zihinli ve açık fikirli olanları tartıştırmak.

İnsan kaynağı için de bir şey daha ifade edeyim. Bundan on sene öncesine baktığımızdaki insan kaynağından daha güçlü bir potansiyel insan kaynağı seziyorum ama potansiyel. Bunu dönüştürüp dönüştürememek kurumların elinde. Mesela bizim dernekte yönetim kurulu üyesi olduğumuz dönemde gençlik konusu bence daha problemliydi. Şu anda daha özgür düşünen ve işlenebilecek bir gençlik var. Buradan eğer aktarılabilirse büyük bir güce dönüşebilir… İnsan kaynağının illa dernekte çalışmasına gerek yok. Bir kere ondan da sıyrılmamız lazım. “Gençler derneğe gelsin”, buna gerek yok artık. Bunun zemini de yok. Önemli olan onlara alan açmak. Bu akademik olur, kültürel olur, siyasi olur. Yeri gelmişken siyasete katılım ihtiyacımız çok yüksek olmasına rağmen kocaman vücutta küçücük kafa gibiyiz. Devasa bir siyasi organizasyon var Türkiye’de, siyasetçisi var mı Çerkeslerin? Yok. Bunu ayrımsız bütün partiler için söylüyorum, hepsinde detayız. Siyasi partilerde belli yerlere gelmiş hemşerilerimiz bizim kıymetlilerimiz, onları kastetmiyorum. Bu manada belki de gençlere mentorluk yapmak, yönlendirmek; siyasi partilerin, siyasi çalışma gruplarının, siyaset akademilerinin içerisinde olmalarını sağlamamız lazım. Başka türlü olmuyor.

Y.G.: Siyasetin, bu işin neresinde olduğunu bile konuşmak lazım. Bilinç dediğimiz şeyin altında yatan böyle bir gerçek var çünkü. Etnik kimlik dediğimiz demokrasiyle alakalı bir şey. Türkiye’de de RF’nda da. Daha fazla demokrasi istemek durumundayız. Bize hep ‘siz tarafsınız’ derler, neye tarafız biz? Demokrasidir taraf olduğumuz. Hakikaten siyaset, kimlik ve tarih bilinci… bu konularda konuşmamız gerekli. Gençlerle de elbette. Öncelikle onları anlamamız lazım, öyle düşünüyorum. Artık eskisi gibi, “Otur, kalk” değil. Hepsinin kendi düşüncesi var. Kendi sözlerini söyleyebilecekleri mecra olmalı dernekler.

Ü.D.: Bunun iki faydası var. Bir, bir yandan genci olgunlaştırırken bir yandan yaşlıyı dönüştürür. İkincisi de gençlere bu manada mentorluk eder. İstanbul’a A şehrinden gelmişsiniz. Açık bir dimağınız var ama temel kavramlar konusunda sorunlusunuz. Kurumların çalışmaları buna zemin hazırlar ve nihayetinde bunlar bir kimlik aidiyetinin küçük örgüleridir. Onlarla büyür aidiyet, yavaş yavaş koza gibi örülüyor. Bunlara zemin hazırlamaktan başka çıkar yol yok bence.

Olağanüstü Genel Kurul Süreci, DÇB üyeliği ve Jineps’ten beklentiler 

B.A.G.: Bu süreçte Jineps olarak konuya taraf olmaktan ziyade bireysel tercihlerimizi bir yana koyarak habercilik misyonumuzu yerine getirmeye çalıştık. Bu tutumun beklentiyi karşılamadığını düşünüyor musunuz? 

Ü.D.: Bu dönemde Jineps’ten beklediğimizi bulabildik mi? Hayır. Ne bekliyorduk Jineps’ten? Yani, bizimle birlikte sahaya koşmasını mı? Hayır. Jineps’i şöyle okuduk biz -yönetimde birlikte bulunduğumuz arkadaşların hepsi için söylüyorum- Jineps Türkiye’deki Çerkeslerin, basın diye bakabileceği en doğru ve en özgür sesi. ‘Jineps’İ çıkaranların tamamı demokrat ve Çerkeslik bilinci son derece yüksek kişiler, bu meseleye bakış açılarını koymalılar’ diye düşündük. Niye öyle düşündük? Çünkü Jineps’i sadece bir gazete olarak okumadık biz hiçbir zaman. Jineps’in kendine göre bir ağırlığı ve sesi var. Hani, ederi sadece bir gazete olmasından ziyade gazetenin hinterlandıyla, gazeteyi çıkaranlar ve yakın çevresiyle oluşturduğu ağırlık, bir gazetenin fevkinde bir durumdu. Dolayısıyla ‘A Derneği ne söyledi, B Derneği ne söyledi’den daha yüksek bir ses çıkarır Jineps. Dolayısıyla böyle bir beklenti, ben dahil yönetimdeki arkadaşların çoğunda oldu. Açık yüreklilikle sorduğunuz için ben de açık yüreklilikle söylüyorum, böyle bir beklenti içerisinde olduk. Ancak bu beklenti biraz boşa çıktı. Şimdi sizin söylediğinizden bireysel bakış açılarınıza sığınarak ya da bunun arkasında kalarak bir tutum ya da bir pozisyon belirlememeyi tercih ettiğinizi anlıyorum. Bu, anlaşılabilir ama kabul edilebilir mi, orasını bireylerin kendilerine bırakmak lazım. Şunu doğrusu beklerdim, kişi olarak söylüyorum. Jineps DÇB konusunda demokratik mücadele açısından, Çerkeslerin hak ve özgürlükleri açısından, diasporada yaşayan insanların anavatan haklarının engellenmesi açısından, bir basın emekçisine bütün dünyanın izleyebildiği bir videoda edilen hakaretler* açısından, DÇB dediğimiz şeyin, bir kişinin tahakkümünde yürüyen bir örgüte dönüştürülmesine itiraz açısından bir dosya açabilir miydi Jineps? Açabilirdi. Açtı mı? Açmadı. Meseleyi de biz biraz böyle okuduk. 

Y.G.: Dosya açmadık doğru ama tavır almadık doğru değil, belki beklenen tavrı almadık. Dosya açabilirdik, şimdi değerlendirdiğimde buna ‘evet açmalıydık’ diyorum. DÇB’nin, 1997’deki DÇB olması gerektiğini ancak onun bir birlik olarak desteklenebileceğini, mevcut olan 2000 sonrası yapının tamamen RF’nun kontrolü altına girdiğini, oradaki anlayışın da Yeltsin dönemindeki ‘istediğiniz kadar özgür olun’ ile Putin dönemindeki ‘benim istediğim kadar özgür olabilirsiniz’ arasındaki farkla değerlendirilebileceğini yazdık. Hakaret konusunda da bir tavrımız var ama tabii dosya açmak, evet, biz bunu yapabilmeliydik. Burada geriye dönüp baktığımda böyle düşünüyorum. Dernekler, federasyonlar… siyaseten varlıkları anlamında yüksek beklentilerimiz yok ama önemsediğimiz yapılar.  

Ü.D.: Tabii ki sadece bizim beklenti eşiğimiz biraz farklı olabilir. Bu noktadan algılanmasının sebebi de büyük ölçüde şu aslında… Bu tür şeylere kim itiraz eder? Hak mücadelesi veren, haksızlığa itiraz eden, demokratik anlayışta olan, bir şeyleri korumak pahasına bir şeylere göz yummayanlar. Bunu da şu perspektiften söylüyorum. Türkiye’de kendi kurumlarımız, kuruluşlarımız, derneklerimize baktığımız zaman, böyle bir mücadele hattında demokratik talepler açısından, hak mücadelesi açısından “Bir dakika!” diyecek kaç tane kurumumuz var, say deseler, Jineps Gazetesi diye başlarız. Onun için aslında bizim buradaki beklentimiz yüksekti. Hani burada büyük bir kırgınlığımız var gibi de söylemiyorum. 

Y.G.: Bu değerlendirme bizi de sarsan, düşündüren bir şey olur.  

