1 Mayıs’ın 2. Enternasyonal tarafından İşçi Sınıfının Uluslararası Birlik Mücadele ve Dayanışma Günü olarak her yıl kutlanmasını kararlaştırılmasının üzerinden tam olarak 134 yıl geçti. Bu uzun tarihsel kesit içerisinde kuşkusuz çok önemli değişimler yaşandı. Yeni teknolojilerin ortaya çıktığı, işçi sınıfının niceliksel ve niteliksel olarak önemini yitirdiği, yeni teknolojinin sanayi işçisinden çok farklı, üretim sürecinin tamamına hâkim yeni bir çalışan tipini ortaya çıkarttığı, sınıfsal bakış açısıyla dünyayı yorumlamanın çağdışı ve sınırlayıcı bir yaklaşım olduğu tezleri çokça işlendi.
En genel anlamıyla teknoloji, insanların gereksinimlerini karşılamak için kullandıkları araç ve yöntemlerin tamamıdır. İnsanın doğaya etkide bulunarak ilk ürünü elde etmeyi başardığı günden bugüne teknoloji, birbirine eklenen bilgiyle sürekli gelişmiştir, gelişmeye devam etmektedir. Teknolojik gelişme kuşkusuz çalışma biçimlerini etkilemekte ve değiştirmektedir.
Ancak bu değişimde teknoloji ve teknolojinin sağladığı olanaklar sınıfsal bir tercihin ürünü olarak devreye girmektedir. Teknoloji özne değildir. Teknoloji insan niyetinden ve düşüncesinden bağımsız olarak gelişmez. Teknolojik gelişme insanın kontrolünde olmayan bir dinamikten ortaya çıkmaz. Teknoloji verili bir üretim sisteminden, bu üretim sistemini koruyup kollayan siyasal ve toplumsal kurallardan ve inançlardan bağımsız değildir. Aksine teknolojinin gelişimini ve nasıl uygulanacağını bu olgular şekillendirmektedir. Teknolojinin özneleştirilmesi ile bu gerçekliğin üzeri örtülmek istenmektedir.
Somut olarak söylemek gerekirse, teknolojiyi üretime yansıtıp yansıtmama konusunda teknolojiye sahip olmuş olan sermaye bir karar vermekte ancak bu karar doğrultusunda harekete geçildiğinde teknolojinin değişim etkisi ortaya çıkabilmektedir. Kararı veren sermayedar ise kâr dürtüsüyle harekete geçmektedir. Teknolojik değişim, teknolojinin sahibine daha çok kâr getiriyor, ona rakipleri karşısında rekabet üstünlüğü sağlayabiliyorsa üretime yansıtılmaktadır. Bir başka ifadeyle hiçbir sermayedar veya girişimci, teknoloji gelişti, gelişen teknoloji sayesinde insanların yaşamlarını kolaylaştıracak mal veya hizmetler üretebiliriz; bu ürettiğimiz mal veya hizmetlerle insanları daha rahat yaşatırız diye teknolojiye yatırım yapmamakta, teknolojileri bu amaçla devreye sokmamaktadır. Sermayedarı harekete geçiren temel dürtü, daha gelişmiş teknoloji sayesinde üreteceği mal veya hizmetler üzerinden daha çok kâr elde etmektir.
Bugüne kadar üretime yansıtılan tüm teknolojik değişimler çalışan-çalıştıran ilişkisinde işverenin çalışan üzerindeki denetimini artırmıştır. Hukuk terminolojisiyle söylersek hiçbir teknoloji, işverenin işçi üzerindeki yönetim hakkını ortadan kaldırmaz. Hiçbir işveren hiçbir teknolojik gerekçeyle yönetim hakkından vazgeçmez. Teknoloji işçiyle işveren arasında kurulan ilişkinin hukuki dayanağını ve çerçevesini değiştirmez. Teknolojinin üretime işveren tarafından yansıtılmasının bir anlamda önkoşulu işgücü üzerindeki denetimin her durumda işverende kalmasıdır. İşveren işgücü üzerindeki denetim hakkını kaybettiğinde artık sistem kapitalist bir ekonomik model olmaktan çıkmış demektir. Kapitalist ekonomik model var olduğu sürece teknolojinin üretime yansıtılması, kısaca teknolojinin dönüştürücü etkisi yeni üretim tekniklerini, bu yeni teknikleri kullanmada uzmanlaşmış işçileri, yeni ürünleri, bu yeni ürünleri üreten yeni meslekleri ortaya çıkarsa da bağımlılık baki kalacaktır. Diğer yandan teknoloji, teknolojinin yıkıcı etkisiyle bazı iş ve bu işi yapan mesleklerin ortadan kalkmasında, artan işsizlikte kendini göstermektedir. Öte yandan teknoloji, teknolojinin yaratıcı etkisiyle yeni iş alanları, yeni meslekler, yeni tüketim malları, yeni hizmetler anlamına gelmektedir. Her iki durumda da işçi işverene işgücünü ücret karşılığı satan kişi olmaya devam edecektir.
