“Yaralanabilecek olmamız, başkalarının yaralanabilecek olması, bir başkasının kör kaprisiyle ölüme maruz kalabilecek olmamız, hem korku, hem de keder sebepleri…” Kırılgan Hayat, Judith BUTLER.
Hannah Arendt, Nazi Almanya’sında Yahudi soykırımının mimarlarından biri kabul edilen Adolf Eichmann’ın 11 Nisan 1961’de Kudüs’teki yargılanması sürecini Kötülüğün Sıradanlığı kitabında ele alır. Kitapta Nazileri iktidara taşıyan süreç, savaş ortamı ve özellikle Eichmann’ın (bu çapta bir katliamın mimarlarından biri olup da) insanı şaşırtacak kadar normal davranışlar sergilemesi ve bunun göstergesi olarak kötülüğün sıradanlığını tartışmaya açar. Kampların kuruluşunda görev alan Nazi subayı Eichmann’ın, Kudüs’teki yargılanma sürecinde, kendisinin eliyle hiçbir cinayet işlemediğini, yalnızca verilen emirleri yerine getirdiğini söylemesi ve üstelik suçsuz olduğuna inanarak bunları söylemesi, bize bu vahşetin neden olduğu sorusunu sordurur. Kampların doğuşu ile ilgili söylenebilecek en genel yargı, faşizmin her türlü teknik ve bilimsel uygulamaları kullanarak, siyasal alana bunları taşıdığıdır.
Yazının başlığı Arendt’ten ödünç alındı ama aslında konusu A.Ü. Hukuk Fakültesinde İnsan Hakları dersi veren Prof. Dr. Anıl Çeçen’in Meclis İnsan Hakları İnceleme Komisyonu bünyesindeki Terör ve Şiddet Olayları Kapsamında Yaşam Hakkı İhlallerinin İncelenmesine Dair Alt Komisyona verdiği raporla ilgili. Raporda öne çıkan başlıklar ise: Güneydoğu’da artık bir savaş ortamı olduğu, devletin devletliğini bilip derhal ona göre davranması gerektiği, uydu görüntüleri ile toplandığı gözlenen 40-50 kişilik (Kürtler) gruplara füze atılmasının elzemliği, artan Kürt nüfusunu önlemek için doğum kontrolü uygulamalarının bir an evvel yapılmasının zorunluluğuydu. Şiddetin diline alıştırıldık. Muktedirlerin bu şiddeti kendi özneleştirme işlemlerinde nasıl kullandıkları da artık bilinen, sıradanlaşan bir tavır, üstelik bu muktedirlerin sivil katliamlarına “operasyon hatası” demelerine de alıştırıldık. Bize İnsan Hakları dersi veren A. Çeçen’in yukarıda sıralanan başlıklarında insanın kanı donduran, şiddetin ırkçılıkla sarmal halini gözler önüne seren son başlığın üzerinde durmak istiyorum. Bu nüfus politikasına yönelik başlığın alt-satırlarında, bir etnik topluluğun tehlike ve tehdit unsuru kabul edilerek, muktedirler tarafından dönüştürülmesi, kontrol altında tutabileceği sayıda olması, külliyen imha edilemiyor ise bari “sınırlandıralım” ı mı var? Yakın tarihe baktığımızda Osmanlı İmparatorluğunun her döneminde ama özellikle son dönemlerindeki iskan politikasına eşlik eden tehcirlerin ardında nasıl milliyetçi saikler var ise, insan hakları hocamızın sesinde de aynı tınıyı duymak çok zor olmasa gerek.
Hitler Almanya’sına bir kere daha dönelim. Bu kez İktidarın meşruiyetinin dayanaklarından biri olan “biopolitik” tutumunu anlamak adına. Arendt’in belirttiği üzere Hitler, katliamlarına “onulmaz hastalıklara yakalananlara” bahşettiği “merhametli ölümlerle” başladı ve imha programını “genetik açıdan hasarlı” Almanları (kalbinden ve ciğerinden hasta olanları) ortadan kaldırarak sonlandırma niyetindeydi (Aredt, 2009:239). Adım adım, kamplara giden seyir ise şöyle olmuştu: 14 Temmuz 1933 tarihinde, yani Hitler’in iktidara gelişinden sadece birkaç hafta sonra, “kalıtımsal hastalıkların önünün kesilmesi” ne dair yasa yürürlüğe kondu. Buna göre “kalıtımsal bir hastalığı bulunanlar, kendilerinden olacak çocuklarda da bedensel ya da zihinsel ciddi kalıtımsal bozukluklara rastlanacağına dair tıbbi kanıtlar olduğu takdirde cerrahi bir operasyon ile kısırlaştırılabilecekler”di. Böylece modern çağda nüfus patlaması ile başa çıkılabilecekti. 18 Ekim 1933 tarihinde, “Alman halkının kalıtımsal sağlığının korunması” için, öjenik yasaları hukuki evlilikleri de içine alacak şekilde genişletiyordu. Naziler için bu yasalar doğrudan doğruya siyasal nitelikli şeylerdi. (Agamben, 2001:194) Kampların kuruluşundan önce, yasal olarak Yahudileri dışlama politikası başlatılmış, Nurnberg Yasaları ile bu süreç hızlanmıştır. Zaten ekonomik ve sosyal hayattan izole edilen Yahudiler, Çingeneler ve Yahudilere destek veren Almanların kamplara kapatılma süreci çok da uzun sürmemiştir. Kampların tesisinde ve işlevselliğinde, faşizmin, tekniği kendine araç edinerek uyguladığı biopolitik tutum önemli bir etkendir. Öldüresiye yaşatma nosyonu ile yaşam odaklı siyaset, artık insanı siyasetin öznesi değil nesnesi haline gelmiştir.
Yukarıdaki yakın tarih anımsatması ile hedeflenen iktidarın nasıl incelikli, çok yönlü, sarmal bir ağ ile tesisinin oluşturulduğudur. İnsan hakları hocamızın son maddesi (gerçi önceki maddelerle açık-seçik ifade ettiği öldürme nosyonu) iktidarın kendini tesisindeki teknik kullanma tipik bir örnek teşkil eder. Kanımca bu örnek, ‘toplanmasınlar kardeşim, toplandılarsa atalım füzeyi!’ den daha tehlikeli bir tutumdur.
Atıflar:
Hannah Aredt, (2009), Kötülüğün Sıradanlığı, Çev. Özge Çelik, Metis Yayınları, İstanbul.
Giorgio Agamben, (2001), Kutsal İnsan, Çev. İsmail Türkmen, Ayrıntı yayınları, İstanbul.
Küçük Bir Öneri: Hrant Dink’in katledilmesinin üzerinden beş yıl geçti ve hâlâ davası devam ediyor. Tuba Çandar’ın “Hrant Dink” adlı biyografi çalışmasını Hrant’ı ve Ermeni meselesini bir kez daha düşünmek için tavsiye ederim.
Sayı : 2012 01