Ü.D.: Sonuç olarak şöyle değerlendireyim, niye böyle bir dosyadan bahsediyorum? Aslında ben bu konuyu anlata anlata Türkiye’nin her tarafını dolaştım ama şimdi gelen zevatın merak ettiğiyle benim aslında anlatmak istediğim arasında fark var. Onu bu tarafa çevirdiğinizde ya sizin söylemek istediklerinizi anlamayan ya da -bunu birilerini küçümseyerek söylemiyorum- işin içinde olmadığı için anlamayan bir grup var. Siz bu sefer onların anlayacağı şeyleri söylediğinizde bu konuştuğumuz konuya, “Oylanmış mıydı, oylanmamış mıydı?”, “Üye miydik, değil miydik?” gibi meselelerin en sığ yerinden bakıyoruz. Mesele ondan çok bağımsız. Mesele bana göre, ki birlikte çalıştığım arkadaşlarımın da kahir ekseriyeti böyle bakıyorlar, DÇB bugün diasporanın kontrolünü sağlamaya dönük bir organizasyona dönüştü. Temelde itirazımız bu aslında. Yoksa niye adaylığı bu kadar tartıştık da bunu tartışmadık? İşte, tartışmamız gereken şey bu. Şimdi, bir ülke düşünün. Kitap üzerinde federatif bir yapının parçasısınız. Kanun önünde eşitleri kim diye sayacak olursak; Rusya, Tataristan, Kabardey-Balkar diye gitmesi lazım ama baktığınızda öyle mi oluyor? Öyle olmuyor. Niye Cumhurbaşkanlarının adı acayip bir şeye dönüştürüldü, neden seçim usulü ortadan kaldırıldı ve atamaya dönüştü? Başkan, başkan değil. 

Y.G.: Atanmış vali neredeyse. 

Ü.D.: O bile değil. Normalde gidip seçtiğimiz Cumhurbaşkanlarımız niye şimdi bir memura ve isimleri cumhurbaşkanından başka bir şeye dönüştürüldü? Ataş’ha, yani halkın başı gibi çevrilebilir. Bizim mücadelelerimiz biraz bunlara yönelik olmalıydı. Bakıldığında evet bugün anavatandan haberler veriliyor mesela, kültürel üretimler yapılıyor. Sizce son yirmi yılda, Nalçik’teki basımevinden kaç kitap basılmış olabilir? On ya da on bir. Daha fazla değil. Peki, ben Ankara Derneği’nde bir gençlik komisyonu üyesiyken Nalçik’teki bir yayınevinden gelen kitaplara ne oldu? Çünkü artık Nalçik Yayınevi’ne destek verilmemeye başlandı. Bunlar insanların gözü önünde olan şeyler değil. Okullarda anadilleri seçmeli derse dönüştürüldü. Küçük gibi görünmekle birlikte devasa şeyler aslında. 

Y.G.: Başkan seçilebilmek için anadili bilmek zorunluluğu ortadan kaldırıldı. Paritet yasası gereği çoğu pozitif ayrımcılıklar da… 

Ü.D.: Faşizan tutum diyoruz, çok kızıyorlar. Ne diyeceğiz buna? Bunlara itiraz etmeyen bir DÇB’nin en büyük parçası olmaya itirazımız var. Asıl itiraz burada. 

B.A.G.: Bizim bahsetmeye çalıştığımız da bu. Biz bunu bütün açıklığıyla konuşmak isteriz. Belki de o zaman konuşuyor olmalıydık. Bizim yayın kurulundaki değerlendirmelerimizde de temel konu buydu aslında. Esas nokta; DÇB’ye katılıp katılmama meselesi. Girme, girdiysen mesafeni koy, tavrını koy. Farklı görüşlerden insanlarla röportaj yapmayı da konuşmuştuk o aralar. Yetişemedik. 

Ü.D.: Çok iyi olurdu. 

B.A.G.: O arada biraz daha temasta olsaydık iyi olabilirdi. Jineps’in de zaten buna karşı çıkması gerektiğinin değerlendiriliyor olması çok güzel. Zaten duruşu bu Jineps’in. O noktada bir dosyayla ya da verimli bir çalışmayla ifade edilemeyişinin de aslında karşılıklı hâlimizle ilgisi var. Burada, “evet ama…” demiyorum, kastettiğim o değil. Samimiyim yani.  

Yetişemedik ama yetişemememizdeki hâlimizin içerisinde durumu, “Ya niye bunu bu şekilde tartışıyorlar?” şeklindeki algılayışımız da var. İletişim belki bunu kolaylaştırırdı.  

Ü.D.: Çünkü biz bir yandan konuyu, çok spesifik olarak üyelik meselesi üzerinden kucağımızda bulduk. Bu arada hemen bir parantez açarak şunu söyleyeyim, onu kucağında bulmuş olmaktan, federasyon başkanı olarak iki sene uğraşmış olmaktan hiç mutlu değilim. Keşke bana denk gelmeseydi ama genel kurulda da söz vermiştik süreci açıkça yürüteceğimizi. 

Y.G.: Bir önceki yönetim döneminde üyelik meselesi tartışılsaydı ve konu kapansaydı keşke. 

B.A.G.: DÇB ile böyle bir zemin olmasaydı, meşruiyeti buradan sorgulamasaydınız da o yazılı çizili olsaydı. Buna rağmen meşruiyeti zorlasaydınız. 

Ü.D.: Bakın, yani deselerdi ki “Ne konuşup duruyorsunuz, bakın her şeyiniz burada”, asıl tartışılması gereken şey o zaman tartışılırdı. Biz o küçük eşiği aşamadık. 

*DÇB Başkanı Sokhroko Hauti, kamuoyuna video kaydı yansıyan bir söyleşide gazeteci İsmel Asiyat’a yönelik kadın kimliği üzerinden cinsiyetçi dil kullanmış, birçok kurum kamuoyu önünde özür dilemeye davet etmişti. 

 

Deprem… 

Y.G.: Toplanan deprem yardımı ile ilgili şöyle bir duyum aldık; Adıgey’de toplanan AFAD’a teslim edilmiş, Kabardey’de toplanan hâlâ belirsiz. 

Ü.D.: Detaylı ve sarih bilgi bilmiyorum ama kişisel kanaatim şu ki, bir miktar para yine var ama onu nereye verirler bilmiyorum. Her şey çok uygunken yani devlet de parayı gönderene çok fazla bakmadığı zaman, sadece şuradan aldık deyip İçişleri Bakanlığı’na dilekçe veriyorsunuz ve kimse ardını sormuyorken o zaman gönderilmedi. Böyle bir dönemde ‘siz Avrupa Parlamentosu’nda niye sunum yaptınız, tabii ki para gelmez’ dendi, bunu duydum. 

Y.G.: Bunu eleştiren kim? 

Ü.D.: DÇB başkanı. Yardımın sıkıntısız gönderilebileceği süreçte gönderilmedi. Ayrıca orada toplanan para halktan toplanmış değil, genellikle varsıl Çerkeslerden ‘sen, sen, sen’ yöntemiyle toplanan para. Buna kimsenin itiraz ettiği yok. Eleştirmek için de söylemiyorum. Bu bahsettiğim insanların hemen hepsi, depremden hemen sonra bizi aradılar. Dediler ki, “Biz yardım etmek istiyoruz. Ne yapabiliriz”. İsim vererek söyleyeceğim, Hazret Şovmen’den bir haber geldi, Kanako Arsen’in yardımcısı bizle irtibat kurdu hesap numaralarını aldık verdik hatta. Bu paralar sonra DÇB marifetiyle bir yerde toplandı. O zaman buna müdahil olmasaydılar, o insanlar zaten o paraları Türkiye’ye göndermek istiyorlardı. Biz onun yöntemlerini aradık. Bir sürü farklı yöntemler de araştırmış ve bulmuştuk. 

Y.G.: Açlıkla ıslah etmek diye bir şey var ya. Çerkeslere öyle bir uygulama yaptı mesela Çarlık Rusya’sı. Gazze’ye de şimdi İsrail yapıyor. Bu da para ile KAFFED’i ıslah etme girişimi. 

