Diaspora, evrensel sözlük anlamıyla bir halkın, köken ülkesi dışındaki farklı bölgelere dağılmış topluluklarını tanımlar ama bu sadece coğrafi bir dağılma değil; aynı zamanda kimlik, aidiyet ve kültürle ilgili zorlu bir mücadeledir. Bu mücadele, kuşaklar arasında farklılık gösterirken; çağın gereksinimleriyle yeniden oluşur. Her kuşakta aynı mücadele, farklı metotlarla ve benzer hislerle verilir. Bizler de bu mücadeleyi yüzyıllardır çift yönlü bir kimlikle sürdürmeye çalışan Kafkas halklarıyız; hem bulunduğumuz ülkelere ait olma çabasıyla emek veriyor hem de anavatanımıza duygusal bir bağlılık taşıyoruz. Asıl mesele ise diasporik kimliğimiz. Mesela Türkiye’de Çerkes olmak… Doğduğumuz, büyüdüğümüz, emek verdiğimiz topraklar buralar. Ama buraya ait hissediyor muyuz? Ya da anavatanını hiç görmemiş milyonlarca insan kendini oraya ait hissediyor mu? Diasporada kimlik, tam olarak bu soruların cevabıdır aslında. Hem bulunduğumuz ülkeye ait olma çabasıyla emek verir hem de anavatanımıza -hiç görmemiş olsak bile- büyük bir duygusal bağlılık taşırız.
Sürgünden sonraki birinci ve ikinci kuşak için anavatanla duygusal bağlılığın taşınmasında rol oynayan sözlü tarih ve diaspora iç içeydi; bazı hassas travmatik anıları ise sonraki kuşaklara aktarmamayı seçerek bir “suskunluk” kültürü benimsediler. Aile içi buluşmalarda ve yaşlıların kendi aralarındaki sohbetlerinde, belirli olayların anlatılmaması yönünde adeta “suskunluk yemini”nin varlığından söz edilmektedir. Bu bilinçli sessizlik, kolektif hafızanın şekillenmesinde ve kuşaklar arası kültürel aktarımda önemli bir rol oynamaktadır.
Üçüncü kuşakta benzer hisler olsa da aidiyet hissi farklılık göstermeye başlıyordu. Evde anadillerini, dışarıda ise bulundukları toplumun dilini konuşmaya, iki kültürü de öğrenmeye ve yaşamaya başlamışlardı. Hatta bu kuşak her iki kültürün arasında bir köprü kurmaya başlamıştı çoktan. Türkiye’de 1960’lara kadar çift kimlik mücadelesini veren bu kuşak, asimilasyon korkusuyla atalarının kurmuş olduğu köylerden bile uzun süre çıkmamıştı. O dönemde gelişen sanayileşmeyle birlikte köyden kente göçler başlamış ve bu da beraberinde kültür alışverişini hızla getirmişti. Bazılarımız bu durumu Çerkesler için kırılma noktası olarak görür. Aslında bu durum insanların, çağın gerektirdiği haliyle hayatta kalma mücadelesidir…
Z Kuşağı, kendi çağının gereksinimleriyle kültürünü ortak bir paydada tutmaya çalışan dördüncü kuşağın çocuklarıdır. Dördüncü kuşak, büyük çoğunlukla köylerde doğmuş ve sonradan kente göç etmiş; kültürü dernekler aracılığıyla yaşatmaya çalışan, anadili konusunda çekimser yaklaşan toplumsal bir gruptur. Büyük çoğunlukla da evde çocuklardan “gizli” bir durum olduğunda anadilde konuşmayı tercih eden bu ebeveynlerin yeni nesli anlamaya çaba gösterdikleri görülse de başarabildikleri pek de söylenemez.
Z Kuşağı ise tüm bu kuşakların arasında en farklı olanıdır. Tamamen dijital bir dünyaya gözlerini açan bu kuşağın cesareti aslında takdir etmeye değer. Her iki kültürü de bir şekilde yaşamanın, çağın gereksinimleriyle kültürlerini birlikte yaşatmanın imkânsız olmadığını keşfeden bu gençlerin mücadelesi ve arayışı aslında önceki kuşakların sahip olduklarından daha büyük çünkü asıl mücadele diasporik kimlikten çok büyüklerle veriliyor. “Böyle yaparsak kültürümüz kaybolur, asimile oluruz” düşüncesiyle gelen büyüklere karşı “Kültür, ancak dönüşerek yaşar” diyen bu kuşağın arasında uçsuz bucaksız bir çatışma ortaya çıkıyor.
Diasporayı kapalı bir çember olarak görmeyen bu gençler, kendi kültürlerini yalnızca korumakla yetinmiyor; farklı kültürlerle paylaşarak geliştirmek, evrensel meselelerle ilişkilendirmek ve diasporanın sesini küresel tartışmalara dahil etmek istiyor. Diasporik kültür, yalnızca nostaljik bir aidiyet değil; güncel toplumsal mücadelelerle bağlantılı, dinamik bir değer haline gelmeli onlar için.
Toplumun genel normlarına meydan okuyarak miras aldıkları kültürü yeniden inşa etme çabaları ise bazı “thamadeler” arasında pek de takdir toplamıyor. Kadın-erkek ilişkileri, toplumsal roller, ekolojik ve insan hakları gibi konularda daha eşitlikçi ve kapsayıcı bir yaklaşım talep ettiklerinde beklenen desteği çoğu zaman göremiyorlar. Dijital, sistemli, evrensel değerleri de benimseyen bu neslin karşısındaki en büyük engel hâlâ eski kuşaklardır.
Z Kuşağı için kültür; gerektiği noktada yeniden, yeniden şekillenmesi gereken bir deneyimdir.
Geleneksel dansların sosyal medyada akımlar haline gelmesine, anadil şarkılarının remikslere/rap’lere dönüşmesine, geleneksel yemeklerin hazırlandığı mutfaklarda çekilecek vlog’lara, düğünlerde giyinilecek elbiselere, haklarını ararken yaşa bakmayacak bu gençlere bu kadar da kızmamak gerek. Kültür artık yalnızca dernek salonlarında değil, global bir dijital sahnede sergileniyor. Z Kuşağı da bu kültürü yaşatma metodunu güncelleyerek bizlere inanılmaz bir deneyim sunuyor.
Ve beni merak edenleriniz varsa; ben Nemide Demukan. Türkiye diasporasında büyümüş bir Z Kuşağı’yım. Bu satırları kendi diasporik kimliğimle yüzleşirken; kültürü ve bu kimliği geleceğe taşımak için hissettiğim devasa sorumluluğun bir yansıması olarak kaleme aldım…