Bağımsızlık Demokrasi Özgürlük Eşitlik Birlik

Seçimlerin altındaki duygulardan sızan ‘mesajlar’

Âdettendir; Türkiye’de her seçimden sonra medya muhabbetlerinde bir soru hiç es geçilmez: “Seçmen ne mesaj verdi?”… Bu soru anlaşılabilir bir sorudur, çünkü genel olarak herkes bütün karmaşıklığı aşıp, en temel sonucu hem kafasında hem de kamuoyunda belirginleştirmeye çalışır. Bu da anlaşılır bir çabadır, çünkü sosyal bir varlık olan insanın en ayırt edici özelliklerinden biri de karmaşık olayları tasnif edip, anlaşılabilir kılmaktır. Bu ayrıca bir mücadele alanıdır; hangi tasnif, hangi tanım üstün gelecektir? Eğer “bizim” tasnifimize, “bizim” çıkardığımız sonuca dair açıklamalar kamusal alanda ve kamuoyunda daha çok rağbet görürse, bu, seçimlerin “galibiyetinin” ya da “mağlubiyetinin” ötesinde yeniden bir tasdik anlamına gelecektir.

Kuşkusuz, bütün seçimlerde sonuçlar farklı taraflarda, bir galibiyet ya da mağlubiyet duygusu yaratıyor ve bu duygu, hayal kırıklıkları, umutsuzluk, öfke gibi türevleriyle gayet ağır yaşanabiliyor. Çünkü çok karmaşık bir hayat, seçimler vesilesiyle çok net bir şekilde ikiye bölünüyor. Sadece iki kelime -biz ve onlar- o karmaşık hayatı tasnif eder hale geliyor. Bu yüzden, 14-28 Mayıs 2023 seçimlerinin akabinde ortaya çıkan görüntülerin tam tersi 31 Mart 2024 yerel seçimlerinden sonra ortaya çıktı. Örneğin, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Meclis toplantısında Ekrem İmamoğlu’nun ağzı kulaklarına varan, Esenler Belediye Başkanı Tevfik Göksu’nun ise yarı şaşkınlık yarı hüsranla çökmüş yüz ifadeleri ve daha da önemlisi bu görüntülerin sosyal medyada paylaşılması bütün o karmaşıklığı nasıl basitleşip, yoğunlaştığını gösteren çok önemli işaretlerdi.

Yani aslına bakılırsa seçmen “mesaj” vermiyor… Ama çok farklı ve sayısız denebilecek farklı çıkar, motivasyon, kültürel değer ve duyguların toplaşıp, “tek bir oy”a dönüşmesinden bahsedilebilir. İşte bu yüzden bu “tek” oyun oluşmasına yol açan arka plandaki karmaşıklığa dair ipuçlarını toplamak, iç içe geçmiş ve kutuplaşmış hallerimizle birbirimizi anlamak ve konuşmak için çok faydalı olabilir.

Çokluğun sıkışması

Toplumdaki sosyoekonomik konum, kültürel aidiyet, yaşam tarzı, düşünce, hissiyat, duyarlılık, algılar vb. ile birlikte oluşan çok farklı insan profillerinin seçim gibi zamanlarda toplulaşıp, asgari bir güç odağı oluşturan düşünce ve yapılara kanalize olması ve sıkışması sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil elbette. Bu türden radikal sıkışma örneklerinden biri, örneğin 7 Şubat 1992’de imzalanan ve Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun Avrupa Birliği (AB) olması yolundaki son adım olan Maastricht Antlaşması’nın kabul edilmesi sürecinde yaşandı. Antlaşma imzalandıktan sonra birliğe girmek için aynı yıl referandum yapılan üç ülkeden Fransa’da antlaşma %51 “evet”, %49 “hayır” ile kabul; Danimarka’da ise %51 “hayır”, %49 “evet” ile reddedildi. Her iki ülkede de hem evet diyenler hem de hayır diyenler arasında sağcı ve solcu seçmen bloklarına mensup insanlar vardı. Bizdeki 12 Eylül 2010 referandumunda da gene aynı şekilde hem evet diyenler hem de hayır diyenler arasında sağcı ve solcu seçmenler olduğu gibi…

Kutuplaşma da bu tür bir sıkışma hali aslında. Ancak seçim dönemlerini de aşan, büyük ölçüde seçimlerde kendini gösteren derin mücadelenin hayatın her alanına ve uzun yıllara yayılan, kendini yeniden üreten bir sıkışma hali…

Kutuplaşmayı da sadece insanlar arasında gerçekleşen bir yarılma gibi görmemek lazım. Çünkü yarılma, hayatlarının bazı dönemlerinde insanların kendi içlerinde de yaşadığı bir bölünme… Mesela AKP karşısında öfkenin büyüdüğü bu zaman dilimi içinde uzun yıllar AKP’ye oy veren ortalama bir seçmeni düşünelim. Bir tarafıyla muhafazakârlığı, dindarlığı, Erdoğan’ın güç kazandıkça parlatılmış karizmasıyla kendisini AKP seçmeni olarak gören bu seçmenin, son zamanlarda yaşananlara baktıkça, çok zor bir ruh hali içinde olduğunu tahmin etmek zor olmaz. O seçmen kendi içinde bölünmüştür artık… Bir taraftan yolsuzluk, rüşvet, kibir, güç zehirlenmesi, korkunç düzeylere varan ekonomik zorluklar, Filistin meselesinde ikiyüzlü tavırlar; diğer tarafta muhalefette gerçek bir alternatifin olmaması, AKP’nin ilk döneminde sağlanan haklar ve Erdoğan’la duygusal örtüşme… Bunun gibi ya da çok daha farklı duygusal müzakereler sonucunda o seçmen CHP’ye, YRP’ye oy verebilir, sandığa gitmeyebilir ya da her şeye rağmen AKP’ye oy verebilir ve biz o seçmeni “CHP’li”, “AKP’li” gibi etiketler altında görebiliriz ama o seçmenin zihninde ve duygularındaki karmaşıklığı da görmemiş oluruz.