Ü.D.: Bu konunun detaylarını bilin diye söylüyorum. Bu belki bir yere yazılmaz ama kaba hatlarıyla, bu parayı bizim yönetiminde bulunduğumuz KAFFED’e göndermemek için ellerinden geleni yaptılar. Depremin üzerinden epeyce zaman geçmişti. ‘Para topladık’ diyorlar, gelmiyor. Aradım Hauti’yi, “Para topladınız, gönderecek misiniz?” dedim, “Hazırlık yapıyoruz, göndereceğiz.” dedi. Tamam peki. Prosedür vardır, onların da durumu zordadır dedik. Bir süre daha geçti. Deprem bölgesinde konteyner işi başladı, ihtiyaç çok. Paranın toplandığını da biliyoruz. Tekrar aradım, ne oldu diye. “Moskova’dan haber bekliyoruz” dediler. Tamam, böyle şeyler olur derken biz 22 Mayıs’ta Avrupa Parlamentosu’nda (AP) sunum yaptık, oradan döndükten bir hafta, on gün sonra tekrar yokladım. Bu arada AP’ye gitmeden önce bir haber geldi kulağıma, “DÇB’ne gönderilmek üzere deprem bölgesindeki derneklerin hesap bilgilerini topluyorlar” diye. Biz bu arada DÇB ile ilgili diyaloğu ve koordinasyonu sağlaması için Yıldız Hanımdan ricada bulunduk. “Bu konu birtakım tartışmalara kurban gitmesin. Kabul ederseniz koordinasyonu lütfen siz sağlayın.” dedik, “Tamam,” dedi. Ondan sonra Yıldız Hanımı aradım benim bilmediğim bir şey mi var diye. Dedi ki “Ramazan Bey Moskova’ya gitti.”  Ramazan Tlemişokue DÇB başkan yardımcısı ve aynı zamanda da Maykop Adige Xase başkanı. “O herhalde hesap numaralarını istedi.” dedi. Teyit ettim böyle bir şey olup olmadığını. Evet, hesap numaraları istenmiş dernek başkanlarının. Aradım Ramazan’ı, “Evet istedik, para göndermek de sıkıntı.” dedi. Ben de “Bir dakika Ramazan. Hesap numaralarını istediğiniz dernekler depremzede dernekler, bu bir. İkincisi bunlar federasyonun dernekleri. Siz eğer, o parayı onların hesabına aktarırsanız bunu bizim kabul etmemiz mümkün değil. Çünkü bu net bir şekilde güvensizlik ifadesidir. Kabul etmemiz mümkün değildir, Gök kubbeyi ters çeviririz”. dedim. Çerkeslerin örgütüne İtalya’dan, Fransa’dan, İngiltere’den güvenecekler, dünyanın dört bir yanından para gönderen Çerkesler bize güvenecekler… DÇB güvenmeyecek. Böyle bir şey olmaz. Böyle olunca o plan da suya düştü. Biz Brüksel’e gittik, geldik. “Siz Rusya’yı Avrupa’ya şikâyet etmeye niye gittiniz” dediler. 

 

Sokhroko Hauti ile diyalog 

Y.G.: Bunu söyleyen Hauti. 

Ü.D.: Hauti, evet. Dedim ki, “Biz kimseyi bir yere şikâyet etmedik, ama kiminle temas edeceğimiz kiminle etmeyeceğimiz konusunda kimseye hesap vermeyiz. Kaldı ki bu bir şikâyet değil. Biz başımızdan geçeni, başımıza geleni dünyaya anlatmak istiyoruz ve bunu nasıl anlatacağımızı ne size ne başkasına sorarız”. O, “Peki siz bunu derneklerinize sordunuz mu?” dedi, “Tabii ki sorduk.” dedim. Sınırsızlığına bakın ki “O derneklerin Avrupa’ya gittiğinize onay verdiğine dair imzalı belgeleri var mı? Bana gönderir misin?” dedi, “Göndermem.” dedim. Niye göndereyim? İkincisi, bu iş böyle yürümüyor. O zannediyor ki biz birilerinden izin ve icazet alarak gidiyoruz, birileri bizi oraya gönderiyor. Çünkü her kişi kendinden bilir işi. Kendisi gibi çalışıyoruz sanıyor. Dedi ki, “Bu para bu yüzden şu anda gelemiyor”. Bunun üzerine şunu söyledim; “Biz bu para üzerinden birlikte çalışamayacağız. Bunu bir tartışma, bir itiş kakış konusu olmasını kabul edemem. Sizin Türkiye’de beş yönetim kurulu üyeniz var. Başkan yardımcınız burada. Bu parayı nasıl göndermek istiyorsanız o şekilde gönderin, biz bu işten çekiliyoruz. Çünkü bu farklı noktalara doğru gidecek.” Mesele bir ara Lavrov’a kadar gitti, Lavrov izin vermemiş dediler. Adamın ülkesi büyük bir savaşın içinde, canıyla uğraşıyor, depremzedeye gönderilecek bir-iki milyon doları mı konuşacak adam. Dağıstanlı yöneticiler kendilerinin eşlik ettiği TIR getirdiler, Abazalar ve Çeçenler de yardım getirdiler, bir bizimkilerin yardımları gelemedi. Diğerleri Rusya Federasyonu’ndan (RF) bağımsız mıydı? Onlar da RF üyeleriydi.  

Sonuçta götürüp Moskova’da Türkiye Büyükelçisi’ne teslim ettiler parayı. Ne kadar teslim etmişlerdir, kimden toplamışlardır bilmiyorum ama o videoda Hazret Şovmen’in adı geçti sadece. Onun haricinde de bir yerde topladıkları para olduğunu düşünüyorum Öte yandan 105 milyon ruble. Az bir para değil.  

Y.G.: Büyükelçiliğe teslim edilen bu kadar. 

Ü.D.: Tabii, doğru.  

 

Kurumlar arası ilişkiler 

Kuzey Kafkasya İnsani Kriz Komitesi 

B.A.G.: Öte taraftan baktığımız zaman, Türkiye’de kurumlar arası ilişki, iletişim ve diyalog eksikliği. Bu konuda atılan adımlar, varılan hedefler oldu mu? 

Y.G.: Biraz önce kurulan bir komiteden söz edildi. Önceki söyleşide söylediğiniz bir şey vardı; “Biz, beyaz sayfa açma derdinde değiliz ama ortada hiçbir şey yokmuş gibi de davranmayacağız ama bizi farklılaştıran şeyler nelerdir, birlikte ne yapabiliriz? Bunların üzerinde duracağız”. Siz seçildikten sonra olağanüstü şeyler yaşandı, savaş, deprem… İlişkiler öylece mi başladı, öncesinde birtakım diyaloglar kuruldu mu? 

Ü.D.: Seçildiğimiz genel kurulda şunu söyledim, “Türkiye’de biz açıktan iletişim ve ilişki kurmamızın gerektiğini düşündüğümüz herkesle iletişim kurarız.” Kurduk da. ÇERKES-FED’i ağırladık. ABHAZFED’e ziyarete gittik, onlar bize geldiler. Birtakım şeyler konuşuldu. Bize çok problemli yaklaşan dernekler vardı. Onlara gittik, konuştuk. Müstakil kurum olarak bağdaşıksız kurumlar da dahil olmak üzere, Çerkesya Yurtseverleri ya da Çerkesya Hareketi gibi, bunlarla da iletişim kuracağımızı söylemiştim. Elimizden geleni yaptık aslında.  

ÇERKES-FED’i KAFFED’in travması olarak görüyoruz. Hani çocuklukta yaşadığınız travmalar erişkinlikte başka şekilde vücut bulur ya. Böyle görüyorum bunu. Şöyle dedim arkadaşlara; “ÇERKES-FED neden KAFFED için bu kadar önemli olsun? ÇERKES-FED kendi kulvarında bir kurum oldu artık. Kulaklarından tutup buraya geri mi getireceğiz? Ne olacağına o kurumun dinamikleri karar verecektir. Ama sürekli, ‘sen onu demiştin’, ‘ben bunu demiştim’ tartışması bir işe yaramıyor. Süreci geri çevirmiyor, birlikte bir şey kurtarılmıyor” vesaire.  

