3 gemide 3.000 Çerkes

0
197

Kıbrıs’ta can pazarı

Fransa’nın Larnaka konsolosu Louis Dumesnil de Maricourt’un oğlu Léon de Maricourt (1842-1902), 1864’ün ekim ayının sonlarında Kıbrıs’a gitmişti. Daha sonra Kudüs’ü ziyaret eden Leon, 1865’in ilk aylarında Fransa’ya geri döndü. Leon’un anıları “Saint-Cyr et Jérusalem” adıyla 1868 yılında yayımlandı.
452 sayfalık kitabın 173-204. sayfalarında Osmanlı Devleti tarafından Ekim 1864’te Rodos’a gönderilen, ancak Rodos’tan kovularak Kıbrıs kıyılarına demir atan 3 gemide bulunan en az 3.000 Çerkesin yaşadığı dramın ayrıntıları yer alıyor.
Konstantinopolis’ten yola çıkarılan 3.000 Çerkesten sadece 30 kişinin hayatta kalışına kadar geçen süreçte yaşanan hazin gerçekler, Leon’un cümleleriyle gözler önüne seriliyor.

Kıbrıs’a vardığımızda, Osmanlı’dan din kardeşi olarak talepte bulunan çok sayıda Çerkes göçmenin buraya gönderileceğine dair konuşmalar vardı.

Bu göçmenleri eşkıyalık yapan acımasız insanlar olarak tanımlıyorlardı. Karamanya (Osmanlı İmparatorluğu döneminde Batılı denizcilerin Türkiye’nin Akdeniz Bölgesi’ne verdikleri ad) kıyılarında öylesine yağmalar yapmışlardı ki yerel halk silahlanıp bu can sıkıcı konukları öldürmeye başlamıştı. Üstelik bu yabancılar tifüs, veba, cüzzam ve daha birçok hastalığın mikrobunu Kıbrıs’a taşıyabilirlerdi.

Çerkeslerin sadece adını duyduklarında bile cesur adalıların yüzlerinde dehşet ifadesi beliriyordu. Göçmenlerin adaya varışının ardından taşınmaktan, hatta dağlara çıkmaktan bahsediliyordu. En cesur olanları silahlarını parlayıncaya kadar temizlemeye başladı ve bu yolda seve seve canlarını feda etmeye söz verdi.

Şimdiye kadar geceleri yalnız başına gezen bir yolcunun elinde kırbaç ya da sopadan başka silah taşımayacağı kadar sakin olan adanın soyguncularla dolup taşacağından, eğer Çerkesya’dan getirilen salgınlardan sağ kalan olursa cinayet ve soygunlarla hepsinin harap olacağından herkes neredeyse emindi.

Kilolu biri olan M. Richard gözlerimizin önünde sararıp soluyor, kilo kaybediyordu. Eşi ise onu neşelendirmeye çalışan ama sakinleştirmenin bir yolunu bulamayan annemi her gün ziyaret ediyordu. Peler hep gülüyordu ama zoraki bir kahkahayla. Telesfor hoşnutsuzdu, Bazilaki ise sessizce figan ediyordu.

Herkes sırayla gelip babamdan tehlikeyi engellemesini istediler ve o da baskı altında kalarak, elinden gelen her şeyi yapacağına söz verdi. Bu korkular yersiz değildi ama Kıbrıslıların korkaklığı yüzünden biraz abartılıydı… Sonra Osmanlı Valisi, peygamber adına Kuran’a yemin etti, yelkenlilere sekiz günden fazla yetecek miktarda su göndermişti; Türk tercüman, efendisinin güvencelerine kendi yeminlerini de ekledi.

Ancak onlara güvenmemek için çok fazla nedenimiz vardı! Alçak yalancılar tek bir talihsiz insanın hayatını kurtarabilecek bir damla suyu bile gemiye göndermemişlerdi. Valinin yalan yeminleri bize güven vermemişti, köprüye yaklaştık ve Hüseyin’e kalabalığı geri püskürtmesini emrettik.

Çizim: Faruk Kutlu

İskelenin platformu, kıyıdan başlayan kazıklarla desteklenerek 25-30 metre boyunca denize doğru uzanan kirişler üzerine kalaslardan yaklaşık 2 metre genişliğinde yapılmıştı. Suyun yaklaşık 1 metre üzerinde yükseliyordu ve 20 santimetrelik iki basamak, köprünün güvertesini kıyıya bağlıyordu. Çerkesleri getiren tekneler iskeleye yanaşmıştı, bu nedenle talihsiz insanlar karantinaya doğru giderken iskele boyunca yürümek zorundaydılar. Türk topçularının taşıdığı meşaleler ve fenerlerin ışığında gözüme çarpan ilk şey, köprünün üzerinde yüzüstü yatan iri bir cesetti. Devasa büyüklükte bir adam geçiyordu; karanlık nedeniyle yüz hatlarını ayrıntılı göremiyordum. Yavaşça ilerlerken fark edebildiğim şeyler kalın kürkle süslenmiş konik şapkası, göğsünden geçen bir sıra fişekle süslenmiş büyük pelerini ve bel kısmına yatay olarak tutturulmuş kılıcıydı.

Basamaklara vardığında bir an tereddüt etti, inmeye çalıştı, sonra sert bir şekilde düştü. Onu taşımak zorunda kaldık. İstem dışı bir inilti çıktı hepimizden, çünkü böyle sahnelere alışkın değildik.