Ya da 12 Eylül 2010 referandumunda verilen oyları düşünelim. “Evet”, “hayır” diyenlerin ya da referandumu boykot edenlerin sadece tek bir duygu halini taşıdıklarını asla iddia edemeyiz. İki seçenekli bir referandumla, hayatın ve anayasanın içeriğinin iki kelimeye sıkıştırılamayacak kadar farklı boyutlar içerdiğini açıktan, kamuoyuna yüksek sesle deklare eden “yetmez ama evetçiler” bile son tahlilde sandığa gittiklerinde tek bir oy -“evet”- kullandılar; oy pusulasının üzerine kafalarındaki alternatif düşünceleri yazamadılar. Hatta tam da ikiye sıkışmayı reddetmeye çalıştıkları için, yaptıkları çalışma, ikili düşünme konforundan çıkamayan ve kolayca düşman üretebilen bir Türkiye siyasal kültürü içinde, bazı kesimler tarafından ihanetle suçlandı. Bu düşmanlık o zamandan beri de tipik Türkiye cemaatçiliğinin linç etme kolaylığı içinde yeniden üretilmeye devam ediyor. Öyle ki, “evet” diyenler arasında bile bu “çoğul” hal, “arada kalmışlık”la, “AKP’li görünmek istemeyenlerin sahteliği” olarak damgalanıverdi.

31 Mart seçimlerinde de, sonuç olarak, çok karmaşık ve çoğul hallerin sıkıştırılarak, temelde ikiye -iktidar ve muhalefet- indirgenmiş haline tanık olduk. Görünürde iki ana damar var: CHP ve AKP ya da bir tür “evet” ve “hayır”… Karmaşık duygular arasından siyaset, düşünce, bilinç vasıtasıyla, güç ilişkisi içinde netleşen iki adet tutum ve tavır ama ek olarak, genel gerilimden bağımsız olmayan YRP ve DEM oyları var.

Burada uzun uzun ayrıntılara girme imkânım yok ama bu seçimlerin oturduğu zaman ve bağlamın küresel bir güvensizlik zamanı olduğunu akıldan çıkarmayalım. Yani kapitalizmin neoliberal versiyonunun, her geçen gün artan eşitsizlik ve adaletsizliğin, giderek daha da otoriter bir dile dalan ulus-devletlerin, dolayısıyla yaşanan derin duygunun anahtar tanımı hale gelen “güvensizlik” dünyasındayız.

Şimdi bu genel ve karanlık “güvensizlik” bulutu altında seçmenlerin verdiği mesajların diplerinde dolaşmaya çalışalım…

Kötülükten bıkmak

Küresel ölçekte yaşanan bu güvensizlik halinin tabii ki Türkiye’ye özgü tezahürleri ve bu hal ile eklemlenen, ondan uzaklaşan haller de var. Öncelikle, bu seçimlerde genel olarak, seçmenlerin çok geniş bir yelpazeye yayılan ve güçlü olma arzusu, ekonomik çaresizlik, aşağılanma, öfke, ortalama muhafazakâr değerler, milliyetçilik ve terör söylemleriyle beslenen cemaatçi bağlanmalar, sınırsız kibir, şiddet ve kutuplaşma dilleri karşısında duyulan bıkkınlık benzeri dürtü ve duygularla hareket ettiklerini gözlemleyebiliriz.

Ancak, seçim öncesindeki propaganda çalışmaları ve sonrasındaki balkon ve otobüs konuşmalarının içeriklerine bakıldığında, seçimlerden çıkan en önemli “mesajlardan” birinin kutuplaştırıcı dile konulan mesafe olduğunu söyleyebiliriz. Yıllardır, muhalefet yapan her kesime kolayca yapıştırılan “hain”, “terörist” benzeri yaftalamaların bütün propaganda süreci boyunca devletin bütün kaynakları kullanılarak sürdürülmesine rağmen, en nihayetinde bu dil prim yapmadı…

Abartmamak kaydıyla, sanki “iyiliğin bulaşıcı” olduğunu gördük hep birlikte… Basmakalıp, romantize edilmiş bir şeyden bahsetmiyorum. İnsanlar arasında, iletişim ve titreşim içinde, korku gibi, cesaret gibi “bulaşan” bir tutum ve davranış yani “sosyal” olarak inşa olan bir dil ya da hal söz konusu… İşte AKP ve özellikle Erdoğan cenahında yıllardır sürdürülen sert ve aşağılayıcı dil karşısında insanlar için özellikle CHP kanadında Kemal Kılıçdaroğlu ile kullanılmaya başlayan göreli olarak yumuşak dil çekim gücü oluşturdu ve etkili oldu.