Burada (İKKD) yaptığımız bir toplantıda, ÇERKES-FED olgusu, çıkmazlar, ayrışmalar… bunların tamamına ilişkin tartışmalar oldu. Ama bu şunu beraberinde getirmedi, “Ne ben seni göreyim ne sen beni gör”. Böyle bir tavra burada gerek yok.  

Aynı şeyi ABHAZFED’in yönetimi ile İstanbul Abhaz Kültür Derneği’nde yaptık. Her şeyi konuştuk. Ayrılma süreçleri dahil. Çerkes soykırım ve sürgünlerine bakış açıları, Abhazya’ya bakış açıları. Yazdık bunları, biliyorsunuz. Bizi çok şaşırtan ama eğer biz yazmasaydık topluma mal olmayacak bir sürü şey çıktı. “Biz Abhazya’nın Türkiye’deki yarı resmi kuruluşuyuz,” dediler. Bir dakika, bu nasıl olur? Böyle bir şey olabilir mi?  “Abhazya’nın âli menfaatleri neyi gerektirirse onu yaparız”. Abhazya’nın âli menfaatlerini yerine getirmesi için burada bir elçiliği var. Siz bir sivil toplumsunuz ve diasporanızla anavatan arasındaki ilişkiyi tespit etmeniz gerekir… Pek çok konu, bu ve buna benzer şey tartışıldı ve sonrasında konuştuklarımızın hiçbirisiyle bir husumet, bir küslük yaşanmadı, “Sen kendi yoluna, ben kendi yoluma” demedik. Dedik ki, “Hangi konuda ortaklaşabileceksek o konuda ortaklaşalım. Çözülemeyecek olan sorunlar var aramızda. Bunları da koyalım, dursun orada”. Bir şey üretmiyor, bir faydası da yok. Dolayısıyla kurumsal ilişkileri biz şuna yöneltmek istemiştik; ‘Her konuda anlaşamayan ama anlaşabildiği konularda ortaklaşmak konusunda hiçbir endişesi ya da arka planı olmayan kurumlar olmak’. Türkiye’deki Kuzey Kafkasya.  

Bunun çok güzel bir örneği vardı, berhava oldu, örneğini vereyim size. Anadille ilgili mesele çıktığında, yani seçmeli ders olduğunda Yaşar Aslankaya başkandı. Aradım, “Bu konuya ‘DÇB ne diyor?’ diye bakarsak olmaz. Bir teklifte bulunayım. Türkiye’de diasporası olan tek halk Çerkesler değil. Kırım Tatarları, Tacikler, Nogaylar, Türkmenler var. Hepsinin Rusya ile birtakım dertleri var. Hepsinin dil meselesi ile ilgili ciddi problemleri var. Aynı problemler onları da etkiliyor. Bunların hepsine çağrı yapalım” dedim. Yaşar Aslankaya ve dönemin yönetim kurulu kabul etti. Ankara’da bir toplantı yaptık. Bütün derneklerimiz geldi. ÇERKES-FED, vakıflar geldi. Bizim dışımızdaki Kırım Tatarları -çok önemsiyordum- genel başkanları düzeyinde geldiler. Ki onların haber ajansları her gün içerik üretiyor, Kırım Haber, ateş gibi çalışıyor. Dediler ki, “Baktığınız perspektif çok doğru”. Biz de dedik ki “Bu konu hepimizi ilgilendiriyor. Gelin, ortak bir hat oluşturalım ve bu hattan yürüyelim. Rusya’ya itiraz edilecekse, Rusya’da buna ilişkin bir dava açılacaksa, dünyada kamuoyu oluşturulacaksa birlikte oluşturalım, ekonomisini de birlikte oluşturalım.” Dediler ki, “Tamam, bu işin önderliğini KAFFED yapsın.” Orada kaldı mesele. Federasyonumuz maalesef bir adım dahi atmadı bu konuyla ilgili. Komplo teorilerine savrulmak istemem ama böyle bir durumda bir adım daha gidemiyorsak duruma endişeyle bakmamız gerekir. 

Y.G.: Biraz önce konuştuğumuz, genel kurul ve tüzük konusu, şemsiye olacak kimlik tanımı, 1864’te sürgün ve soykırımla anavatanını terk edenler tanımı… Burada da farklı bir şemsiye açılmış ama sonucu Rusya’yı dünyaya dövdürmeye gider anlayışıyla olması gereken engellenmiş. 

B.A.G.: Burada bir şey daha sorup öyle devam edelim istiyorum. İnsani Kriz Komitesi örneğinden yola çıkalım, oradaki bir araya gelişte olmayan kimler? 

Ü.D.: ABHAZFED yok. Onun haricinde… 

B.A.G.: Organizasyon olarak da sormuyorum aslında. Orada da bir şemsiye var. 

Ü.D.: Var, evet. 

B.A.G.: O şemsiyede olmayan kim var? Onu duymak istiyorum. Olmak istemeyen, olmayan, denk gelmeyen… 

Ü.D.: Dağıstanlılar olmadı. İstanbul’daki Kafkas-Der vardı ama Çeçen dernekleri olmadılar hatırladığım kadarıyla ama böyle özellikle dışarıda kalan, dikkat çeken bir kitle yoktu. 

B.A.G.: Aslında bu soruyu şunun için soruyorum, bütün bu olup bitenlerin dışında bir kırılma oluyor ya da zaten var olan bir kırılma. Parlatılıp masanın üzerine konmuş oluyor. Sözcük olarak takılmayalım, güzel değil ama kestirmeden anlatıyor, ‘Rusçular’ ve ‘Rusçu olmayanlar’. Böyle bir kırılma oluyor. Bu kırılmanın, toplumun bütününe bir faydası var mı emin değilim. Bir realite olabilir tabii o ayrı ama bunun üzerinden kurulan ilişkilerin bir faydası var mı çok emin değilim.  

Ü.D.: Aslında o komite hiç ‘Rusçular’ ile ‘Rusçu olmayanlar’ ayrımına gitmemişti. Çağrıyı biz yaptık ama meseleye Rusya tarafından yani Rusya’nın aksından bakanlar gelmediler. 

B.A.G.: Evet, somut görüntü oydu çünkü. 

Ü.D.: Ama bu şöyle bir şey değil, ‘Biz hiç Rusçu olmayanlar gelsin demedik’  

B.A.G.: Evet ama pratik olarak buraya evrilmesi… 

Ü.D.: Bu normal, beklenen bir şeydi aslında. 

B.A.G.: Beklenen bir şey ama aslında ihtiyacımız olan bir şey mi ondan emin değilim. 

Ü.D.: O dönemde şöyle ihtiyacımız olan bir şeydi, bir adım geriye dönüp bakacak olursak Rusya bir savaşa giriyor. Bir yeri -bana göre- işgal ediyor ve biz vizörü biraz küçültecek olursak; Kuzey Kafkasya’yı, Dağıstan’ı, Çeçenya’yı, Tacikistan’ı yani etnik Rus olmayanları daha çok savaşa sürdüğünü düşünüyoruz. Bunu ispat edemezdik ancak basına yansıyanlar, irtibatlarımız bu iddiayı destekliyordu. Dolayısıyla bunları savaşa daha fazla gönderdiğini hatta tırnak içinde söylüyorum, ‘mayın katırı’ olarak salındıklarını biliyorduk. Buna itiraz ediyoruz. Dolayısıyla bu karşıtlığın yarattığı motivasyon tabii ki insanları bu kriz komitesinin şemsiyesinde daha çok birleştirdi ama bu şu anlama gelmez, ‘Rusçu olanlar’ dışarıda kaldı, ‘Anti-Rusçu’ların birliği’ gibi. Öyle bir şey yok aslında. Mesela, problemi yaratan olayın özü itibariyle böyle bir şemsiyenin altına ‘Rusçu’ giremezdi zaten. Onlar özellikle dışarıda bırakıldıkları için dışarıda kalmadılar.  

Dolayısıyla aks biraz öyle oluşmuş olmakla birlikte bu taammüden oluşturulmuş bir aks değildi.  