İkincisi adeta sarhoş gibi sendeleyerek ileri atıldı, nefes almak için durdu. Sonra bayıldı ve bir daha ayağa kalkamadı. Sonra üçüncüsü, ardından dördüncüsü…

Böylesine iri yapılı, yürüyüşleri bu kadar görkemli olan adamlardan hiçbiri şu iki küçük basamağı inemiyordu. Üç veya dört kişiyi birilerinin taşıdığını gördük… Ölmüşler miydi? 10-12 yaşlarında iki çocuk birbirlerine destek olarak ilerlediler. Sanki hiç gelmeyecek bir yardımı bekliyormuş gibi basamaklara oturdular, ayağa kalkmaya yeltenmediler. Bir asker kalkmalarına yardım etti, birkaç adımda çakıl taşlarında birbirlerinin üzerine yuvarlandılar. Teknelerden birinden köprünün kenarına bir kütle fırlatıldı; birkaç dakika hareketsiz kaldıktan sonra kımıldamaya ve telaşla bize doğru sürünmeye başladı. Şapkasız ve uzun saçlı oluşundan, bu bükülmüş vücudun karantinaya doğru emeklemeye çalışan bir kadına ait olduğunu anladık.

Tüm bunlara rağmen, acılarını ve üzüntülerini ifade etme yeteneğini bile kaybetmiş gibi görünen bu dışlanmış insanlardan tek bir çığlık, tek bir inilti, tek bir kelime çıkmıyordu. Bu korkunç manzara karşısında yüreğimize kazınan derin bir üzüntüyle oradan ayrıldık.
Anna, oturma odasında Schubert’in “Serenat”ını söylüyordu. Pencereye gittim ve ay ışığı altında üç yelkenlinin limanda hüzünle sallandığını gördüm.

Bu kasvetli insan yığınında gizlenen yoğun acı ve keder, ayın fosforlu ve gümüş renkli dalgalar üzerinde bıraktığı aydınlık şeritte hoş kokulu akşam esintisiyle hafifçe sallanıyordu! Ne büyük bir tezat! Piyanonun neşeli akorlarının titreştiği ve kızın melodik sesinin hoyrat kederleri ve aptalca aşk umutsuzluklarını seslendirdiği bu aşırı aydınlatılmış oturma odası… Ve orada ise sessiz doğa, çirkin ölüm, ıstırap, kadim cellatların icat edebileceğinden daha korkunç acılar.

Çizim: Faruk Kutlu

Bu toplantı uzun sürmedi. Çerkeslerin gelişiyle ortaya çıkan tedirginlik hakkında konuşuldu. Paşa bunları, duvara yaslanmış bir tütün çubuğunda hayalet gördüğüne inanan bir müminin korkularına benzetti. Türkler hayaletlerden çok korkarlar.

Bu talihsiz insanların çektiği her türlü eziyet anlatılırken, doktor Botalico bu kadar çok sayıda insanın ölümüne sebep olan tek felaketin açlık ve susuzluktan kaynaklandığını, herkeste bir merhamet duygusu oluştuğu için hepsinin karantinaya alınması konusunda kolayca anlaştıklarını söyledi.

Dünden beri toplantılarımızı yaptığımız ev sahildeydi. Donanma departmanının evlerinden yüzlerce metre uzakta, çok büyük bir binaydı. Pamuk tarlaları olan büyük avlusu yüksek bir duvarla çevriliydi. Evin iki tarafında avluya doğru bir hangar oluşturacak şekilde saçaklı ve tek katlı binalar vardı.

Bu avluya ekilen pamuk, hasadının tehlikeye girmesinden ve Çerkeslerin karantinaya alınmasından korkan, hepsinin Kıbrıs’tan gönderilmesinin en ateşli destekçilerinden olan nüfuzlu bir adama aitti.

Doktor Botalico, bir önceki akşam karaya çıkarılan talihsiz insanların içinde bulundukları durumu dehşet verici bir şekilde anlattıktan sonra bizi onları görmeye davet etti.
Önce bulunduğumuz evin avluya bakan penceresine götürdü. Bir düzine insan ayaklarını sürüyerek su almak için pompaya doğru gidiyordu.

Onlar en güçlüleriydi ama bir gün önce gördüğümüz insanların bizde bıraktığı izlenimin aynısını yansıtıyorlardı. Onları her adımda durup duvarlara yaslanmaya mecbur kılan aşırı zayıflıkları, bana çektikleri acıların kaçınılmaz sonucu gibi geldi. Yaşadıkları sıkıntıların sonunda feraha ermelerini diledim.

Çoğu iri yapılı, sakallı ve kafaları tıraşlı erkeklerdi; bazılarında ise bir tutam saç vardı.
Çoğunluğu, daha önce de belirttiğim gibi uzun gri bir pelerin giyiyordu; diğerlerinde bel kısmı satıra (?) benzer bir nesne ya da hançer asılı deri bir kemerle tutturulmuş küçük kolsuz gömlekler vardı. Gömlekleriyle aynı malzemeden yapılmış, bileklere kadar çekilmiş pantolonları vardı; kumaşların bazıları mavi ve beyaz kareliydi, bazılarında renkli kuş veya çiçek desenleri vardı.

Tüm bu detaylar aptalca görünebilir, ama bunları anlatırken o kederli insanların arasında fark ettiğim şu veya bu talihsiz kişinin anısı bir kâbus gibi hâlâ peşimi bırakmıyor. Giysileri, görünüşleri veya başka herhangi bir ayrıntı…

Uzaktan, tümüyle kırmızı giyinmiş bir adam gördüm; seçkin biri olabilirdi. Hepsinin kafasında kürkle kaplı büyük ve konik keçe şapka vardı.