İnsanlar ve onların değerleri arasında her zaman bir mücadele vardır ve duygusal sermayelerin yan yana gelmesiyle duygusal enerjisi daha baskın olanlar söylemi de ele geçirirler. Seçimlerin atmosferinde de, önemli bir çoğunluk “duygusal olarak iyiliğe hizalandı”. Bir bakıma, insanlar artık kavga eden dilden yoruldular, sıkıldılar ve aslında CHP’ye oy verirken, AKP ve devlet kanadının öfkesine karşı başka bir duyguyla -barış arzusu- ile cevap verdiler… Hatta -İmamoğlu ve Özel’in konuşmalarının yanı sıra, Erdoğan bile balkonunda seçim sonuçları hakkında konuşurken, öfkeli ve aşağılayıcı dilinden oldukça uzak bir tarzı benimsemiş görünüyordu. Başka bir deyişle, gözlerinden ateşler çıkan politikacı yerine, daha mütevazı, daha “iyi”, daha yumuşak bir politikacı dili seçim atmosferine damgasını vurdu. AKP adayı Kurum da -üstünden gelen dalgaya bağlı olarak- gayet kibirsiz bir konuşma yaptı; iyilik dili iktidara bile bulaştı…

Kibir, hamaset, hakaret, aşağılama karşısında köşeye sıkışmışlık hali bir tepki üretti ama kutuplaşmalarda ortaya çıkan “tepki ve aynı şekilde karşı tepki” mantığının da dışına çıkılmış oldu. Bu alternatif sosyal üretim, şatafat (“itibardan tasarruf olmaz”) karşısındaki büyüyen tepkiyle birlikte oya yansıdı. Görgüsüz ve sonradan görme bir şatafat karşısında gösterilen tepki sadece AKP’ye öfkeyle bakan kesimlerden dışarı taştı. Sancaktepe Belediyesi’nin başkanlık makamındaki şatafata dair “Bizim böyle makam odamız yok” diyen bir bakan örneğinde olduğu gibi, bizzat AKP içinde bile “bizimkiler yapıyorsa sorun yok” kabulünde görülen tahammül sınırları aşılmış oldu.

Duygular düz bir çizgi üzerinde seyretmezler. Duygular dünyası adeta yeraltındaki sürekli hareket eden bir magma ya da toprak sathının altındaki humus gibidir. Magma gibi duygular da bazen bir volkandan patlamalarla dışarı akar, bazen buhar olarak dışarı süzülür. Humus yüzeyin altında, birbirleriyle hemhal olan türlü çeşitli canlıya hayat verir. Yani duyguları anlamak için sadece dışarıda görünen şekillere, kimliklere bakmak yetmez. Düşünce, bilinç seviyesindeki gerilimleri, çatışmaları anlamak için magmanın ya da humusun içine dalıp, oradan sızan işaretlere -duygular âlemine- bakmak gerekir…

İşte son seçimlerde, bu derinde seyreden duygu hallerinden beklenmeyen bir şekilde dışarı sızmalar, hatta yer yer patlamalar gerçekleşti. Uzun süreli iç sıkışmalarından sonra ferahlamaya, sevinmeye aç olan insanların, hüsran karşısında “nihayet!” dedikleri bir vesile oldu.

İnsanoğlu/insankızı aslında çok dayanıklı ama gene de yaralar, travmalar iz bırakıyor. Tabii ki, insanlar, iç halkalara çekilme, içe kapanma, konuşmama gibi palyatif, geçici sağaltma yöntemleri buluyorlar. Mesela, 1980’li yıllarda Polonya’da Solidarnosc sendikasının öncülüğünde gelişen muhalefete mensup insanlar her akşam devlet televizyon kanalından haberleri seyretmeyi reddediyor ve seyretmediklerini göstermek için televizyon ekranlarını pencereden sokağa çeviriyorlardı. Milan Kundera’nın,“Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” adlı romanı da bütün edebi kıymetinin yanı sıra, totaliter rejimin altındaki insanların sıkışmışlığının içindeki hayatı anlatıyordu…

Ve insanlar her ne kadar hayatta kalmak için türlü çeşitli taktikleri hayata geçirseler de hafızada çok şey birikiyor. Birikenler, bazen hiç beklenmeyen yerlerden dışarı çıkabiliyor ama her halükârda mutlak bir unutma mümkün değil ve bu unutamama hali hınç, intikam gibi duyguları kolaylıkla besliyor.

Yani uzun süre, her şeyin üstü örtülerek, aynı şekilde yaşanamaz. Bu şekilde var olduğu sanılan düzen süremez. Bu düzen ya değişmelidir ya da toplum anomik bir biçimde içeri doğru patlar, bir tür sönüş yaşar, parçalanır. Değişim ise totaliter dile, korkuya karşı alternatif üretmekten geçer…

Yakın geçmişimizde yaşadığımız “Gezi olayları” bu türden bir duygusal patlamaydı… Ancak AKP ile oluşan düzenin içindeki iktidar ağı değişimi reddetti ve Gezi beklenenin tersine toplumu baskılamanın bir gerekçesi haline geldi. Aradan yıllar geçtikten sonra, her şeyin baskı altında olduğu, sokağa çıkmanın risk haline geldiği bir toplumda 31 Mart seçimleri belki de sandıkta gerçekleşen bir tür “Gezi” oldu; krizin ardından bir dönüşüm ve sıçrama imkânına vesile oldu…

Gezi’de olduğu gibi, hafızada biriken imajlar şimdi çok daha fazla birikti. Özellikle gelecek hakkındaki güvensizlik ve korku netleşti; Gezi zamanında duygular “kent hakkı” yönünde bir düşünceye ve “sokağa çıkma” yönünde tavra evrilirken, sokağa çıkmanın bin türlü risk içerdiği bugün, duygular sandıkta AKP’ye alternatif üretme yönünde bir düşünce ve tavra yöneldi. Bu düşünce çok farklı insanları toparladı ve muhtemelen, seçim ertesi itibariyle, korkuya -totaliter dile- karşı alternatif üretmenin yollarının el yordamıyla inşasına tanıklık ediyoruz…

Burada 81 ilin 11’inde, İstanbul ve İzmir gibi büyük şehirlerin birçok ilçesinde seçimi kazanan kadın adayları da zikretmek gerekir. Kadınların bu seçimlerde daha yoğun yer alması da siyasi dilin yumuşamasında rol oynadı.