Nitekim bilgi iletişim teknolojisinde yaşanan gelişmelerin üretime yansıması sonucu işler, işyeri, işin yapılış biçimi farklılaşmıştır. Ne var ki işçi statüsünü belirleyen, işçinin vasıf ve bilgisinin, kısaca çalışma yetenek ve becerilerinin değişip artması değil, bu becerilerini işverenin emir ve talimatları altında tüketmek için iş sözleşmesi aracılığıyla satıyor olmasıdır. Dolayısıyla teknolojik değişim iş ilişkisinin özünü değiştirmemiştir. Üstelik iletişim teknolojileri sadece işleri, işin yapılış biçimini değiştirmemiş, işçilerin üretim sürecinde eskiye oranla daha yoğun ve katı bir şekilde denetlenmesine olanak sağlayan yeni teknolojileri de kullanılabilir hale getirmiştir.
Yeni teknoloji sayesinde işçileri denetim altına alma yöntemleri işçilere giymeleri veya takmaları zorunlu tutulan aletler aracılığıyla da yapılabilir hale gelmiştir. Örneğin işçiye giydirilen veya takılan aletler sayesinde işçinin kalp atış hızı ölçülerek iş yaparken stresli olup olmadığı saptanabilmektedir. Geliştirilen bir sensörlü eldiven işçinin doğal el hareketlerini algılayıp işçiye geri bildirim yapmaktadır. Bu eldiven sayesinde “BMW Group Fabrikası’nda kullanılan eldivenin tarama başına 5 saniyeye kadar; satış sonrası deposu için ise günlük 4.000 dakikaya [66,6 saat] kadar çalışma süresi tasarrufu” sağlandığı belirlenmiştir.
İşçinin işgücünü satarak yaşamını sürdürmek zorunda olan kişi olması en önemli açmazıdır. Üstelik içinde yaşadığı kapitalist sistemde iş sahibi olması neredeyse insan yerine konulmasının önkoşulu haline getirilmiştir. İşi olmayanın diğer tüm sosyal kimliklerini yaşaması olanaksız hale getirilmiştir. İşçi, çalışmanın kutsandığı bir düzende çalışmak zorunda olan, çalışmazsa toplumdan dışlanacak olan kişidir. İşi, işçinin topluma temel aidiyet noktası, sosyal kimliği haline gelmiştir.
İşçinin yaşamının merkezine oturtulmuş olan iş, işçide derin bir işyeri aidiyeti yaratmıştır. Özellikle, altın yakalı, beyaz yakalı, bilgi işçisi gibi pozitif sıfatlarla tanımlanan, yüksek teknoloji kullanan çalışanlarda işin gereklerini eksiksiz yapmak, işverenlerin belirlediği iş ahlakı kurallarına eksiksiz uymak, davranışlarını bu çerçevede sürdürmek doğrultusunda içselleştirilmiş bir anlayış gelişmiştir. Bu çalışanlar için iş, kendini ifade etmenin en önemli biçimi olmuştur. İş sadece gelir getiren bir faaliyet değil, işçinin kendini gerçekleştirmesinin, yaratıcılığını ortaya koyarak yararlı hissetmesinin aracına dönüşmüştür. İşi, işin gereklerine göre yapmak kariyer basamaklarını çıkmanın en önemli koşulu haline gelmiştir. Kariyer ise en az ücret kadar çalışmayla ulaşmak istenen bir hedefe dönüşmüştür. Kendini işine adayan, işin gereklerini ölçü alıp kendini acımasızca denetleyen bir çalışan tipi ortaya çıkmıştır. İşe geç kalma kaygısıyla kurulan bir çalar saat, geç kalındığında tembel olarak suçlanma korkusu, işi yetiştiremeyince duyulan mahcubiyet, iş arkadaşları içerisinde haftanın, ayın, yılın işçisi seçilerek kabul görme istemi, işverenin fiziksel denetiminin yerini alan, bu denetimi gereksizleştiren, içselleştirilmiş ucuz ve etkili bir denetim mekanizması haline gelmiştir.
“1 Mayıs’ı var eden tüm istemler halen güncelliğini korumaktadır. Halen ‘8 saat çalışma, 8 saat dinlenme, 8 saat canımız ne isterse’ sloganı geçerlidir. Halen insanlığın önünde sömürüsüz bir dünya yaratma görevi durmaktadır”
Dolayısıyla teknolojik gelişmenin doğurduğu çalışma biçimlerinde işçinin denetimi sadece elektronik gözetlemeyle yapılmamaktadır. Ayrıca çalışanın kendisini işyeri aidiyeti üzerinden tanımlaması, işyeri aidiyeti üzerinden bir kimlik edinmesi, iş arkadaşlarıyla girdiği rekabet, ödül alma istemi, kariyer planları, güvencesiz hissetme duygusunu işveren açısından vazgeçilmez hale gelerek giderme istemi, içsel denetim mekanizmaları olarak işçinin üzerindeki görünmeyen denetimi bir üst aşamaya çıkarmaktadır.
Yeni teknolojilerin verdiği olanaklar sayesinde gerçekte bağımlı olan, görünürde ise bağımsız, kendi nam ve hesabına çalışıyor gösterilen, hiçbir güvencesi olmayan işçi grupları ortaya çıkmıştır. Bir kişinin bir iş organizasyonu kurup ekonomik risk almasıyla birinin bir başkasının kurduğu iş organizasyonu içerisinde ekonomik risk alması aynı şey değildir. Bir başkasının kurduğu iş organizasyonu içerisinde çalışan ekonomik risk almaya zorlanmaktadır. İş organizasyonunu yapan, riski kendi üzerinden çalışana aktarmaktadır. Alınan risk, gönüllülük temelinde alınmış bir risk değildir. Riskin alınması, yeni çalışma ilişkisini tek taraflı dayatma olanağına sahip iş organizasyonunu yapanın bu organizasyon içinde çalışana başka tercih bırakmamasından kaynaklanan bir durumdur.
Platform çalışması bu olgunun tipik örneklerinden biridir. Genel anlamda bir iş ilişkisinde, çalışanın, ekonomik riski üzerine almasıyla platform çalışmada ekonomik riski üzerine alması aynı şey değildir. Olağan iş ilişkisinde kârdan pay alma bazen bir ücret ödeme şekli, bazen prim gibi teşvik edici bir uygulamadır. Platform çalışmasında, çalışanın yaptığı işin sonucuna göre para alması, özgür iradesine dayalı bir risk alma değildir. Platform çalışma, belirli konularda uzmanlığı olanları ekonomik bir risk almadan müşteriyle karşı karşıya getirip, para kazanmak için yapılmış bir organizasyondur.
Kısaca, platform çalışma bu doğrultuda tek örnek değildir. Yeni teknolojiler sayesinde daha uzun sürelerle, daha düşük gelirle çalışmak zorunda kalan, yasaların getirdiği tüm korumanın dışında bırakılmış, sosyal güvenlik hakkından fiilen yoksun kalmış çalışanlar hızla artmakta, güvencesiz istihdam genel istihdam biçimine dönüşmektedir.
Dolayısıyla başta uzun çalışma saatleri olmak üzere 1 Mayıs’ı var eden tüm istemler halen güncelliğini korumaktadır. Halen “8 saat çalışma, 8 saat dinlenme, 8 saat canımız ne isterse” sloganı geçerlidir. Halen insanlığın önünde sömürüsüz bir dünya yaratma görevi durmaktadır.