B.A.G.: Taammüden olmadığını biliyorum. Bu konudaki görüşünüzü merak ediyorum. Kafkasya sıcak bir coğrafya zaten, Ukrayna’da başlamış bir de hareket var, Abhazya’da olup bitenler belli. Oradaki sıcaklığın artış dinamikleri de devletler arası bir kamplaşma üzerinden olacak. Ukrayna onu gösteriyor. O kamplaşmanın bir izdüşümünün burada oluşmaması bizim esas sağlamaya çalışmamız gereken şey gibi geliyor. Oluştuğu durumdan da tedirgin oluyorum. Taammüden oluştuğunu düşündüğüm için değil ama bu defacto oluşumun bir başka şeye benzeyişinden tedirgin oluyorum. 

Ü.D.: Tabii bu olaya hangi perspektiften baktığınızla da ilgili. Sizin söylediğiniz taraftan tarafsız birisi baksa, şöyle bir meseleleri incelese şunu düşünebilir; burada Rus karşıtı bir cephe var. Rus karşıtı cephe, Kuzey Kafkasya’da bir etki alanı varsa oraya birtakım yönlendirmede, telkinde bulunur. Daha net söylemek gerekirse savaşın oraya yayılmasına aracılık edebilir diye düşünülebilir. Özellikle bunun olmaması için, bunun böyle algılanmaması için bunu birkaç kez söyledik, Kafkas Vakfı’nın düzenlediği bir toplantıda bunu net bir şekilde, bu cümlelerle bir daha söyledik. “Bu komitenin kuruluş gayesi ya da birlikte yapılan çalışmanın gayesi, ne Kuzey Kafkasya’dan insanlara ‘Savaşmayın. Kaçın gelin.’ demektir ne de savaşı o tarafa taşımaktır. Çünkü Kuzey Kafkasya’nın ne bir savaş isteyecek motivasyonu ne bir savaş yürütebilecek gücü yok. Oraya yapılacak en ufak bir yönlendirme, orayı ateşe atmaktır. Buna asla ve asla doğru bakmıyoruz, sıcak bakmıyoruz ve oraya yönelik olarak yapılacak olan her hesabın da karşısında oluruz” dedik. Buna benzer başka çıkışlar da oldu. Kuzey Kafkasya’da cephe açalım, silahlı gruplar oluşturalım diyenlere de itiraz ettik. Öyle bir hesaplaşmaya girebilecek durumumuz yok. Bizim tavrımız net; savaş hemen yarın bitmeli. Bu meseleler barış ortamında konuşulmalı. Mücadele, barış çerçevesinde ve ortamında yapılmalı ama Kuzey Kafkasya’da, buna Çeçenya ve Dağıstan da dahil olmak üzere hiç kimsenin savaş istediği yok. Bu, Kuzey Kafkasya’nın tabutuna son çiviyi çakmaktır. Herkes biliyor artık. 

Y.G.: Kurumlar arası ilişki konusuna geri dönüyorum. Bana göre bir sıkıntı var, görüşünüzü isteyeceğim. ÇERKES-FED, Çerkes Hakları İnisiyatifi (ÇHİ) ile başlamış, sonra federasyon, sonra da partileşmiş bir yapı. Müthiş agresif ve hakaretamiz bir şekilde gelişti. Bir genel kurulda siz de – o dönem İKKD yönetim kurulu başkanıydınız- kürsüden salondaki ÇHİ sözcüsünün gözlerinin içine bakarak bu duruma yönelik eleştirilerinizi dile getirdiniz. Yanıt veremedi. Gazetemize de hakaretler edildi. Parti Meclisi üyesi bir kişi ‘siyasi fahişeler’ dedi. Partiye, yöneticilere ulaştık, üç kadın arkadaşımızın yazdığı dilekçe var, parti ve federasyonun kadın yöneticisine özel mektup da yazdılar. Yanıt alamadığımız gibi dalga geçtiler. Özür yerine söz konusu şahsın parti meclisi üyeliğinden ayrıldığını yazılı ilettiler, yasal yola başvurun dediler ki o günlerde web sayfalarında söylediklerinin aksine ilgili şahsın meclis üyeliği devam ediyordu. Siz de söylemiştiniz, ‘hiçbir şey olmamış gibi davranamayız’. “Bu derneğin (İKKD) üyesi olduğum sürece bu kurumlarla bir diyalog kurulacaksa bununla ilgili söz kurmak isterim” dediğimi hatırlıyorum. Yine İKKD’nde yaşanan bir diyalog daha var, ÇHİ sözcülerinden bir diğeri “Ankara’dan işaret geldi, biz de çıktık ortaya” mealinden bir cümle kurmuştu. Orada olan Kuşha Doğan daha sonra bunu yine hakaret sözcükleri ile yapılan sataşmalara yanıt verirken yazılı ifade etmişti. Bunlar gazetemiz sayılarında mevcuttur. Yani güce yaslanarak ortaya çıkmış durumdalar, haftalarca hakaretlere devam ettiler ve hiçbir özür dilemediler. Parti yöneticilerini değiştirerek, hakaretamiz söylemlerde bulunan sözcüleri geri çekerek gelinen noktada ‘birlik’ konusunu dile getiriyor ya da getirilmesini sağlıyorlar. Toplumda saygınlığı olan insanlar üzerinden bir kurgu var. “Olan oldu, önümüze bakalım.” Bu kadar basit olamaz. Birlikte yol alacaksak geçmişle yüzleşerek bugüne gelmeli ve yarını kurmalı… 

Ü.D.: Bir kere herkes herkesi eleştirebilir. Siyaseten eleştirebilir, güncel mesele üzerinden eleştirebilir vs. ama bunun bir ahlakı olur, bir jargonu olur. Söylenecek sözün edebi olur. “Ben bunu söyledim. Tamam, olan olmuştur.” anlayışı hiç doğru değil. Bir adım geriye gidecek olursanız birilerinin birilerine ‘siyasi fahişe’ demesi skandaldan öte bir şey değildir. Daha ne söyleyebilirsin. Sinkaflı küfür kalır gerisinde. Dolayısıyla sert eleştirebilirsin ama bu ancak konunun özüne ya da içeriğine dair olur. Bireylerin kişiliklerini, ailelerini, kıymetli kavramlarını meselelerin içerisine çekerek hakaret etmek kabul edilebilir bir şey değil. Bunu yapanların mutlaka bununla ilgili edilecek birtakım sözlerinin olması gerekir. Bizim giderek kaybettiğimiz toplumsal kıymetlerimizden biri de o. Şimdi diyoruz ya Çerkes toplumu şöyle hoş bir toplumdur, böyle iyi bir toplumdur diye. Çerkes toplumu, hakaret edenin hakaretinin hesabını sorabiliyorsa, taciz edenden tacizin hesabını sorabiliyorsa Çerkes toplumunun değerlerini yüceltebiliriz. Soramıyorsa, bunu mistifiye etmenin manası yok.  

Mesela o verdiğiniz örnekte de genel kurulda aslında o konuyu bu perspektif üzerine açmıştım. Olağanüstü durumlar dışında bir araya gelinip bunlar hiç yokmuş gibi davranabilir miyiz? Davranamayız tabii ki. İhtiyaçlar konusunda bir araya geleceksek, birbirimize yaslanacağımız asgari nokta olmalı. Bu asgari noktayı zehirleyen şeyler olabilir. Nedir mesela? Hakaret ediyorsa olur. Ötekileştiriyorsan olur. Verdiğin sözlerin hilafında davranıyorsan, kandırıyorsan, onu farklı noktalara götürüyorsan… bunlar o ilişkiyi zehirleyen şeylerdir ve mutlaka bu ilişkiler dışlanmalıdır. Söylediğiniz konuya gelecek olursak, bunların konuşulacağı ortamlar oluşturulmalı, bu intikam almak ya da hesap sormak için değil ama doğruyu bulmak için bunların da konuşulacağı ortamlarımızın olması gerekir.  