Adaletsiz ekonomi ve aşağılananların öfkesi

Tabii ki genel olarak insanların haysiyetli bir hayat sürdürmeleri için gerekli olan asgari ekonomik şartlar, maddiyat ve emeklilerin özel konumu seçimlerde çok etkili oldu. Ama bu sadece kuru kuruya bir “geçinemiyoruz” meselesi değildi. Geçinememek ya da fakirlik çok yönlü bir aşağılanma ve utanma sürecidir. Mahalledeki bakkala, eşine, dostuna ve en önemlisi çocuklarına karşı… Ebeveynlerinden yüksek beklentisi olan çocuklar karşısında çaresiz kalmaktır.  “Uluslararası gurur”, “dünya lideri”, “Türkiye yüzyılı” gibi tipik Türk’ün Türk’e propagandası niteliğindeki kamuoyu ve duygusal manipülasyon üretme tekniklerinin artık işe yaramadığı bir aşamadır. Çünkü bir baba ya da anne, eğer çocukları karşısında “utanıyorsa”, uluslararası itibarın sağladığı duygunun (“gurur”) hiçbir esamisi olmaz.

Ekonomiye katlanılır belki ama bir yerde onu dayanılmaz kılan bir duygusal çöküntü yaşanmazsa dayanılır. Utanç daha fazla gelirse, daha fazla beklenemez. Hele başkaları paranın, tüketimin bütün nimetlerinden yararlanıyorsa! Aslına bakılırsa, bizzat sınıfsal farkın kendisi değil ama yönetenlerdeki şatafat, görgüsüzlük, seçkincilik ve alttaki sınıfları hor görme ve baskılama en derin duygusal yarılmaları ve dolayısıyla devrimci durumları yaratabilme kapasitesine sahiptir. Fransız krallarından Rus çarlarına ya da İran şahlarına kadar bütün kibirli hanedanlar yarattıkları benzer öfkeyle yıkıldılar. Bu hanedanlara başkaldıranlar Robespierre, Lenin ya da Humeyni okudukları için sarayları yıkmadılar. Ama sınırsız bir görgüsüzlük eşliğinde aşağılanmanın öfkesiyle hareket ettiler.

Üstelik kralların ya da çarların zamanından farklı olarak, bugün AKP rejimini oluşturan yeni sınıfların vardıkları bu seçkinci tavrın medyatik dolaşımı çok daha kolay… Her türlü sansür ve haber yapma yasaklarına rağmen… Çünkü görmemiş “seçkinler” bizzat kendileri bu görmemişliklerini sergilemeyi bir marifet sanıyorlar. Masanın üzerine bacak bacak üstüne atıp, fotoğrafta görünen danışmanlarına “emir erlerim” diyen, 5 yaşındaki oğluna milyarlık araba alan, Monako’dan ıstakozlu, havyarlı pozlar paylaşan, Maldivler’den tivit paylaşan ya da 100 binlerce liralık markalı saatler takanlar aynı görgüsüzlük paydasında buluşuyorlar.

Tabii ki bu insanlar ve “Türk halkının buzdolapları, kilerleri hep doludur” diyenlerin, neredeyse “ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” kıvamında saray sofrasındaki yiyeceklerden bahsedenlerin açlık ve yoksulluk zerre kadar umurlarında değil. İstanbul’da doğup büyüdüğü halde, hayatında ilk defa Eminönü’ne bayram gezmesine gelen 17 yaşındaki genç ve ailesinin ancak evde yaptıkları sandviç ve böreği yiyebildiklerini görmeleri mümkün değil.

Ancak seçkinler göremese de, toplumun çok büyük bir çoğunluğu ve AKP seçmeni olan kitle içinde de kuşkusuz çok önemli bir kesim o 17 yaşındaki genci görüyor ve o gençle birlikte aşağılanmışlığı dibine kadar yaşıyor. İşte o aşağılanmışlıktan kaynaklanan öfke belki de en radikal dinamiklerden birini yaratıyor.

Filistin: “iş başka dostluk başka”nın ahlakı

Bu genel eğilimlerin yanı sıra, AKP’den kopuşta -çok büyük yüzdelerle olmasa da- rol oynayan önemli bir duygusal kopuş Filistin meselesinde yaşandı. İsrail Gazze’ye bombalar yağdırırken, görünüşte en “samimi” aktör olan AKP ve Erdoğan’ın kontrolündeki devlet ve şirketler, adeta İsrail’le ticaret yapmaya devam ederek, Siyonist devletin insan öldürme kapasitesinin azalmaması için hiçbir fedakârlıktan kaçınmadılar. Erdoğan İsrail ile yapılan ticarete ilişkin olarak hiç yüzleşmedi, hiçbir mitingde bu konuyu açmadı. Hatta mitinglerde “İsrail ile ticaret yapmayın” diye pankart açanlar toplanıp götürüldü. Erdoğan bu konuyu konuşamazdı; ta ki Almanya Cumhurbaşkanı ile yapılan ve (“o iş bitti” dediği basın toplantısına kadar… Parti kanadından ya da yandaş gazetecilerden gelen meşrulaştırma çabalarına ve gerekçelere (“Reisin bir bildiği vardır”, “İsrail’le başa çıkmak için buna mecburuz” vs…) kimse inanmadı. Özellikle “İslam ümmeti” duyarlılığı daha yüksek olan muhafazakâr seçmenlerde bu ahlaki zaaf affedilmedi. Mutlak teslim olmuşlar hariç, hayal kırıklığı yaşayan AKP’li seçmenlerden YRP’ye doğru ciddi bir kayma oldu.