Kadınlar genellikle beyaz renkli ve belinden gümüşle süslenmiş deri bir kemerle tutturulmuş büyük elbiseler giyiyorlardı. Elbiselerin üzerinde kolsuz ve önü açık, elbiselerinden daha kısa bir tür tunik vardı. Başlarında örtü vardı ama Türk kadınları gibi yüzlerini örtmüyorlardı. Birçoğu mücevher takıyordu ve bu zavallı bedenler için yürek parçalayıcı bir ihtişamla giyinmişlerdi, öyle bir durumdaydılar ki artık insan formundan çıkmışlardı. Çok şöhretli güzelliklerinden geriye kalan tek şey muhteşem saçlarıydı.

Erkekler de kadınlar da yalınayaktı.

Babam onları daha yakından görmek istedi ve doktordan bizi avluya götürmesini istedi. Çerkeslerle teması olan herhangi birine dokunmak kesinlikle yasaktı. Karantina yasaları o kadar katıydı ki yasağı ihlal edenlerin hastanede kalması gerekecekti.

Hangarın altında ve girişe en yakın avlunun köşesinde yaklaşık 60 kişi vardı.

Ateşli hastalıklardan dolayı gördüğümüz en korkunç kâbusların yaratıkları bile Çerkeslerin şu anda yaşadıkları sefaleti anlatamazdı. Oradaydılar; bazıları uzanmış, diğerleri çömelmişti. Kavurucu güneşin altında, keskin çakılların üzerindeydiler. Sanki topraksı bir parşömenle kaplanmış iskeletlerdi, kemiklerinin eklemleri derilerini kesiyordu, kaburgaları ortadaydı.

Orantısız bir biçimde açık ve parlayan gözleri hareketsiz ve sersemlemiş görünüyordu. Beyaz dişlerinin üzerine çekilmiş dudakları ve buruşturdukları yüzleri, ölü yüzünün çirkin tebessümünü tasvir ediyordu. Artık ne erkektiler ne de kadın, henüz ölmemişlerdi… Zaman zaman derin bir hırıltı bu insanlardan birini örten paçavraları kaldırıyordu.

Öylece yatıyorlardı. Sessizlerdi. Sadece, yassı bir taşın üzerinde uzanmış bir kadın düzenli aralıklarla keskin, tiz, kulak tırmalayan bir çığlık atıyordu. Yüzü onu yakan güneşe dönüktü. Büyük, derin gözleriyle bizi izliyordu ve dudakları gülümsüyormuş gibi kıvrılmıştı.
Parlak gözlü minicik bir Çerkes, büyük bir kürk şapkanın altından belirdi ve iskeletleşmiş solgun parmaklarıyla, babası olması muhtemel ölü bir adamın donuk ve camsı gözlerine konan sinekleri kovdu.

Biraz ileride, tamamen çıplak bir çocuk yeni dağıtılmış çorbayı tahta kaşıkla içiyordu. Kaşık çok ağır olduğu için annesi ona yardım ediyordu. Anne ve çocuk gayretlerini birleştirerek ve ara sıra mola vererek kaşığı çocuğun ağzına götürmeyi başardılar. Tencerenin yanına çömelmiş, içindekilere doymak bilmez bir ifadeyle bakan çocuk, bana hasta bir beynin yarattığı fantastik görüntülerden biri gibi geldi. Bir iskeletti, sadece gözleri vardı. Minicik, çıplak ve parlak kafatasında eklemleri görünüyordu, dudakları kaybolmuştu. Burnu basit bir kıkırdak parçasına dönüşmüştü. İki kemiği yalnızca şeffaf bir tabaka ile ayrılmış olan kolu ise bir kaşığı kaldırıyordu.

Yaşamın merkezi haline gelen bağırsaklar neredeydi? Ve yine de sadece yaşamıyordu, bu yemek yiyen küçük yaratıkta aynı zamanda kendini koruma içgüdüsü de vardı!

“Aman Tanrım” diye haykırdı babam hıçkırarak, “İnsanın acısı bu kadar büyük noktaya varabilir mi” dedi. Georges Amca ölümcül derecede solgundu, Charles Amca ise sersemlemiş gibiydi. Bana gelince, kulaklarım çınlıyordu, neredeyse hiçbir şey göremiyordum. Üstelik ayrılırken neredeyse düşmeme neden olacak bir şeye çarptım. Bu, kapı boyunca uzanmış bir cesedin bacağıydı.

Doktor, “Burada bulunanların neredeyse hiçbiri kurtulamayacak. Belki bir kısmı bakımla kurtulur, ama bu sadece Türklerden hâlâ yemek yiyebilecek durumda olan insanları doyuracak bir şeyler almamız koşuluyla mümkün olabilir” dedi.

Ve bütün bu talihsiz insanlar, kavurucu güneş altında çakıl taşlarının üzerine yayılmıştı! Annem karantinaya büyük bir sepetle üzüm getirilmesini emretti. Ama doktor, üzümün zarar vereceğinden çekinerek kabul etmeye yanaşmadı.

O gün ve sonrasındaki tüm zaman, iki büyük tekneyle karantina iskelesine getirilen diğer Çerkeslerin karaya çıkarılması için harcandı. Hepimiz balkondan dürbünle transfer sürecini izliyorduk, amcam Georges ve ben birkaç teknenin daha gelişine tanık olduk.

Aşağı yukarı aynı iç karartıcı sahneler yaşanıyordu. Erkekler, kadınlar ve çocuklar bitkin, güçsüz şekilde iskeleden karantinaya doğru sürünerek gidiyorlardı. Ama bu sefaletin tekdüzeliğinde çarpıcı ayrıntılar da vardı.