“Bak kardeşim, sert eleştireceksen bunun da yolu, yordamı, yöntemi vardır. Bir kurum bu şekilde ne bireyleri ne kurumları ne gazeteyi ne bir gazetenin editoryalini bu şekilde hakaret içeren ifadelerle ilişkilendiremez. Eleştiriyorsan bu senin toplumsal olarak dışlanmanı gerektirir.” diyebilmeliyiz. Öte taraftan biz hesap sormaktansa unutmayı tercih eden bir toplumuz. Niye? Çünkü az evvel de söylemiştim, hesap sormak biraz bedel ödemeyi de gerektirir. Birilerine karşı kötü olursunuz. Birileri size, “Sen de bunu yapmamalıydın.” der. Çok başıma geldiği için biliyorum, etrafınız boşalır. Bunu göze alabilmeniz gerekir. Bunların hiçbirisi unutulmamalı ama her olayda da ayağınıza dolanmamalı. Olağanüstü olaylar için, deprem için bir araya geleceğiz mesela. “Her işi ben hallederim,” diyebilir misiniz? Diyemezsiniz. O zaman bir araya geleceksiniz demektir. Mesela anavatanda olan fevkalade bir durum ki o mobilizasyon, o anlamda fevkalade bir durumdu, onun hemen öncesinde, “Şu hesabı görelim.” diyemezsiniz. Demedik de zaten. Ancak bu şu anlama gelmez, kurumların kurumlarla; bireylerin de bireylerle usulünce halledilmesi gereken hesapları var ve bunlar görülmelidir. Bunun hiç uçar kaçar tarafı yok. Başka yerlerden işaret alarak kurulmuş yapılar eleştirilmeli. Dönüşemedilerse ve hep aynı noktada kalıyorlarsa daha da onlara göz yummamalı ama bir dönüşüm iştahı var mı ona da bakmak lazım. 

 

Başkanlar Kurulu 

B.A.G.: Dernek yönetim kurulları başkanlarından oluşan Başkanlar Kurulunu sormuştuk, ‘işleyişini güçlendirmek’ gibi bir ifade olmuş. Aslında önceki yanıtlar da açıklar gibi ama tasarladığınız gibi ilerledi mi? 

Ü.D.: İlerlemedi. Hemen neden ilerlemediğini söyleyeyim. Başkanlar Kurulumuzun üyelerinin bir kısmı, bahsettiğimiz paralel yapılı KAFFED oluşumu içerisinde yer aldılar. Bunu ahlaken de problemli buluyorum, bir kurum kültürü açısından da problemli buluyorum. Şöyle bir şey olabilir miydi? Bizim federasyonumuzun onur kurulu üyeleri açıktan bir çalışma yürütürlerdi, başkanlarımızın bir kısmı da onlarla çalışabilirlerdi ama her şey açık yürütülürdü. Ama mesela bazı dernek başkanları, başka bazı başkanların haberi olmadan toplantı yaptılar. Tüzük genel kurulu öncesi yapılan çalışmaların hiçbirinde İstanbul Kafkas Kültür Derneği yok. Kayseri, Eskişehir, Bahçelievler yok. Onlar çağırılmamış. “Siz kim olarak çağrı yapıyorsunuz ve neden herkese çağrı yapmıyorsunuz,” diye sorulmadıysa eğer problem var demektir. 

Y.G.: Süreç şeffaf ilerlemedi. Farklı bir ajandaları var ve arka planda başka bir şey yapmaya devam ettiler ve bu genel kurul gününe kadar belli olmadı. 

Ü.D.: Belli olmadı o zamana kadar. Şimdi denilebilir ki -dedikleri için söylüyorum- “İtiraz etmek benim hakkım değil mi?”. Evet, hakkınız ancak bunu üye olduğumuz dernek üzerinden yapacaktınız. Velev ki onur kurulu üyesi olsanız bile siz itirazınızı ya genel kurul günü onur kurulu üyesi olarak yapacaktınız ya da ‘A Derneği’nin üyesi olarak derneğiniz üzerinden yapacaktınız. Bu böyle olsaydı yani açık bir muhalefet yürütülse idi hiçbirimizin söyleyecek en ufak bir şeyi olmazdı. 

Y.G.: Güvenoylamasına çevrilmiş, kapalı kapılar ardında. 

Ü.D.: Evet. 

 

KAFFED, Avrupa Parlamentosu’nda 

Y.G.: Avrupa Parlamentosu (AP), Brüksel… Ne oldu orada? 

Ü.D.: Biz seçildikten sonra AP’na ulaşmaya çalıştık ve birtakım görüşmeler yaptık ama söylemiştim DÇB meselesini kucağımızda bulduk. Bu bizi epeyce yormuştu zaten. Hâl böyleyken yine de 2022 yılı 21 Mayıs’ından önce birkaç toplantı yaptık, hem Avrupa’daki derneklerle hem Cem Özdemir ile. O bizi parlamentoyla ilişkilendirdi ve belli bir noktaya gelmiş, 21 Mayıs’ta AP’nda bir toplantı yapmaya karar vermiştik. Hazırlıklarımızı ona göre yaparken birdenbire Fatima Tilisova’nın konferansı gündeme düştü. Hristiyan muhafazakârlar konuyu pişirmişler, toplantı onların anonsuyla duyuldu. Böyle bir durumda ikinci bir toplantı hem doğru değildi hem de sanki bir çekişme varmış görüntüsü verecekti, partnerlerimizle de istişare ederek bir organizasyon yapmaktan vazgeçildi. 2023’te kesin yapıyoruz diyerek bıraktık. Biraz daha erken çalışmalara başladık, Cem Özdemir’le tekrar görüştük. Ayrıca Sergey Lagodinsky ile görüştük, Alman parlamenter, anne baba Rus ama Almanya’da doğmuş büyümüş. İş birliğine çok açık bir insan, Yeşiller’den. Onunla bir süreç yürüttük ve 22’sinde bir toplantı yaptık. Meselelerin içinde olunca ‘AP’na gidilecekse 21 Mayıs’ta gidilmeli’ gibi bir anlayış oluşuyor. Biz orada anladık ki bu yanlış. Niye sadece 21 Mayıs? Adam diyor ki “Önümüze proje koyun yani yapmak istediğiniz şeyi koyun, buradaki parlamenterler dünyanın dört bir yanından çağrı alırlar. Siz daha fazla ilgi ve daha fazla tanınırlık, derdinizi daha fazla anlatmak, AP Genel Kurulu’na hitap etmek istiyorsanız burada tekrarlayan organizasyonlar yapın. Bunun için de illa 21 Mayıs olmasına gerek yok, ne zaman isterseniz.”  

Oradaki çalışmalar sırasında anladık ki Avrupa’da yaşayan Çerkeslerin AP nezdindeki kaldıraç etkisi bizim tahmin ettiğimizin çok ötesinde. Çünkü oradaki parlamenter kendisine oy verecek birisinin taleplerini istekli bir şekilde dinliyor ve cevap veriyor. ‘Buradakilerle birlikte gelin bize’ dediler. Sergey çok iyi bir yol gösterici.  

Kısa bir açılış konuşması yaptım, sonrasında Fehim Taştekin, Zeynel Abidin Besleney ve Yasemin Oral birer konuşma yaptılar. Sergey bir konuşma yaptı. Sonuç değerlendirmesinde bundan daha iyi tasarlanmış, daha yüksek katılımlı ve beraberinde mutlaka bir sergi koyun dediler. “O sergi sizin göndereceğiniz e-postalardan vb. çok daha etkili olur, çok daha fazla insan toplar. Mesela giriş holünde size bir yer veririz” dedi. Yemeğinizi, kıyafetinizi, müziğinizi koyduğunuzda… İnanılmaz etki yaratacaktır. 

Y.G.: Minik bir dans. Bir ara yapıldı da orada.  

Ü.D.: Bir ara yapılmış ama ‘Çerkes Günleri’ çerçevesinde yapılmış. Politize edebilecek bir yer. Dolayısıyla dans ama yirmi dört çiftle değil, küçük danslar. Belki müzik, bir ya da iki enstrüman. Birgül, sizin bir mızıka ekibiniz vardı mesela, Warada, onun gibi. “Bunlarla gelirseniz etkisi çok fazla olur” dendi. Burada devamlı olmamız lazım ama federasyonumuzun bir kısmı “Ne işiniz var AP’da, oraya gidip Rusya’yı kızdırmayalım.” deyince kopuyor. 