Bir bakıma Filistin meselesi, seçmenler nezdinde hep duygulara oynayan Erdoğan’ın reel siyasetinin yarattığı “utanç” duygusunu da gözler önüne serdi. Filistin meselesi duyguları hizaya getirmekte yaşanan çaresizliği gösterdi. Dindar muhafazakâr seçmenlerin yaşadığı utanç duygusunun imdadına ise başka bir parti duygusal odak yetişti. Bu “ahlaki zaafı” dile getiren gene “bizimkiler” olarak düşünülebilecek bir parti -YRP- sayesinde Erdoğan’a karşı bu seçmenler oylarıyla isyan edebildiler. Yani insanlar şunu söylediler: “Müslüman mıyız? Eğer öyleysek, o zaman YRP’ye oy verelim…”

Deprem mağduruyla pazarlık

Erdoğan’ın Hatay’da yaptığı ve tehdit içeren konuşma (“Bize oy verirseniz, belediye hizmeti alırsınız”) da duygusal olarak en çok yara açan konuşmalardan biriydi. Erdoğan’ın bu konuşması aslında dolaylı bir açıdan bakıldığında çok ciddi bir doğruluk payı içeriyordu. Tabii ki Hatay gibi baştan aşağı yıkılmış bir kenti yerel bir yönetim devletten yardım almadan kendi başına ayağa kaldıramazdı. Devletin bütün deprem şehirlerinde başat bir rol oynaması kaçınılmazdı. Ancak bu rolü oynamak ve iktidar-belediye işbirliğinin olması için belediyenin iktidar partisinden olmak zorunluluğu yoktu. İşte Erdoğan’ın bu konuşmasına, devlete olan bu mecburiyete ve üstelik Hatay’da CHP’nin çok şaibeli olduğu söylenen bir aday tarafından temsil edilmesine rağmen başa baş bir sonuç çıkması, Adıyaman’da CHP’nin net bir biçimde kazanması yukarıda anlatmaya çalıştığım üstten ve nobran dil karşısında duyulan tepkiyi oldukça açıklayıcı bir nitelik taşıyor…

Arabeskten kalan

Seçimler sırasında AKP’nin kullandığı “Türkiye Bilir, Gerçek Belediyecilik AK Parti’dir” sloganlı bir video, seçmen duygu dünyasıyla girdiği ilişkiye dair ilginç bir bilgi taşıyordu. Videonun bir kısmında ekranda yazılı olan tarihten 1994 yılında olduğumuzu anlıyoruz. Görüntüler bir hastaneden… Yeni doğan bebekleriyle bir aileyi görüyoruz. Ve fonda Gülden Karaböcek’ten “Hatıran yeter” şarkısı çalıyor…

Arabesk kültürünün tornasından geçmiş, kültürel ve duygusal sermayesinin bir yerinde arabesk olan (mesela benim gibi!) bir insan için bu müzikten etkilenmemek mümkün değil. Ve YouTube’da videonun altındaki yorumlardan de belli ki, çok fazla insan çok duygulanmış… Evet, müzik “çok duygulu” ama bu, AKP’nin yarattığı bir duygu mu? Muhtemelen AKP (Erdoğan) ile bir şekilde bağ kurulabilir ama nostalji duygusunu (bende olduğu gibi) bizzat Gülden Karaböcek’in şarkısı yaratıyor…

Toplumda hâkim olduğunu düşündüğünüz birtakım duygular üzerine oynayabilirsiniz. Ancak o duygular yerlerini artık başka duygulara bırakmış, duygular rekabetinde bazıları kaybetmiş olabilir ya da o duygular hâlâ insanların ruh hallerinde yaşıyor olabilir ama dışavurumları bambaşka bir “işlev” görüyor da olabilir.

Bugünkü AKP’yi anlamak için 1970’lerden gelen “arabesk” duyguyu anlamak faydalı olabilir. Acılar ve krizler eşliğinde dönüşen Türkiye toplumunda bir yanıyla “devrimci”, diğer yanıyla “muhafazakâr-milliyetçi-İslamcı” toplumsal hareketlerde tezahür eden bu değişim sancısının dışa vurduğu yerlerden biri -şiddetin yanı sıra- arabesk kültür idi. Refah ve Fazilet partilerinin oturduğu sosyokültürel damarda arabesk de vardı. 2000’li yıllara geldiğimizde de, sınıfsal ve kültürel olarak Refah geleneğinin devamına oturan AKP’nin seçmen kitlesinin duygusal haritasında da arabesk vardı. Tarihsel ve toplumsal bağlamda travmalarla boğuşan bir toplumda, Hilmi Yavuz’un o meşhur “Hüzün ki en çok yakışandır bize” dizesinin neden bu kadar yer etmiş ve içselleşmiş olduğunu da akılda tutalım. Bu duygu hali, kendisini anlatmaya, mecrasını bulmaya çalışan, utangaç (“Bir teselli ver”, “Batsın bu dünya”…) bir ruh hali… Duygusal sermayesinde bu türden malzemeler bulunan bir toplumsal hareketin zaman içinde kazandığı güçle iktidara yürüdüğüne tanıklık ettik. Ancak, hep alttan alta akan aşağılanmışlık, ruhsal kırılganlık ve mağdurluğun, özellikle hareketin seçkinlerinde giderek nasıl mağrurluk, aşağılama, güç ve kibir ürettiğini de akılda tutalım… Yani bir zamanlar “Feryada gücüm yok, feryatsız duy beni” diyen Orhan Baba da iktidardaki yerini alırken, artık bu kesim için aşağılanmışlıktan bahsetmenin mümkün olmadığı bir zamandayız.