Bu talihsiz insanların neredeyse tamamı zar zor hayatta kalmış olmalarına rağmen at zırhlarına, zorlukla sürükledikleri küçük yüklerine aşırı bağlı görünüyorlardı. Oysa kendilerini hareket ettirecek gücü bile zor buluyorlardı. Bu eşyanın çoğu hasır kilimler, koyun postları ve demirden yapılmış aletlerdi.

Erkekler silahlarını özenli bir biçimde bezlerle sarmışlardı; artık hiç kimse onları silahsızlandırma derdinde değildi.

Türk tarafının ölçüsüz şefkatiyle, iskele kenarına sürahiler dolusu su ve teneke kupalar yerleştirilmişti. Karaya çıkan tüm insanlar bu suya koştu. Öylesine doyumsuzca içiyorlardı ki, izlemek acı vericiydi. Birçoğunun su koyacak gücü yoktu, karaya çıkan Türk askerleri yardım ettiler.

Birkaç Çerkes gözümüzün önünde su içerken hareketsiz kaldı, onları taşıdık.

Kir içinde olmalarına rağmen bize büyük bir zenginlik gibi görünen giysiler giyen bazı kadınlar gördük, birinde mavi kadife ceket vardı. Diğerlerine göre dinç görünüyordu. Bizi en çok şaşırtan şey, Türk topçularının yanından geçerken gülümsediğini görmekti. Bu küçük işve bize çok acı verici geldi.

Zavallı bir kadın iskeleye atıldı, birkaç dakika hareket etmedi, sonra kımıldamaya başladı. Tüm geçiş boyunca çömelme pozisyonunda kaldı, çünkü kaskatı kesilmiş uzuvları artık ona hizmet etmeyi reddediyordu. Bakışlarının su sürahilerine sabitlenmiş olmasını asla unutamam. Ellerinin üzerinde sürünerek tam suya ulaşmıştı ki yere düştü ve can verdi.
Bu kalabalığın içinde gücü hâlâ yerinde olan birkaç adam vardı ve geri kalanların inmelerine ve eşyalarını taşımalarına yardım ettiler. Bu bizi sevindirdi, çünkü böylelerini gördüğümüzde birbirimize şöyle diyorduk: “İşte bu hayatta kalmayı başaracak biri!”

Fakat doktor Botalico bize iklim değişikliğinin en güçlüyü bile öldüreceğini söylüyordu. Beni en çok şaşırtan şey hiçbir çığlığın, inlemenin ve sözcüğün olmamasıydı. Hayaletler gibi sessizce yürüyorlardı, dik duruyorlardı, iskele boyunca sürünüyorlardı. Ya da çiftler halinde birbirlerine destek olarak ilerliyorlardı.

Kadınlar genelde erkeklerden daha az sıkıntı yaşamış gibi görünüyorlardı; bazıları iskeleden inip giysilerini denizde yıkıyor ve kıyıya geri dönüyorlardı.

Hepsi korkunç derecede kirliydi, bu durum da bazılarının giysilerinin lüks görünümünü daha da çarpıcı hale getiriyordu. Çünkü bu talihsiz insanların çoğu varlıklıydı.

Kirlilikten çok mustarip görünüyorlardı ve yıkanmak için su arıyorlardı. Kıyıya yaklaştıklarında, diğerlerinden biraz daha güçlü olan birçok adamın kendini denize attığını gördük.

İkinci gün akşama doğru yerleşimcilerin hepsi kıyıya çıkmıştı.

Karaya 1.133 kişi çıkarıldı, 29 kişi gemilerden kıyıya geçiş sırasında teknelerde ölmüştü. 12 yaş altı sayılmaksızın 2.100 Çerkes, yani en az 3.000 kişi beş günlük erzakla Konstantinopolis’ten (İstanbul) yola çıkmıştı. Rodos’a varmak için 12 gün harcadılar, orada karaya çıkacaklardı.

Oradan kovulunca cesetleriyle denizin üzerine izler bırakarak tekrar yola koyuldular. Artık ne ekmekleri ne de suları kalmıştı. Susuzluklarını deniz suyuyla gideriyorlardı. Bu da halihazırdaki acılarına dizanteri eziyetini eklemişti. Bu pervasız adaletsizliğin üzerinde asla açıklığa kavuşmayacak olan mutlak bir gizem hüküm sürüyor, çünkü bu korkunç dramın aktörleri ve kurbanları hayatta değil.

Geriye kalan tek sorun cesetleri ortadan kaldırmaktı. Üç tabut diye adlandırdığımız kirli, kasvetli, sefil gemiler şimdi limanda bomboş sallanıyordu. Ambarları uzun süredir içlerinde çürüyen insanlardan, güverteleri ise karanlık bir yığın halinde üstlerine yığılmış yüklerden kurtulmuştu. Sahipleri ölmüş olan o yükler, Çerkeslerin indirildiği küçük iskelenin üzerine yığılmıştı.

Tahliye sırasında aralarında çok sayıda ceset vardı ve dehşetle öğrendik ki, cesetler öylece denize atılmıştı. Denizin bir gün onları bize, sahile getireceğini düşünüyorduk.

Ama yaşananların hepsi bu kadar değildi. İkinci günün akşamı konsolosluktayken, Kudüs bayrağı altında seyreden bir Fransız gemisinin komutanı bir keresinde çok sayıda insanın canlıyken denize atıldığını gördüğünü ifade etti. Gemisi, yerleşimcilerin bulunduğu gemilerden sadece 100 metre uzakta demirliymiş. Bu gemilerin yakınında demirlemiş olan bir Avusturya gemisinin kaptanı da tüm mürettebatıyla birlikte aynı şeyleri söyledi. Türk mürettebatın, canlı erkek ve kadınları denize attıktan sonra onlara halatlar fırlattıklarını, Çerkeslerin güçsüz elleriyle halatlara tutunduklarını, ardından Türklerin tekne kancalarının darbeleriyle insanları adeta ıstırapları artsın diye ittiklerini söyledi ve “Bunu eğlence olsun diye yaptılar” diye ekledi.