B.A.G.: Bunu federasyon yapmak zorunda değil aslında. 

Ü.D.: Zaten bizim de büyük ölçüde geldiğimiz nokta burası, bu tür işleri illa federasyonun yapmasına gerek yok. Bir dernek, bir platform Avrupa Çerkeslerini yanına alarak bu söylediğimiz şeyleri vakıflarla birlikte yapabilir. Artık oralarda kendini ifade edebilmek için devasa yapılara gerek yok.  

B.A.G: Bu anlamıyla da bir problem yaşanabilir mi diye düşündüm. Bizim siyasi arenada sıkça karşılaştığımız bir durum. Farklı birimlerle, insanlarla kurulan temas sonucu verilen mesaj tek sesli olmayabilir. Organizasyonu farklı birimler yaparsa aynı şeyleri söylemeyebilirler. O da bir sıkıntı. 

Ü.D.: Federasyon bu noktada bir patronaj koyabilir. Orkestrasyonu o yapabilir ama ‘AP’nda bizim işimiz yok, Avrupa’ya gidilince DÇB ve Rusya çok kızıyor’ demek… Bu doğru değil. Bu arada şunu da yadsımıyorum, Çerkes sorunsalı Rusya olmadan çözülemez. Rusya’ya rağmen Çerkeslerin sorularını çözebilmeleri ya da statülerini ilerletebilmeleri mümkün değil ama bu şu anlama gelmiyor, ‘bu mücadele sadece Rusya’nın bizi ne kadar sevdiğiyle ölçülür’, böyle bir şey yok. Bu, Rusya’yı tanımamaktır. İki, bir yandan da kendini reddetmektir. Şuna gelir çünkü “Sen bizi kıydın, kırdın, sürdün, vatansız bıraktın, vatanımızın onda dokuzu işgal altında ama sen artık yap bir şeyler.” Bu aynı zamanda onursuz bir şey ama bu da şu anlama gelmesin, düşmanlık etmek ayrı bir şey, mücadele etmek farklı. 

Y.G.: Tamamen barışçıl yöntemlerle yürümeli. Totaliterleşen bir ülke söz konusu. Senin 1917’den gelen bütün haklarını gasp ediyor. Anadiline dahi müdahil oluyor ve sen hâlâ susuyorsan… Yavaş yavaş yutuyor, bitiriyor seni. 

Ü.D.: Bugünkü Rusya’nın yaslandığı sosyoloji, yaslandığı siyaset ne Sovyet rejimine daha yakındır ne de demokratik bir ülkenin bakış açısıdır. Çarlıkla şu anda örtüşüyor. Belki Çarlık bazı noktaları itibariyle bugünün ilerisindedir. Ama şimdi Sovyetler Birliği dönemindeki kazanımları tırpanla, tarihsel hakları tırpanla… Küçücük bir alana sıkıştırılmış Slaviklerin yöneteceği bir ülke, bir yer.  

 

KAFFED ve gelenek 

Y.G.: Önceki söyleşiye geri dönüyorum. “Değişim Hareketi başkan adayını değiştirdi. Genel kurul tek listeyle gerçekleştirildi. Dikkati çeken ikinci listenin olduğu KAFFED genel kurullarında güçlü bir irade koyan geleneksel yapının geri çekilmesi” yorumunu yapmıştım soru yöneltirken. Siz de cevap verirken “KAFFED’de güçlü irade koyan geleneksel yapı tanımlamasına ben çok katılmıyorum. KAFFED’in evet gelenekselleşen bir kitlesi yani yönetim anlamında bir kitlesi varsa da bu süre aslında onların geri çekilmesi şeklinde tezahür etmedi. Yani biz, onlar çekildiği için ortaya çıkmadık. Biz ortaya çıktığımız için onlar geri çekildi. Ona söyleyecek çok bir şeyim yok ama bu geleneksel denilen yapının, ‘KAFFED biziz, biz yoksak KAFFED yok’ anlayışıyla hareketlere dair güçlü ve kanıta dayalı tespitim yok” demiştiniz. Aynı düşüncede misiniz? 

Ü.D.: Artık var. Herkes biliyor. Çünkü turnusol ortada.  

Y.G.: O soruyu sorarken ‘geleneksel yapı’ demiştim, başka bir tanım bulamadığım için. KAFFED’in hep içindeydik, delegasyonundaydım… Başka türlü anlatamadığım için ‘derin KAFFED’ ifadesini kullanmıştım, başkaları da kullandı. Bu nedenle bazı yol arkadaşlarımla tartıştığımız da olmuştur. Meselenin çok içinde olunca bazı şeyler görülemeyebilir, geri çekilip bir bakmak gerekebilir. Yani orada bir yapı var, bir şeyleri bırakmıyor. Başkanı tayin ediyor mesela. 

İKKD’nde yönetimde olduğumuz dönem Erdoğan Boz’un alternatif listesine destek verdik. İstişare toplantısının olduğu günün gecesi KAFFED’in üst katındaki toplantıda aba altından sopa gösterilmeye çalışıldı. İki listeye de yönetim kurulu adayı ismi vermemiz de istendi mesela. Yönetim kurulu kararını değiştirmeyeceğimizi net ifade ettik. O geleneksel yapıyı biliyorduk. Kıpırdatmayacak, statükoyu korumaya devam edecek… Yani böyle bir yapıyla da mücadele etmek gerek… 

Ü.D.: Fikir Kulübü whatsapp grubunda yazdım Statüko bir müesses nizamı ifade eder ve bir tespittir, statükoculuk ise bu müesses nizamı kabul edenleri tarifler ve bir tercihtir. Burada tartışmamız gereken status dediğimiz şeyden bu müesses nizamın yaslandığı grubun ne murat ettiği, neyin gerçekleştiği veya gerçekleşmediği, verimli veya verimsiz oluşudur. Eğer statüyü benimseyenler yani statükocular kurulu düzenden memnun ve ürettiğini yeterli görüyorsa sorun yok. Eğer mevcut status verimsiz ve bazıları bu verimsizliği gidermenin yolunun yeni bir statustan, bir değişimden geçtiğini iddia ediyorlarsa yapılması gereken de statükoyu eleştirenlere karşı, “Madem öyle, hadi başka bir yol çizin de biz de görelim” refleksi değildir. Doğrusu, “Hadi tartışalım. Gerekiyorsa yeni statusu birlikte tanımlayalım.” demesidir. Eğer birlikte bu statusu tanımlayamayacağımız aşikâr olursa yeni yol o zaman önerilir. Değişim diyen herkese, “Niye değiştirmediniz madem.” diyorsan statükocu oluyorsun zaten. Söylediğimiz bambaşka bir şey. Misal biz Rusya’yı değiştirme hayali falan kurmuyoruz, biz kendi bulunduğumuz yeri değiştirmek durumundayız, çünkü artık ihtiyacımızı karşılamıyor. 

 

Siyaset… 

YG: Bu iki yıllık süre zarfında hiç siyasi partilerle temas oldu mu?  

ÜD: Oldu mu derken kasıt? 

YG: Yani ziyaret ettiler mi mesela? Bir nedenden ötürü bir görüşme oldu mu? Seçim oldu arada… 

ÜD: Seçim döneminde aslında çok hareketli bir dönem oldu. Bize birtakım belli bölgelerden isimler soruldu. Bizden siyasete girme niyeti olanlar taleplerde bulundular. Partiler kâh bizim hemşerilerimiz aracılığıyla kâh başka yöntemlerle nabız yokladılar.  

 

Değişim Hareketi 

Y.G.: Değişim Hareketi kendini feshetti. Neden? 

Ü.D.: Artık KAFFED’in değişmeyeceğine karar verdiler ve gerekçenin ortadan kalktığına inandılar herhalde zira öyle yayınladılar yazılarını. 

Y.G.: Özel bir görüşmeniz var mı? 