Ama gene de yüzyılların birikiminden gelen, yok olmayan, unutulmayan bir alt akıntı var ve bu sadece AKP kitlesi için geçerli değil. Arabesk duygunun bir versiyonu olarak bazı “mağdurluklar” karşısında duyulan empati bu… Örneğin siyaset yasağı ve yaşadığı hapis süreci Erdoğan’ın imajında önemli bir yer tuttu. “Bu kardeşiniz”, Erdoğan’ın en çok başvurduğu kendisinden bahsediş şekillerinden biri oldu. Son birkaç seçimde onun için hazırlanan seçim afişlerinde de hafif romantik, mahzun ve şefkatle baktığı portresinin de muhtemelen etkili olduğu fark edildi…

Bu mağduriyet karşısında harekete geçen duygunun bir versiyonu 2019 seçimlerinde Ekrem İmamoğlu için de geçerliydi. Tekrarlanan seçimde, bir öncekini iptal ettiren otoriteyi adeta cezalandırmak ve adaletsiz bir uygulamaya maruz kalan mağduru da ödüllendirmek üzere 800 bin gibi bir sayıya ulaşan çok daha fazla oy verildi.

31 Mart seçimlerinde de bu adaletsizlik duygusunu besleyen pratikler yaşandı. Örneğin, normal şartlarda kendi işleriyle uğraşmaları gereken bir sürü bakan ve valiyle özellikle İstanbul’da sahaya inen bir AKP imajı söz konusuydu. Buna ek olarak, muhalefete yer vermeyen, iktidarın sesi haline gelen devlet televizyonu, AKP lehine her türlü manipülasyonu yapan merkez medya, sosyal medyada “görevli” troller seçim öncesinde kamuoyunu epey meşgul etti. Seçimler sırasında ve sonrasında da bu adaletsiz ortam devam etti. Taşıma askerlerle üretilen sahte seçmenler (Kars, Şırnak), baskı, gasp (Bitlis, Van), kaybedenlerin terk ettikleri belediyeleri akamete uğratma (Manisa, Üsküdar) gibi çabalara rağmen ya da belki de tam da bu “çabalarla” yaratılan adaletsizlik duygusu yüzünden AKP oy kaybetti.

Sonuç olarak, öyle anlaşılıyor ki, bütün bu arabesk hafızanın oy vermek için yeterli bir duygusal enerjiye sahip olmadığı anlaşılıyor. Bir mağduriyet duygusu olarak arabesk, mağrur ve kibirli bir iktidarın imajına denk gelmiyor. Bu arada duygusal iletişim tekniği olarak, “romantik” ve şefkatle bakan Erdoğan sağ elini kalbinin üzerine koyarken, İmamoğlu kollarını sıvayarak mesajını veriyor. Bunun bir sembol olduğunun farkında, kravatını sıvamaya başladığı zaman o da (bizim bildiğimiz gibi) biliyor o beklenen hareketi yaptığını… Adaletsiz bir seçim sürecine rağmen, kollarını sıvayarak geleceğe soyunduğunu, bir iddia taşıyabilecek bir güce sahip olduğunu gösteriyor.

Bir cemaat duygusu olarak milliyetçilik ve din

Bu köşede çok yazdığım için uzatmayayım… Küresel ölçekte, yabancı düşmanlığı, ırkçılık, popülizm gibi sorunların en çok başvurduğu milliyetçilik ideolojisi aslında modern zamanlar ve kapitalist piyasa ilişkilerinde dinselleşmiş bir içerikle yeni bir cemaat kurmaktan başka bir şey değil. Bir tarafıyla yukarıdan aşağıya kurulan, diğer tarafıyla bir arada yaşamak isteyen insanların aşağıdan yukarı ürettikleri ve “yuva” sunan bir “duygusal kap” niteliği taşıyor. Bu seçimlerde, şimdiye kadar AKP-MHP koalisyonunun tekelinde olan bu kabın CHP tarafından da içselleştirildiğine tanık olduk. Şimdiye kadar CHP cephesinde bir türlü devlet dilinden çıkamayan bu ideoloji, yuva ihtiyacında olan insanların duygularıyla titreşime girdi. Ekrem İmamoğlu, Mansur Yavaş gibi figürlerle, CHP sadece seküler duygulara hitap etmekten çıkıp, Fatih Sultan Mehmet’i ve Atatürk’ü, ve de dini aynı potaya koyup, duygusal titreşim alanını genişletti.

Aslına bakılırsa, bu seçimler, Türkiye’de sağ ve sol siyasetlerin de yeniden tanımlandığına dair işaretler verdi. Sağ kanatta “solcu” siyaseti değil belki ama “sol” gibi görünen siyasette “sağcı” siyasete dair retorik kullanımı yapmacıklıktan uzak bir şekilde siyaset sahnesine yansıdı, “doğallaştı”. CHP’deki geniş yelpazenin içinde, Kuran okuyan İmamoğlu, Bursa’da ve Balıkesir’de seçimleri kazanan yeni belediye başkanlarının ilk çalışma gününe sabah namazı ile başlamaları da var, Afyon’da adeta bir dini inanç ve tapınma ritüeli olarak “Andımız”ın topluca söylenmesi de var… Bolu’nun mülteci düşmanlığıyla meşhur olmuş belediye başkanı, Mamak’ta çocuk göçmenleri sınır dışı edeceğine dair sözler veren başkanlar da var.

Çok farklı katmanlardan, farklı güvensizliklerden oluşan küresel ölçekteki risk toplumunun ve popülizm dalgasının Türkiye versiyonunda da Avrupa’dakine benzer süreçler yaşandı. Türkiye’de yabancı düşmanlığı konusunda şampiyon olan Zafer Partisi’nin ırkçılığı çok etkili olmadı ama CHP’deki ırkçılar zaten belli bir duygusal “işlevi” yerine getirdiler. Bir zamanlar Fransa’da ırkçı Le Pen’in, “Ben diğer partilerin içlerindeki duyguyu yüksek sesle söylüyorum” demesine benzer şekilde, bizde Ümit Özdağ benzer bir duyguya tercüman oldu. Ancak gene Fransa’da (ve diğer birçok Avrupa ülkesinde) olduğu gibi, bütün merkez partiler, aşırı sağ ile rekabet etmek için ırkçı söylemlere sahip çıkmışlardı.

Dolayısıyla, artık oy getirmeyen “ensar-muhacir” söyleminden vazgeçen AKP, Geri Gönderme Merkezleri vasıtasıyla mültecileri sınır dışı etmenin yollarını ararken, CHP de tipik bir merkez parti olarak, toplumda çok farklı kesimlerin (yabancı korkusuyla bezenmiş) duygusal yuvalarını kendi şemsiyesi altında toplamaya gayret ediyor.

Siyasal amaçlar ve ileride bu türden duyguların tamamına hitap etmenin doğuracağı sakıncalar bir kenara, belki de ilk defa insanlar içlerindeki melez hali, melez duyguları saklamak zorunda kalmıyor, ait oldukları çemberin duygusal iktidarına hizalanmak zorunda kalmıyorlar; duygular ve çemberler arasındaki geçişkenlik artıyor ve bu da katı kutuplaşmayı gevşetiyor.

Ancak, bu kadar geniş bir duygular yelpazesinin inşası CHP’nin uzun süre bu şekilde devam edebileceğine dair bir garanti getirmiyor. Çünkü önyargılar ve intikam duyguları hemen yok olmuyor. Örneğin, seçimlerin hemen ertesinde “galibiyeti olgunlukla karşılayalım” vurgusu yapan Özgür Özel ve benzer duygulara sahip seçmenlerle, Üsküdar’daki seçim başarısı üzerine, “sanki ilçedeki ayak kokusunun gidip, her yerin nergis, sümbül kokmaya başladığına aklını kaçıracak kadar çok sevinen” seçmenler şimdilik aynı partinin şemsiyesi altındalar.

Sonuç: Ağır abiler biraz rahatlayın!

Bu yazıya, sertlikten bıkan toplumsal kesimlerin duygularından söz ederek başlamış ve CHP’nin kullandığı seçim ve söylem taktikleriyle, yumuşak bir dilin seçimlerin sonucuna etki ettiğini vurgulamıştım. Şimdi madalyonun öbür yüzüne biraz daha bakalım. Bünyesinde, ırkçı olup seçim kazanan belediye başkanlarını barındıran bir CHP’nin bu haliyle -klasik deyimle- Türkiye’nin önünü açabileceğini düşünmek pek mümkün değil.

Seçimden önceki günlerde Afyon’da DEM’lileri içeri almamaya soyunan bir belediye başkan adayının öfke ve nefretini konuşuyorduk. Sonra Bolu’da “bunlar öğrenci mi belli değil” dediği Afrikalı üniversitelilere toplu taşımada astronomik zamlar yapacağını bir marifet gibi müjdeleyen belediye başkanını dinledik. Seçimin hemen ertesi günü ise, Ümit Özdağ’ın ruhundan esintiler taşıyan Bursa, Kilis, Yalova, Uşak, Beyoğlu Belediyeleri, meclis toplantılarında aldıkları kararlarla, şehirlerindeki “yabancı” (Arapça ya da Kürtçe anlayın) tabelalara savaş açıp kaldırmaya başladılar. Aynı kişiler, İngilizce, Fransızca gibi havalı tabelalara (restaurant, café, houkah, music hall… sayın sayabildiğiniz kadar) ses çıkarmayarak açıkça çifte standartlı davrandılar. Irkçı olmaktan utanmayan ya da yabancı düşmanlığının prim yaptığı ortama uyum sağlayan bu şahsiyetlerle yukarıda sözünü ettiğim kötülük karşıtı dilin ne kadar dayanacağının da garantisi yok.

Böyle bir garanti yok… Çünkü hiçbir dil/kimlik tek başına inşa olmaz. “Bizimle” birlikte hareket ettiklerini düşündüğümüz insanların ve “karşı” tarafın ne yapacağı da kimliklerimizi etkiler. Unutmayalım, AKP’nin şimdiye kıyasla “demokrat” olduğu zamanda ortaya çıkan Gezi hareketinin yarattığı korku -diğer şartların yanı sıra- AKP’yi bugünün otoriter partisine dönüştürmekte büyük rol oynadı. Hatırlayalım, Erdoğan’ın mühim danışmanlarından Mehmet Uçum (muhtemelen TKP kökeninden beslenen bir kavram hafızasıyla) Gezi’yi “karşıdevrim” olarak nitelendirmişti. Uçum’un Erdoğan ve AKP’nin paranoyasını ne kadar tahrik ettiğini bilemeyiz ama o döneme kadar göreli olarak “barış süreçlerini” kotarmış olan bir partinin içindeki ruh halinin, “karşıdevrim” karşısında korku ve teyakkuz olarak tezahür etmiş olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla her türlü “karşıdevrime” karşı savaşmanın mantığı ve duygusal payandası mutlak bir ikilikle inşa olur. “Eski günler geri döner” tehlikesine karşı devreye sokulan “ihanet”, “terör” söylemleri eşliğinde “proletarya diktatörlüğü” benzeri pratiklerle savaş hali ilan edilir.

Son olarak, evet böyle bir garanti yok ama böylesine “ağır abi” dillerini boşa çıkaran, “ciddi duyguların” yanı sıra daha minör gibi görünen ama hiç de önemsiz olmayan pratikler var. Hayat sadece partiler arasındaki oy rekabetinden oluşmuyor. Ya da seçimler sadece “seçim” değildir, aynı zamanda “oyun”dur. Arendt ya da Huizinga gibi düşünürlerden esinlenirsek, siyasal eylem yaratıcıdır ve bizzat kendisi özgürlüktür. Her kelime, her hareket bir sembole dönüşür. Bu sembollerin de devreye girdiği oyunu oynayanlar aynı zamanda mizah da taşırlar. “CHP’li rüzgâr başımı açıyor!” diye kendisini de mizah konusu yapan CHP seçmeni başörtülü genç kadın ya da sosyal medyada AKP İzmir adayı Hamza Dağ için, “Ramazanda barları gezip günah işlediğiyle kaldı” diye espri yapanların örneklerinde görüldüğü gibi, bu mizah, keskin sınırları gevşetir, iç içe geçişleri daha da kolaylaştırır.

Çok uzattığımın farkındayım ama uzun lafın kısası seçimler vasıtasıyla gördük ki, kutupların altında iç içe geçen, akışkan ve çok çeşitli kaynaklardan beslenen duygular var. Çünkü hiçbir kamp homojen değil… Seküler ya da dindar diye bildiğimiz kesimler de kendi içlerinde bölünmüş durumdalar. Buna karşılık, ezberimizdeki “seküler” ve “dindar” kesimler arasında çok güçlü geçişkenlikler var. Örneğin, dindar ve seküler insanların “ortak bir vicdan” hareketi içinde, 23 Mart’ta İstanbul’da bir araya geldikleri “Filistin Vicdan Mahkemesi” bunun en güzel örneğini sunuyor. İşte bu karşılaşma ve titreşimlerin kavşaklarında yer alan İmamoğlu ve Özel’de izlediğimiz söylem ve tavırların, “barış dilinin ve duygusunun” önümüzdeki kısa ve orta vadede gücünün devam edeceğini bir iyimserlik politikası adına tahmin edebiliriz.

Yani şimdiki dünyada korku ne kadar güçlüyse, korkunun oynadığı rolü sınırlayan duyguların da daha az güçlü olmadığını söyleyebiliriz.

Ferhat Kentel
Ferhat Kentel
Son olarak, kapatılan İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi olan Ferhat Kentel 1981’de ODTÜ’de işletmecilik lisans eğitimini tamamladıktan sonra 1983’te Ankara Üniversitesi SBF’den yüksek lisans ve 1989’da Paris, Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’den sosyoloji doktora derecesi aldı. 1990-1999 arasında Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü’nde, 2001-2010 arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Fransa’da Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’de ve Université de Paris I’de çeşitli dönemlerde misafir öğretim üyesi ve araştırmacı olarak bulundu. Türkiye’de ve yurtdışında çeşitli kitap ve dergilerde modernite, gündelik hayat, yeni sosyal hareketler, din, İslâmi hareketler, aydınlar, etnik cemaatler üzerine makaleleri yayımlandı. Yayınlanmış araştırma ve kitapları şunlardır: Ermenistan ve Türkiye Vatandaşları. Karşılıklı Algılama ve Diyalog Projesi (Gevorg Poghosyan ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2005; Euro-Türkler: Türkiye ile Avrupa Birliği Arasında Köprü mü Engel mi? (Ayhan Kaya ile birlikte) İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2005; Milletin bölünmez bütünlüğü: Demokratikleşme sürecinde parçalayan milliyetçilik(ler) (Meltem Ahıska ve Fırat Genç ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2007; Belgian-Turks: A Bridge, or a Breach, between Turkey and the European Union? (Ayhan Kaya ile birlikte), King Baudoin Foundation, Brüksel, 2007; Ehlileşmemek, düzleşmemek, direnmek, (Söyleşi: Esra Elmas), Hayykitap, İstanbul, 2008, Türkiye’de Ermeniler. Cemaat-Birey-Yurttaş (Füsun Üstel, Günay Göksu Özdoğan, Karin Karakaşlı ile birlikte), İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2009; Yeni Bir Dil - Yeni bir Toplum, (Söyleşi: M.Talha Çiçek, Gülçin Tunalı Koç), Bilsam yay., Malatya, 2012; “Kır Mekânının Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Dönüşümü: Modernleşen ve Kaybolan Geleneksel Mekânlar ve Anlamlar” (Murat Öztürk ile birlikte), TÜBİTAK araştırması, 2017.

Yazarın Diğer Yazıları

12 Eylül’le yüzleşmek, 12 Eylülcülüğü aşmak

Bazılarına göre, AKP iktidara geldiğinden beri, yani 2002’den beri ama bana göre yaklaşık 10-15 yıldır Türkiye derin bir devlet krizi yaşıyor. Özellikle 2018’de fiilen...

Neoliberal popülist ahlaksızlığa karşı evrensel ahlak

Biraz sayılarla konuşalım. Türkiye’de asgari ücret civarında maaş alan insanların genel çalışan nüfusa oranı yüzde 55’ten çok. AB ortalamasında bu oran yüzde 10’dan az. Türkiye’ye...

“Maarif” marifetiyle yeni “makbul vatandaş” kurma çabaları

Millî Eğitim Bakanlığı tarafından hazırlanan "Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli" adını taşıyan yeni bir müfredat taslağı toplumun ne kadarına ulaşabildi, bilmiyorum. Ama MEB’in duyurusunda şöyle...

Sosyal Medyalarımız

4,890BeğenenlerBeğen
1,353TakipçilerTakip Et
4,000TakipçilerTakip Et

Son Yazılar

- Advertisement -spot_img