Fransız ve Avusturyalı kaptanlar yaklaşık 15 kişiden oluşan mürettebatlarıyla birlikte bu vahşetin üst üste tekrarlandığını öfkeyle iddia ettiler.

Babam, Türk yetkilileri olanlar konusunda uyardı. Türk kaptanları yargılayacaklarına söz verdiler; eğer Tanrı bu canavarların cezasını verme işini kendi üzerine almasaydı büyük olasılıkla beraat ederlerdi. Üç kaptan ve üç mürettebat birkaç gün içinde tifüsten öldü.
Doktor Botalico, hastanede ölen Çerkeslerin sönmemiş kireçle derine gömülmelerini istedi, kendisine bunun Kuran’a aykırı olduğu söylendi. Bunun üzerine önce karantina duvarlarının kenarlarına, sonra da şehrin oldukça uzağına taşınarak gömülmelerini istedi. Öldüklerinde zaten çoktan iskelet haline gelmişlerdi, yoksa şehrin kapılarının önünde yığılmış cesetlerin çürümesiyle bütün şehir zehirlenmiş olacaktı.

100 Çerkes bu şekilde toprağa verildi. Daha sonra ise konsolosların ısrarlı isteği üzerine biraz daha ileride kazılan büyük hendeklere atıldılar.

Türkler her zamanki sağduyulu anlayışlarıyla (!) kendi dindaşlarının başına gelen tüm felaketleri Hıristiyanlara yıkıyorlardı. Gizlice homurdanarak kalede toplanıyor ve yalnızca Hıristiyan nüfusun imha edilmesinden söz ediyorlardı.

Babam, Beyrut’ta demirli bulunan Fransız “Swift” yelkenlisinin komutanına bir mektup yazdı. Osmanlı Valisi, ebeveynleri karantinada ölen Çerkes çocuklarının alınmasına izin verdi. İlk anlarda, tüm Türkler yetim çocukları evlat edinme onuru için birbirleriyle yarıştılar, ancak Hıristiyanlar tarafından alınmalarına karşı durdular.

Birkaç gün sonra küçük çocukların hepsi onları coşkuyla evlat edinenler tarafından karantinaya geri gönderildi. Annemin ve Fransız rahibelerin hiçbir yetim çocuğa ulaşması mümkün değildi, en azından onları vaftiz etmek istiyorlardı.

Türkler başlangıçta Çerkeslerin muhteşem silahlarını Hıristiyanlara satmayı reddetmişlerdi; daha sonra neredeyse bedavaya verdiler, ama ben bu tür konularda pek mutlu değildim, çünkü Yunanca konuşan ve olup biten her şeyin benden çok daha farkında olan Levantenlere karşı her zaman önyargılıydım.

Dr. Botalico sık sık evimize gelip ölü sayısını bildiriyordu. Çok az kişinin hayatta kalacağını iddia etmişti ve daha sonraki gelişmeler de onun bu iddiasını doğruladı. Her gün karantinaya giriyordum.

Sonunda biraz alıştığım korkunç görüntüler, benim için açıklaması zor olan bir meraka dönüştü. Bazen yalnızdım, genellikle Charles ve Georges Amca ile beraberdim. Babam sadece bir kez gelmişti ve o da tesadüfendi. Bizden çok daha hassastı, bu dehşet sahneleri yüzünden derin acı çekiyordu.

Karantinanın önündeki plaja gittim, gece ölenlerin cesetleri taşınmış ve üst üste yığılmıştı. Toprakla kirlenmiş o zayıf yüzlere, bana bakan o camsı gözlere, ıstıraptan şekli bozulmuş ürkütücü incelikteki o kollara ve bacaklara baktım.

Kendi kendime, tüm bu zavallı kırık hayatların barış ve mutluluk dolu günlerini resmetmeye çalıştım. O dönemdeki tüm umutlarını, geleceğe dair tüm hayallerini de… Bu susuz kalmış göğüslerde asil kalpler atıyordu, bu bitkin uzuvlarda cömertçe kanlar akıyordu, bu donuk gözler bir zekâ kıvılcımıyla canlanıyordu. Bu zavallı insanlar seviliyordu, kendilerini seviyorlardı. Belki uzak bir ülkede onlardan haberler bekleniyordu, belki de dostlarının yürekleri denizlerde ve aramaya gittikleri yeni vatanlarda onları takip ediyordu. Ama o vatan, çakıl taşlarının arasındaki bir çukurdan ibaret olmuştu. İnsanların olabildiğince çabuk kurtulmaya çalıştığı iğrenç bir nesneye dönüşmüşlerdi ve onları şefkatle sevenler, başlarına ne geldiğini asla bilemeyeceklerdi.

Bu zavallı ölü bedenlerin yanında insan hayatının ne kadar küçük bir değere sahip olduğunu ve bu kadar acı çekmemize neden olan kaderin cilvesi küçük şeylerin önemsizliğini fark ettim. Bana öğrettikleri bu ders için dua ederek ve çoğu zaman gözyaşları dökerek o talihsiz bedenlere karşılığını ödemeye çalıştım.

Günlük yürüyüşlerimin hafızama kazıdığı, anlatılması gerçekten korkunç olan pek çok ayrıntı konusunda suskunum.