Ü.D.: Şöyle, KAFFED Değişim Hareketi ile benim çok yakın temasım oldu. Birlikte çalıştık. Son kertede bütün olanlar, yaşananlar, bu deprem sürecinde yaşadıklarımız da dahil olmak üzere hemen hemen her konuda artık bir şekilde dönüp dolaşıp Değişim Hareketi’ne bağlanınca dediler ki, bu iş sulandı. “Bu KAFFED’i değiştiremeyeceğiz biz, tamam başarısız olduk.” Kapandı. Hareket şunu gösterdi ki bu tür itici dinamikler çok radikal bir şekilde olmasa da federasyonda belirli değişiklikleri yaratıyor. Yarattı da bence. Dolayısıyla ben hiç değişmedi ya da değiştiremediler demiyorum, katılmıyorum. 

Y.G.: Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir. Muhakkak taşlar biraz oynamıştır. 

Ü.D.: Evet. Onlarda hep aynı aks üzerinden muhalefet etmenin yoruculuğu var. İnsanlardan gelen, “Ee sürekli değişim diyorsunuz, hadi.” yaklaşımı var. Şu geldi mesela, “Neyi değiştireceksiniz? Değiştirin de görelim”. Değişim denilen şey böyle yıldırıcı bir şeydir. Diyoruz ki mesela, bu yapılar durağan olmaz ve değişmek zorunda. “Ağzımızın tadı bozulmasın.” yaklaşımı da var bu arada. 

 

KAFFED’e Birleşik Kafkasyacılar mı egemen oluyordu? 

Y.G.: Bir eleştiri daha var. “BKD’ciler egemen oluyordu yapıya.” … Birleşik Kafkasya meselesinde, ben de dünya görüşüm gereği birleşik yapıyı, emperyalizme karşı direnebilmek için isterim. Yugoslavya’nın parçalanmasını istemezdim mesela. Sovyetler Birliği de parçalanmasaydı. Öbür türlü, ‘böl, parçala, yönet’ hakikaten emperyalizmin klasik yöntemi ve bunu uygulamaya da devam ediyor. Ama BKD geleneği sağı temsil ettiği, Birleşik Kafkasya söylemi o kesime mal edildiği için, belki de bu nedenle belli çevrelerde ‘tü kaka’ durumunda ve size de böyle bir eleştiri var. ‘BKD’ciler ele geçirdi’ ya da ‘o anlayış egemen olacaktı’ gibisinden. 

Ü.D.: BKD geleneği Türkiye’de bir dönem bir yer tuttu gerçekten. Dinamik bir yer de tuttu ama neticede dinamizmi sürdüremediler onlar da. Dolayısıyla kendi içlerine çekildiler. Dolayısıyla BKD geleneğinin bugün hala monolitik bir yapı olduğunu düşünmüyorum. Ancak BKD geleneğinin içinde yer almamış ve bugün tam da sizin söylediğiniz gibi konjonktürel olarak Kuzey Kafkasya’da birlik olmanın ya da birlikte hareket etmenin ya da daha fazla atomize olmamanın gereğine inanan birilerini eğer BKD’ci olarak kodlarsak, hele ki bunu suçlayıcı bir tarifle kodlarsak bu doğru ve birleştirici olmaz. ‘BKD’ci gelenek KAFFED’de etkili oluyor’ diyenlere sordum bunu; “Bana, bir faaliyet ya da bir deklarasyon ya da bir ilişki kurma biçimi gösterin ki bu BKD perspektifini yansıtsın.” Var mı öyle bir şey? Yok. Zamanında kendini BKD’ci olarak ifade etmiş birilerinin, federasyon yönetim kurulundaki yirmi sekiz kişisinden ikisi, üçünün olması büyük bir tehlike midir? O zaman korkularımıza çok teslim olmuşuz demektir. Ben öyle bakmıyorum. 

BKD’den en azından benim anladığım şey salt 1918’deki Dağlı Halklar Cumhuriyeti değil. Kuzey Kafkasya’nın geleceğinde, Kuzey Kafkasya halklarının birlikte hareket etmesinin anti-emperyalist bir tutum olduğunu düşünüyorum. O, tarihsel bir gerçeklikti ve geçti. Onu usulünce paketleyip tarihteki yerine koymamız lazım. Ancak “birlikte” hareketi vazeden, çağrı yapan kişi veya kurumlar varsa bunlara da bigâne kalmamalıyız. Bu noktada sanki BKD’ciler gelip KAFFED’in anahtarını alıp ceplerine attı, başkanı da tutsak ettiler gibi bir hezeyan, bir korku var bu rasyonel bir durum tespiti değil, öte yandan bu korku ile birilerini korkutmak da çok ahlaki değil bana göre. Konuyu sürekli işleyenlerden birisi Yusuf Taymaz. Diyor ki, “Her şeyi tartışalım dönüşü de tartışalım ama BKD’ciler olmasın”. Tam tersine BKD’ci dediğin de gelsin, kendini ifade etsin. O da belki aynı şeyi söyleyecek sizinle. Çünkü bir dönem katı Kuzey Kafkasya milliyetçiliğini -varsa eğer öyle bir şey- temsil edenler görece daha muhafazakâr ya da siyasal İslam perspektifinden bakan bir yapı idi ama bu bakış da kendini sürdürmekte zorlanıyor. Öne dizdiğimiz ideolojik kimliklerimiz ve kamplarımız hala ayağımıza dolanıyor ve bunu farkedemiyor oluşumuz üzücü gerçekten. Ama mesela o yapının içerisinde bir dönem bulunmuş ya da o yapıdan etkilenmiş ama bugün geldiğimiz noktada çok berrak zihinle hareket eden bir sürü insan var. Dolayısıyla, BKD geleneğinin KAFFED açısından korkulacak bir şey olmadığını düşünüyorum. Çünkü bahsedilen konu, 1918 Dağlı Halklar Cumhuriyeti, onun ateşleyici nüvesiyse eğer o nüve çoktan söndü. Böyle bir nüve yok. Bunu yeniden ateşlemenin de imkânı yok ama bugün Abhazya’yla, Kabardey’le, Çeçenyay’la, Osetya’nın ve hatta siyaseten Dağıstan’ın aynı noktaya olmasalar bile aynı ufka bakmasının getireceği pozitif yararlar olduğunu düşünüyorum. Bunları bir devlet yapılanması içerisinde toplamanın hiç de kolay olmadığını hepimiz biliyoruz. Böyle bir hayali şu anda siyaseten dillendirebilecek babayiğit de yok zaten. Ama bunu bir sopa olmaktan çıkarmak lazım. 

Y.G.: Olası RF sonrası senaryoların içerisinde bu birleşik yapının olması gerekiyor. 

Ü.D.: Var, olmazsa olmaz zaten. 

 

1.Kuzey Kafkasya İnsani Kriz Komitesi: Rusya-Ukrayna savaşı bağlamında Rusya Federasyonu’nda ilan edilen kısmi seferberlik sonrasında, KAFFED’in çağrısı ve Çerkes Dernekleri Federasyonu, Şamil Vakfı, Alan Vakfı, Kafkas Vakfı, Adige Xase, İstanbul Birleşik Kafkasya Derneği, Çerkes Kadınları Teavün Cemiyeti, Almastı Çerkes Kadın Hareketi, Ankara Çerkes Derneği ve İstanbul Kafkas Kültür Derneğinin katılımıyla 29 Eylül 2022 tarihinde Kuzey Kafkasya İnsani Kriz Komitesi kurulmuştu. 

2.Zatulin: Konstantin Fyodorovich Zatulin, bir Rus politikacı 

 

KAFFED: Kafkas Dernekleri Federasyonu 

ABHAZFED: Abhaz Dernekleri Federasyonu 

ÇERKES-FED: Çerkes Dernekleri Federasyonu 

KKD: Kayseri Kafkas Derneği 

İKKD: İstanbul Kafkas Kütür Derneği 

BKD: Birleşik Kafkasya Derneği 

RF: Rusya Federasyonu 

UNPO: Birleşmiş Milletler’de Temsil Edilmeyen Halklar Örgütü 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz