Ezilenlerin öfkesi şarap kenti Paris’i alevler içinde bırakıyor…  

0
597

Ünlü rock grubu Dokken, “Paris yanıyor, çok uzaktan görebiliyorum / Paris yanıyor ve ben senin yanında olmak istiyorum” diyordu, “Paris Is Burning” adlı şarkısında. Bugünse dünya medyası için gündemin üst sıralarında rock baladlarının tatlı sert romantizmi değil, sokakların ürkütücü realizmi var. Paris, on gündür yanıyor: Ajansların geçtiği birkaç dakikalık montajlanmış görüntülerde, “sanatın, aşkın, şiirin ve şarabın kenti” Paris’in varoşlarında hemen her akşam güneş battıktan sonra yinelenen dehşet verici bir gölge oyunundan küçük fragmanlar izliyoruz. Bu gördüklerimiz, yalnızca “ezilmişlerin patlayan öfkesi”nden kameralara yakalanan ayrıntılar mı, yoksa yakında dünyanın birçok ülkesinde tanık olacağımız” kaos manzaraları”nın habercisi mi?  

Her şey, varoşlarda yaşayan iki gencin ölümünden, onları kovaladığı iddia edilen polisin sorumlu tutulmasıyla başladı ve ilk kıvılcımlarla birlikte yangın bütün Fransa’yı sardı. Paris’in kuzey doğusundaki yoksul mahallelerde “sıradan bir tepki” gibi ortaya çıkan ve açıkçası başlangıçta “bir iki günde biter” gözüyle bakıldığı için çok da fazla önemsenmeyen küçük çaplı ayaklanmanın beklenmedik biçimde diğer kentlere de yayılması, işin rengini epey değiştirmiş durumda. İşsizlik, yoksulluk ve kötü yaşam koşullarına mahkûm edilen ve bir patırtı gürültü çıkarmadıkça kimselerin çok da ilgilenmediği “göçmen kesimi”nin çocukları ve torunları, dizginlenemeyen bir öfkeyle hıncını dükkanlardan, arabalardan ve telefon kulübelerinden alıyor şimdi. Paris fotoğraflarında on gündür sokak kahveleri, ressamlar ve şarapevleri değil, yangın görüntüleri var.  

Hükümetin ve güvenlik güçlerinin yaklaşımı, özellikle İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy’nin Fransız demokrasi kültüründe benzerine pek tanık olmadığımız sert ve kışkırtıcı demeçleri, olayların tırmanmasındaki en önemli faktörlerden biri. “Huzuru bozanlar, otomobilleri yakanlar, bunun hesabını verecekler, çok ağır cezalar alacaklar” diye yanan ateşin üzerine benzin dökerek yaklaşan “yetkili merci”lere biz alışkınızdır da, Fransızlar değildir pek. Bu yüzden, olan biteni şaşkınlıkla izleyen Paris halkı da birileri sokaklarda kamerayla yanlarına yaklaşıp mikrofonu burunlarına dayadıkça, “Şiddetle hiçbir şey halledilmez, herkesin sakin olması gerekli” gibi bir şeyler geveleyebiliyor ancak. Ne söylesinler ki başka? “Benim hükümetim sanki olayların yatışmasını değil de tırmanmasını ister gibi davranıyor, şaşkınlık içindeyim” diyemezler ki.  

Güvenlik güçleri (bazıları “isyan polisi” de diyor bunlara) hükmü peşin peşin vermişler zaten: Olayların planlı ve örgütlü bir biçimde başlatılıp tırmandırıldığından; işin içinde “İslamcı teröristlerin” ve “uyuşturucu kaçakçılarının” aktif bir biçimde yer aldığından kuşkuları olmadığını belirtiyorlar. Yani, bir anlamda, “Artık biz de teröre karşı savaş veriyoruz” diyorlar aslına bakarsanız. Resmi demeçleri ve açıklamaları yan yana koyup okuduğunuzda, “Şu olaylar yatışmasın da sert polisiye önlemlerle ortalığı iyice bir kasıp kavuralım; malı mülkü zarar gören, otomobilleri yanan orta sınıf Fransız halkı nasıl olsa bize ‘Vurun, elinize sağlık’ diyecektir” anlamını veren çok sayıda ipucu ile karşılaşıyorsunuz.  

Fransa, giderek ABD politikalarına daha yakın durmaya başladı. Almanya’da iktidara Thatcher’dan beter bir sağcı geldi. İngiltere terör korkusuyla uykusuz geceler geçiriyor. “Değişim” çoktan başladı bile.  

Fransa’nın, ABD ile birlikte Suriye üzerindeki baskıyı artırma misyonu üstlendiğini ve Birleşmiş Milletler bültenleriyle Beşir Esad yönetiminin ensesinde boza pişirmeye hazırlandığını anımsıyor mudur birileri, Paris haberlerini yazarken, bilemiyorum. Avrupa’da İran’ı “nükleer terörist” ilan etme çabalarının yoğunlaştığını; Irak savaşına karşı çıkmaya devam edenlere “terör öcüsü”nün gösterilip durduğunu kimler hesaba katıyordur? Avrupa, değişiyor; hem de şaşırtıcı bir hızla değişiyor. Hükümetler ve onları denetleyen büyük çokuluslu şirketler düzeyinde uygulamaya konan bu “siyasi terbiye” değişiminin önündeki tek ciddi engel, büyük dedeleri iki yüz küsur yıl önce kanını dökerek, canından olarak cumhuriyet ve özgürlük idealleri için savaşan ve bu nedenle kuşaklar boyunca “haklar ve özgürlükler” konusunda hücrelerine işlemiş bir hassasiyete sahip olmuş, kendi halkları. İşte onu terbiye etmek için de, Avrupa’da son derece etkili ve geçerli bir “öcü” kullanıyorlar artık: Kıtanın ve kentlerin siluetini, kültürünü değiştiren, bozan, “terörist eğilimli” göçmen kitleleri. Irkçılık değilse de, “güvenlikçilik” hortluyor ve manipüle edilmiş bir paranoyayla kol kola yürüyor.  

Paris’te olan bitenler, birkaç gün içinde “yatışmış” görünebilir. Ama net olan bir şey var ki, bu yangın yalnızca Paris için değil, bütün “Batı dünyası” için, artık iyice yaklaşmakta olan o büyük değişimin habercisi. “Sert önlemlere”, “otoriter çözümlere”, “kararlı anti-terör stratejilerine”, beklenen o kaos yaklaştıkça daha sık tanık olmaya başlayacağız. “Gerçeği” gelmeden, provası yapılıyor çünkü ve yaklaşan yeni dönem için farklı bir “Batı uygarlığı” profili hazırlanıyor. Başarıya ulaşıp ulaşamayacağını, aydınların, sağduyulu insanların, gerçek “demokrat” ve özgürlükçülerin şu dönemde göstereceği direncin kararlılığı ve gücü belirleyecek. Bir de tabii, uluslararası finans-kapital oligarşisi tarafından denetlenen “periferideki ülkeler”in, içinde bulundukları kuşatılmışlık çemberini kırma yolundaki başarıları. Hugo Chavez ve Venezuela, şu günlerde bunun örneklerini sunan, umut verici bir ışığın ilk pırıltıları.  

   

Sayı : 2005 12