Çok sayıda ceset kıyıya vurduğunda, iki küçük öküzün çektiği bir araba geldi. Burun deliklerini pamukla doldurmuş iki adam cesetleri arabaya attı. Cenazelerin yükleme işi tamamlandığında, araba açılan çukurun kenarına götürüldü, öküzler serbest bırakıldı ve araba yan yatırıldı. Cesetler baş aşağı uçtu, birbirlerine çarptı. Boğuk ve kasvetli bir sesle düştüler.

Çukur dolduğunda üzerine birkaç kürek dolusu toprak atılır, yakınına bir çukur daha açılırdı.
Çerkeslerin gelişinden 5-6 gün sonra bir sabah denizde yüzen, şekilleri pek anlaşılmayan çok sayıda nesne gördük.

Herkes cesetler olduğunu haykırdı. Annem eğer cesetler sahile ulaşırlarsa Lefkoşa’ya gideceğini söyledi, Georges Amca karısının pencereden böyle manzaralar görmesine izin vermektense herhangi bir yere götürmeyi yeğleyeceğini açıkladı.

Yersiz bir telaşa sebep olmamak için tekneye bindim ve Peler ile birlikte ne olduğunu görmeye gittim. “Çerkesler! Çerkesler!” diye tekrarlayıp duruyordu kayıkçı endişe içinde kürek çekerken. Ama yaklaştıkça, tüm bu nesnelerin her türden paçavra olduğunu öğrendik. Bunların çoğu, teknelerden denize atılmış hasır kilimlerdi.

Aynı gün öğleden sonra limanın ağzı martılarla kaplıydı. Sabahki incelememin ardından Çerkeslerin cesetlerinin henüz suyun yüzeyine çıkmadığından emin olarak Peler ve Louis’e tekneye binip kuşları denizden uzaklaştırmayı önerdim.

Charles Amca da bize katılmak istedi. Martıların takibi bizi epeyce uzağa götürdü. Kırmızıya boyanmış, bakır oymalarla süslenmiş kilitli bir küçük sandık bulduk. Çerkeslere ait olduğu belliydi. İçinde ne olabilirdi? Çok ince kırmızı bir kumaşın küçük bir parçası çatlaktan dışarı çıkmıştı; zengin bir kadının giysisi olduğuna şüphe yoktu. Kapağını açmak için can atıyordum ama Louis yanımızdaydı. Hastalık kapmaya çok yatkındı ve eğer bu riskli girişimimden dolayı hastalık kaparsa suçlusu ben olacaktım. Çünkü birçok kişi Çerkesleri açlık kadar tifüsün de öldürdüğünü iddia ediyordu. Deniz dalgalıydı, Charles Amca kendini rahatsız hissetti. Karantina kurallarından korkan Peler küçük sandığı yanına almak istemedi. Sınırsız merakımı bastırarak karaya çıkıp sandığı sahilde bırakmak zorunda kaldım. Amcam da Larnaka’nın doğusundaki Livadia yönüne doğru yola koyuldu. Peler ve ben denizyoluyla eve döndük.

Kayıkçılar mutlaka bizim bulduğumuz sandığı görmüşlerdir, ama sandıkta ne bulduklarını bize asla söylemek istemeyeceklerdir.

Günün sıcaklığı, yerini deniz kokularıyla dolu serin bir esintiye bırakmıştı. Bu yüzden o akşam kapımızın eşiğindeki sandalyelere oturmak konusunda yerel ataerkil geleneği izledik. Yanımızdan geçenler bizi selamladı, tanıdıklarımız beraber sigara içmek için durdu.
Akşam yemeğinden kısa bir süre önce amcam geri döndü, üzgündü ve genel sohbete çok az katıldı. Bize Livadia plajından döndüğünü ve akıntının yol kenarında yüzen döküntüleri taşıdığını söyledi. Akıntının yönünü gündüz ben de gördüğüm için nahoş şeylere rastladığını anladım. İkimiz yalnız kaldığımızda, batan gemi parçaları ve her çeşitten çöple kaplı bir sahil gördüğünü, bunların arasında 9-10 kadar cesedin bulunduğunu söyledi. Cesetlerin kollarının, bacaklarının ve kafalarının dalgaların insafına kalmış bir şekilde salındığını, dalgaların onları kıyıya ittiğini anlattı.

Deniz gece boyunca çok dalgalıydı ve ertesi sabah pencerelerimizi açtığımızda fark ettiğimiz ilk şey, bizden birkaç metre ötede dalgaların üzerinde salınan 5-6 cesetti.

O anda ufukta büyük bir firkateyn belirdi, babam yardım için istemişti. Firkateyn bir saat sonra demir attı.

Türkler birdenbire inanılmaz derecede aktif olmaya başladılar. İnsanlar, cesetleri çıkarmaları için Pyla kıyılarından aceleyle gönderildi, karantinanın mezar kazıcılarına çukurları çok daha uzak alanlarda kazmaları emredildi.

Tekneler cesetleri bacaklarından bir ipe bağlayıp uzun zincirli bir römorkörle sürüklerlerdi, bunlardan biri pencerelerimizin 10 metre kadar yakınından geçiyordu. Ailemizin en etkilenecek üyeleri olan Louise ve Maria’yı pencerelerimizden uzak tutmak için elimizden geleni yapıyorduk.

Bu kasvetli tekneler işlerini henüz tamamlamamışlardı. Biraz zaman geçtikten sonra bizden 50 metre ötede oturan Richard’ın kapısında bir ceset belirdi. Orada adamlar bir tekneden kömür boşaltmakla meşguldüler ve bel hizasına kadar suyun içindeydiler. Adamlar, küçük çocukların çakıl taşları attığı, köpeklerin kokladığı, tuzlu suda uzun süre kalmış bu talihsiz cesedin etrafında acemi çaylaklar gibi oradan oraya koşturdular ama ceset akşama kadar orada kaldı. Biraz daha ileride başka bir ceset bulundu ve adamlar onları götürmeye geldiklerinde küçük çocuklara cesetleri bacaklarından sürükleme görevi verildi.

Sağ kalan Çerkesler, başkalarının da aynı hizmeti yapmasını bekleyerek, arkadaşlarının bedenlerini küçük sedyelerle ortak yığına taşıyorlardı. Omuzlarında taşıdıkları bir cesetle ilerleyen bu uzun boylu hayaletlerden daha şaşırtıcı bir şey olamazdı.

Amcamla birlikte Livadia sahilinde yürüyüşe çıktık. Tüm cesetler yok olmuştu, küçük çakıl yığınları gömüldükleri yeri işaretliyordu. Ama tüm plaj enkazla kaplıydı: Hasır kilimler, kürk şapkalar, koyun postları, giysiler, tahta kap kacaklar ve hepsinden önemlisi, bol miktarda ekmek. Yolcuları açlıktan ölmüş veya ölmekte olan gemilerden gelen ekmekler!..

Bu tüyler ürpertici dramda her şeyin gizemli olması gerekiyordu.

Limana yakın noktada ikiye ayrılan akıntı Sitti ve Livadia plajlarına toplam 60’a yakın ceset taşımıştı. Bu cesetler çok tuhaf özellikleriyle ayırt ediliyordu. Bazıları hançerle bıçaklanmıştı, birinin boynuna bir ip bağlanmış ve boğulma nedeniyle yüzü deforme olmuştu, bir diğerinin kafası kesilmişti. Bir adam, uzun süre denizde kaldığı halde üzerine savrulan güçlü dalgaların bile ayıramadığı küçük bir çocuğu sıkıca kucaklamıştı. Bu korkunç şiddet eylemlerinin failleri kim olabilirdi? Amaçları neydi? Bu konuda varsayımların içinde kaybolduk.

Yaşlı kadınlardan oluşan kalabalık bir grup her gün karantinaya giderek talihsiz yerleşimcilerin terk edilmiş eşyasını karıştırıyor, kendilerine uygun buldukları her şeyi alıp bir bohça haline getiriyor ve yanlarında götürüyorlardı. Başlangıçta yasak olan bu durum, Çerkeslerin sadece açlık ve güçsüzlükten öldükleri anlaşıldıktan sonra önem kazandı.
Diğerleri ise savaş alanındaki akbabalar gibi kıyılarda cesetleri aramaya gittiler ve dalgaların getirdiği koyun postlarını, giysileri ve hasırları kuruması için kumların üzerine serdiler ve sonra götürdüler.

Bir akşam, karantinadaki ölüm oranı en yüksek seviyedeyken, gece geç saatlerde antik limanın yakınında yankılanan kulak tırmalayıcı müziği duyduk. Bu müzik ertesi sabah da devam etti. Amcamla beraber oraya gittik ve müziğin iki çadırdan geldiğini gördük. Çok sayıda Türk erkek ve kadının aşırı neşe içinde eğlendiğini gördük. Ne olduğunu sorup, üç Türkün üç Çerkes kadınla evlendiğini ve düğünü bu şekilde kutladıklarını öğrenince şaşırdık. O talihsiz kadınlardan ikisi ertesi gün öldü.

Fransız yelkenlisi Swift’in gelişinden sonra Çerkesler karantinada ölmeye devam etti ama Türkler yelken açmaya hazırlanıyorlardı. Cenaze törenleri, düzgün olmasa da en azından kurallara uygun olarak yapıldı ve anlatmaya çalıştığım dehşet sahnelerinin bir daha tekrarlanmadığını gördük.

Ancak hastane karşısında yer alan denizin kıyısında ceset yığınları hiç azalmadı.
Valinin istifa etmesiyle Georges onu boğma arzusundan kurtulmuştu. Kalled Bey de muhtemelen başka bir paşalığa terfi etmiştir.

Talihsiz Çerkesler konusunu bitirmek için, onları son kez gördüğüm durumu anlatacağım.
Gelişlerinden yaklaşık üç hafta sonra sabahleyin babam, annem ve Flavia ile ayinden çıktık. Flavia o ana kadar sadece dalgaların taşıdığı ölüleri görmüştü, hayatta kalan Çerkesleri görmek istediğini söyledi ve karantinaya gittik.

Yerleşimcilerin Lefkoşa’ya nakledileceği söylenmişti. Uzun bir “arba” kuyruğu vardı. Tek yerel ulaşım aracı olan arba, iki çeper ve bir direğin yerleştirildiği tabandan oluşan küçük bir araç… Pimlerle bağlanmış ve çokgen bir şekle sahip olan tahta parçalarından yapılmış iki tekerlek üzerinde durur. Bu araçlar iki öküz tarafından çekilir.

Arbaların çoğu zaten doluydu, her birinde dört kişi vardı. Çoğu, geldikleri günkü gibi acınası durumdaydı. Bazıları ise tam tersine neredeyse iyileşmişti. Çok mutlu görünen genç bir erkek herkese paketler getirmişti. Karantinayı koruyan tüm Türk askerleriyle el sıkıştı ve üç kadınla birlikte arabaya bindi. Dördü de sanki bir eğlenceye gidiyormuş gibi mutluydu.
Zavallı bir kadın, birkaç saat bile yaşayamayacağı düşünülerek arabalardan birinden indirildi, ama yine de arabadaki eşyanın kendisine geri verilmesini işaretlerle isteyecek kadar gücünü toparladı. Bir paçavra yığını üzerinde karantinanın duvarına taşındı.
Araçların tamamı dolduğunda sürücüler öküzleri kırbaçladı ve uzun araba kuyruğu sarsılarak, sıkışarak, kaldırım taşlarında zıplayarak yola koyuldu. Ölmek üzere olanlara en korkunç sarsıntıları yaşattılar, kafaları tahta duvarlara çarpıyordu. Hepsi manastırın arkasında gözlerimizin önünden kayboldu.

Karantinada ölmek üzere olan 10-12 adam kalmıştı. Gözlerimizin önünde arabadan indirilen zavallı kadının yanında uzanmışlardı. Bir adam geldi, ayağıyla itti ve içlerinden biri artık hiç hareket etmediği için küçük bir sedye getirilmesini emretti. Böylece gidip onu toprağa ereceklerdi. Akşam karantina yine her zamanki sessizliğine ve yalnızlığına gömüldü.
Korkunç ayrıntılarını büyük bir dikkatle takip ettiğim, anımsaması çoğu zaman gecelerimi uykusuz bırakan ürkütücü dönem benim için böylece bitmiş oldu.

340 göçmen Lefkoşa’ya doğru yola koyuldu. 8-10 saat süren bu yolculuğun ayrıntıları bize anlatıldı. Talihsiz insanların 50’den fazlası yolda arabaların sarsması nedeniyle ölmüştü. Sürücüler gemi kaptanlarının yaptıklarını tekrarlamış, cesetleri yola atmışlardı. Cesetler, birileri onları bir uçuruma taşıyıp taşlarla örtene kadar orada kalmıştı.

İki ay sonra Lefkoşa’da, askeri birliğin kapısında oturan, tamamen iyileşmiş üç Çerkesle karşılaştık. Güzel kostümlerini ve silahlarını saklamışlardı, görkemli adamlardı.

Uzun zamandır görmeye alıştığımız iskeletlere hiç benzemiyorlardı, ancak cesur yüzlerinde üzgün ve cesareti kırılmış bir ifade vardı. Böyle bir felaketten sağ kurtulanlarda hangi sevgi duyguları ya da hangi umutlar kalabilirdi? Lefkoşa Fransiskenlerinin başrahibi erkekler, kadınlar ve çocuklar dahil olmak üzere 25-30 Çerkesin kaldığını söyledi.

Bu talihsiz insanların çektiği acıları anlatmaya belagatim yetmiyorsa, şu çok net rakamlar kelimelerimden daha etkili olacaktır:

Sadece 30! Larnaka’dan ayrılan 340 kişiden, orada karaya çıkarılan 1.133 kişiden, Konstantinopolis’ten gemiye bindirilen en az 3.000 kişiden geriye kalanlar bunlar. Sadece 30 kişi…

Sadece 30! Türklerin Ekim 1864’te Çerkesya’dan gelen cesur ve talihsiz dindaşlarına cömertçe gösterdiği misafirperverlik böyleydi! Korkunç bir şey! Çerkeslerin hatırası, onların ayrılmasından hemen sonra hafızalardan silinmiş gibiydi.

Kutsal Topraklar’dan (Kudüs) dönüşümüzde, anlattığım son olaylardan yaklaşık altı hafta sonra, Larnaka’da artık kimse onlardan bahsetmiyordu. Yetenekli Yunan silah ustalarının ilişkiler aracılığıyla ele geçirmeyi başardıkları birkaç silah ve sahilde yatan birkaç kürk şapka dışında varlıklarına dair tüm izler kaybolmuştu. Denizden gelen fırtınalar denizin getirdiği cesetlerin üzerinde yükselen tümsekleri düzleştirmişti ve yoğun sonbahar yağmurları karantinadaki ölülerin gömüldüğü yerleri bataklığa çevirmişti. Yabancılara karşı topraklarını cesurca savunduktan sonra sürgüne gönderilen o kalabalık ırktan, o yiğit ve güçlü kabileden geriye hiçbir şey kalmamıştı!

Gelecekte onların hatırası bile kalmayacaktı. Çektikleri acıların dehşeti şefkatten çok rahatsızlık hissi uyandıracaktı ve çakıl taşlarının birkaç santim altına gömülmüş insan kalıntıları yığını birkaç yıl içinde keşfedilirse belki de hiç kimse şunu söyleyemeyecekti: “Bu kalıntılar, sürgünü köleliğe tercih eden, misafirperverlik yasalarına güvenen ve bir barbarlık tarafından zulüm gören erkeklere, kadınlara ve çocuklara aittir! Kıbrıs sahillerine dağılmış bu kalıntılar, insan zulmünün ve aptallığının sessiz bir kanıtı olsun, o zalim fatihlerden ve saçma cellatlardan intikam almak için sonsuza kadar haykırsınlar!”

Kudüs’ten döndüğümüzde Çerkesleri getiren üç tabut gemi ortadan kaybolmuştu. Bu gemilerin bulaşıcılık kapasitesi öylesine fazlaydı ki, rüzgâr estiğinde denizde 300 metreden uzaktan bile leş gibi kokular geliyordu. Bir tanesinin ambarında sonradan cesetler bulunmuştu. Bu gemilerin tanık olduğu dehşet sahneleri, Çerkeslerin karaya çıkmasıyla son bulmamıştı. Tifüse yakalanan mürettebat, gemileri genç bir kamarota teslim edip karaya çıkmıştı.

Genç kamarot gemide unutulmuştu, karaya çıkmasını sağlayacak bir bot da yoktu. 15 gün sonra açlıktan ölmüş halde güvertede bulundu. Bu cehennem gemilerinin yakılarak yok edildiğini duymak beni çok mutlu ederdi ama akıbetlerini hiçbir zaman öğrenemedim.

Çeviri: Serap Canbek

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz