İnsanın içini karartan yazılı, sözlü ya da dijital kibir, zorbalık, linç dolu dillerin hâkim olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Ağızdan, kalemden, klavyeden ya da bedenden çıkan ses, görüntü, gürültü, sembol ya da mesajlar uçuşuyor. Suçluları kolaylıkla bulan, günah keçilerinin suçuna inanmış ve bitmeyen bir öfkeyle konuşan “ben bilirimci” insanlar dolu sağda ve solda…
BM’de iklim değişikliğinin “dünyaya karşı yapılmış en büyük dolandırıcılık” olduğunu açıklayan aptal ama güçlü ya da kötülük ve çıkarlarla hemhal olmuş bir tür “aklı” olan bir soytarının egemen göründüğü bir dünyadayız. Kibri ve kendinden olmayanları aşağılayan ya da kendinden aşağıda gördüğü ama işe yarar görünen başka ülkelerin seçkinlerini karşısına dizip “ne tatlı yaratıklar!” türünden yaptığı “sevimliliklerle” ve bu sevimliliklere pişkin pişkin sırıtarak bakan “tatlı yaratıklarla” manşetlere çıkıyor.
Mahalle ya da köy kahvesinde bir yandan pişpirik ya da okey oynayarak, çok “faydalı ve anlamlı” vakit geçiren, diğer yandan da memleket ve dünya meseleleri hakkında vaziyet alan amcalar ile kötülüğün sembolleşmiş ve “sevimli” hali olan bir adamdan aynı anda bahsediyorum. Var olan kocaman söylemler ve o söylemlerin içinde hareket eden gündelik dillerin irtibatından söz ediyorum.
Trump’ın ve onun yerli-milli şubelerinde, kahvehanelerde ve barlarda ahkâm kesenlerin muhakkak ve hep “bildikleri” bir şeyler vardır. Depreme neden olan şeyi, COVID’in nasıl çıktığını, AKP’nin, CHP’nin ya da DEM gibi partilerin sakladığı niyetleri, Kürtlerin bütün sahilleri işgal ettiğini, Türklerin bütün işlerini mültecilerin ele geçirdiklerini falan her şeyi en iyi onlar bilirler. Hatta sizi mahcup ederler, “Bir de sosyolog olacaksın, nasıl yani sen bunu bilmiyor musun?” diye fırça da yersiniz. Bilmedikleri bir şey olduğunda da zaten o mevzuyu da liderleri, kutsal reisleri falan biliyordur nasıl olsa… “Onun vardır bir bildiği.”
Az şey bilip, çok şey biliyormuş gibi davranmaya “Dunning-Kruger etkisi” adı veriliyor. Yani kabaca şöyle bir şey: ilk defa (ya da belli bir konuda) bir kitap okudunuz (ya da bir bilgi öğrendiniz); o an her şeyi o kitap gözüyle “anladığınızı” zannedersiniz ve aslında “aptallığın zirvesi”ne çıkarsınız. Sonra başka bir kitap okuyunca, işlerin karmaşık olabileceğini düşünürsünüz ve açıkçası moraliniz bozulur ve “umutsuzluk çukuru”na düşersiniz. Sonra okumaya devam ederseniz, hayata biraz daha mütevazı bakarsınız; uzmanlaştıkça anlama kapasiteniz artar, aydınlanırsınız ama hep bilirsiniz: hayat çok karmaşıktır ve hiçbir zaman her şeye tam olarak vâkıf olamazsınız.
Ve başkalarından duyulan korkudan beslenip, az bilgiyle donanmış zihniyet ve bu zihniyetin takipçilerinin beslediği nefretin nasıl sonuçlar üretebileceğine dair ne yazık ki tonlarca örneğe sahibiz.
Tabii ki insanın aklına ilk önce, her türlü ırkçı önyargılarla başlayan soykırımlar, katliamlar, pogromlar geliyor. Ama büyük radikal olayların gölgesinde bazen hiç dikkat etmediğimiz o kadar çok işlenen ve insanları insanlıktan çıkaran o kadar çok olay var ki… Acıları tanınmayan, sessiz sedasız kendi yaslarını tutmaya çalışan, cüzzamlı muamelesi gören insanları, KHK’lıları, hapishanelerde sessiz sedasız ölen insanları biraz olsun düşünmek bile aslında bize insanlığımızı hatırlatabilir, ancak korku eşliğinde güç arayışı ve dolayısıyla başka acıları görmeme hali çok güçlü ve bu hal geleceğimizi karartıyor.
Bedendeki travma
Yaşanan fiziksel darbeler, işkenceler, cinayetler, katliamlar, kısaca şiddet bitiyor bir zaman sonra. Tabii ki çok sayıda iz kalıyor; şiddet bitse de fiziksel acılar kendilerini hatırlatmaya devam ediyor. Fakat daha da önemlisi beynin ve kalbin, kısaca bedenin tuttuğu kayıtlar kolay kolay silinmiyor.
Medium adlı internet sitesinde çıkan bir yazıda (“Travmayı Taşımak. Bizi Birbirimize Bağlayan Görünmez Yaralar: Zihninizin Unutmaya Çalıştıklarını Vücudunuz Nasıl Hatırlıyor?”), Waleed Ahmed, narsist kişilik bozukluğu ya da ego patlaması yaşayan, hep “haklı” olarak yaşayan insanlarla olan ilişkiden çıkıldığında, bedenin taşıdığı travmatik izleri anlatıyor:
“Zihniniz güvende olduğunuzu bilir, ancak bedeniniz henüz bu mesajı almamıştır. Hâlâ o dairede, evde veya işte sıkışıp kalmış durumdadır; orada bir sonraki sözlü saldırıyı, sessiz muameleyi veya ani öfke patlamasını beklemeyi öğrendiniz. Zayıf, aşırı duyarlı veya ‘bunu aşamayan’ biri değilsiniz. Bu, psikolojik savaşın biyolojik sonucudur ve bilim artık, tehdit geçtikten çok sonra bile vücudunuzun neden alarm vermeye devam ettiğini tam olarak açıklayabilir.”
Güç takıntılı bireylerin gündelik ilişkilerde yarattığı sonuçların daha yaygın olanlarını otorite ya da devletle olan ilişkilerde de yaşıyoruz. Üstelik narsist otoriter kişi ya da devletlerin baskısından korunmak (işimizi kaybetmemek, konforumuzdan vazgeçmemek, başımıza iş açmamak, patronun gözüne girmek…) için, o devletin başkalarında açtığı yaralardan da gözlerimizi çeviriyoruz.
Dışımızda yaşanan acıları, bedenlere işlemiş olan izleri empati yaparak hissetmemizi sağlayabilecek bir kitap okudum geçen günlerde: Zabel Yesayan’ın Aras Yayınları’ndan çıkan “Sürgün Ruhum” kitabı (2016)… Kitabın kahramanı olan Emma, uzun yıllar yurtdışında yaşamış bir ressamdır ve memleketine -İstanbul’una- dönmüştür. 1922’de yayımlanan kitap, 1910’lu yıllarda Emma’nın (Zabel Yesayan’ın ve Ermenilerin) yaşadığı derin iç hesaplaşmalarla doludur. Emma “cennet gibi” bir İstanbul’a, mahallesi Üsküdar’a dönmüştür. Ancak, dönemin gerilimleri arasında, “bir memlekete ait olmak, kendini evinde bile sürgün hissetmek” gibi duygularla boğuşur.
Mehmet Fatih Uslu’nun muhteşem çevirisiyle Türkçeye kazandırılan “Sürgün Ruhum”, “bir insanın” ruh halini anlatıyor ama aslında bütün bir memleketin ruh haline ışık tutuyor:
“Sanki yabancı ve uzak bir memleketteki sürgünleriz. Biz doğduğumuz ülkede sürgünüz, zira halkımızın müşterek hayatının etrafımızda yaratacağı o atmosferden mahrumuz… Yalnız narin ve ince iplerle bağlıyız öz yurdumuza.” (s. 37)
Yesayan, kendini “öz yurdunda garip, öz vatanında parya” hisseden Necip Fazıl’dan 40 yıl önce yazmış bu satırları. Necip Fazıl, bu “gariplik” konusunda Ermenileri düşünmüş müdür, bilemeyiz tabii…
Ve bugünle konuşan başka satırlar:
“Meşrutiyet Türkiyesi’nin bize karşı hususi ve sevecen bir iyiniyetliliği var. Bu memleket insanı şaşkına çevirecek derecede beklenmedik hallerin memleketi ve sanki bir halden diğerine geçişte ara devirler yok. Her şey ya çok iyi, ya çok fena.” (s. 19)
Kitap anlattığı sürgün duygularıyla beni kendine bağlıyor ama başka bir bağlamda da beni yakalıyor: Çocukluk mahallemde, çok önceleri Zabel Yesayan’ın yaşadığını öğreniyorum. Aynı mahallenin aynı sokaklarında dolaşmışız. Aynı kiliselerin çanını, aynı camilerin ezanını dinlemişiz. Yesayan “sürgünlük” duygusunu anlatıyor bize; biz ise bir zamanlar onun bu duyguyu yaşadığı sokaklarda benzer bir duyguyu yaşamaya devam ediyoruz.
Yıkılan illüzyonlar ve saçmalık
Çünkü çok bilmiş bir seçkinci kültür ve bir siyasal zihniyet sürekli olarak kendini merkeze koyuyor ve diğer her türlü varoluş halini yola getirmek üzere plan yapıyor. Bu planı da uygulamaya koymak için gerekli sayıda korkmuş ama inanmış insan üretebiliyor.
Bu plan her zaman için devrede ancak planın hayal ettiği total inanç bir türlü gerçekleşemiyor. Çünkü total inancın ele geçiremediği, sürgüne ittiği ancak alternatif düşünebilen aktörler bu memlekette hiçbir zaman yok olmuyor.
Dizi filmler ve sinema filmleri yayımlayan Hulu adlı platformda ilginç olduğunu düşündüğüm bir dizi var. “Paradise” (Cennet) adlı bu dizi hakkında (gene) Medium adlı internet sitesinde çıkan bir yazıda şu cümleler yer alıyor: “[Dizideki] en korkutucu an, güneş battıktan sonraki sessizlik değildir. Ardından gelen toplu paniktir. İnsanlar sıcaklığı veya görme imkanlarını kaybettikleri için değil, dünyalarını bir arada tutan tek şeyi, yani kesinliği kaybettikleri için. O anda Paradise bilim kurgu olmaktan çıkar. Sosyolojiye dönüşür. Modern sistemlerin teknolojinin başarısızlığıyla çökmediğini, sembollerin başarısızlığıyla çöktüğünü ince bir şekilde gösterir. İllüzyonlar işlevini yitirdiğinde. İnançlar yıkıldığında.”
Yazının başlığı da oldukça çekici: “Kurduğumuz ‘Cennet’: Ritüel, Konsensüs ve Düzenin Kırılganlığı”… Ve arkasından şu ifade geliyor: “Bir toplum, gerçek ortaya çıktığında çökmez — insanlar yalana inanmayı bıraktığında çöker.”
Bugünkü altüst oluşlar, saçmalık düzeyinde cereyan eden olaylar tam da sürekli yıkılan illüzyonlardan kaynaklanıyor. Bu sembollerin çöküşü egemenleri çaresiz bırakıyor. Yani istediğiniz kadar ritüel yapın, topluca tepinin… “Hakikat-ötesi” diye adlandırdığımız dünyada, total medyatik inandırma ve iletişim teknolojilerine rağmen, artık insanların çoğunun yalana inanmaları mümkün değil.
Şu örnekleri bir düşünün…
Öyle bir hal yaşanıyor ki, şaka yapanlar, göbeğini biraz çok açanlar, şarkılarında erotik çağrışımlar olanlar, karikatür çizenler… kim varsa kafalarına faşizan bir tokmak inebiliyor. Kendilerini “dava” görüntüsü altında pazarlayan, Mercedes’leri, siyah takım elbiseleri, rütbeleri ya da unvanlarıyla boy gösteren kifayetsiz muhteris birtakım adamların tek kullanabildikleri şey bu tokmak… Oturdukları belediyelerde -en iyi bildikleri şeyi- her türlü vurgunu, soygunu yaparken ellerinden kaçırdıkları başka belediyelerin tepesine binmeye uğraşıyorlar. Sabah-akşam genç bakire kızlarla her türlü erotik ve pornografik hayaller kuran cüppelilerin yargıdaki uzantıları etrafa ahlak dersi vermeye çalışıyorlar…
Öyle bir dünya ki, çok sayıda ülkenin “toplumlarından bağımsız” iktidar odakları, aynı zamanda başka ülkelerden de sözde “bağımsız” bir şekilde “yerli ve milli” olma iddiası taşıyorlar. Buna karşılık birbirleriyle olağanüstü bir bağımlılık, iç içe geçmişlik ve titreşim içindeler. En azından yönetici seçkinlerin çıkarları söz konusu olduğunda…
Filistin’de soykırım bütün vahşetiyle sürerken, dünyanın tepesindeki kifayetsiz, narsist ve muhteris kişi, küfreder gibi, Filistin’de tatil köyü açma ve Nobel barış ödülü hayalleri kuruyor… Tek milletimizin ikinci devleti de İsrail uçaklarına petrol pompalamaya devam ediyor; Eurovision yarışmasında tabii ki İsrail’le “gardaşız” muhabbeti yapıyor.
İsrail’in Filistin’i işgal süresinde bir zamanlar en çok başvurduğu yol, Filistinlilerin zeytinliklerini imha etmek olmuştu. Sonrasında da zaten taş taş üstünde bırakmadı. Her şeyi yok etti. Bizde de adı “şirket” olan ama “yasa” kıyafetli mafya gibi davranan birtakım çıkar örgütleri doğayı, akarsuları, zeytinlikleri yok ediyor.
Akbelen’de, Hatay’da torba yasalarla, ormanlık alanlar, zeytinlikler, narenciye ağaçları zerre kadar ahlak taşımayan bir şekilde tarumar ediliyor. Her yeri askerle çevirip, insanları yerlerde sürüklüyorlar.
Bu arada, “iletişimci”, “siyasetbilimci”, “ekonomist” vs. birtakım seçkinler (ve çocukları) az zamanda milyar dolarlık zenginliğe ulaşmanın hayallerini kuruyor (ve tabii başarıyorlar).
Bunu yapabilmeleri için her türlü örgütlü, örgütsüz, radikal ya da yumuşak muhalefet sessizleştirilmeye çalışılıyor. Devletin AKP kontrolündeki cenahı, kendi CHP’sini kurmak için her türlü hukuksuzluğu ya da bir savaş aracı olarak hukuku devreye sokuyor. 5.000 polis desteğiyle “kayyım” olmayı içine sindirmiş olan bir adamı bir koltuğa oturtmaya, binayı “ele geçirmeye”, “fethetmeye” çalışıyorlar bir nevi…
Millet ay sonunu artık getiremez hale geliyor… Gençler gelecekleri hakkında giderek daha da umutsuzlar… Kendilerini yapayalnız hissediyorlar. Siverek’te çok kısa süre içinde onlarca genç adeta “yardım çığlığı” atarak intihar ediyor.
Buna karşılık, sokaklarda siyah ve güçlü arabaları olan insanlar daha küçük arabaya binenleri ve sıradan insanları dövme hakkını kendilerinde görüyorlar.
Bu arada Avustralya’da neo-Naziler, “beyaz güç” sloganları atarak, Aborjin toplulukları için kutsal bir yer ve mezarlık olan Camp Sovereignty’de barışçıl bir törene katılan kadınları metal çubuklarla dövüyorlar. Polis saldırının olacağını bildiği halde harekete geçmiyor; nihayet olay yerine vardıklarında ise kurbanlara biber gazı sıkıyorlar! Irkçı hakaretler ve organize neo-Nazi şiddeti olmasına rağmen, yetkililer bu olayı nefret suçu olarak değerlendirmiyorlar… (Nasıl, bizde “hiç ama hiç olmayan” bir uygulama değil mi?!)
ABD’den İsrail’e, Avustralya’dan Türkiye’ye uzanan bir yelpazede birbirine benzer bir zevat, kayırma, rüşvet, yolsuzluk batağında yolunu buluyor ve bizi sürgüne göndererek düzenlerini korumaya çalışıyorlar.
Teoride ve pratikte umut
Sosyolojik düşünme eşliğinde toplumsal dönüşümü okumak bize her zaman yeni alternatifler sunuyor. Ama ipin ucunun kaçtığı bir “saçmalık” halini alan bu dünyada uzun vadeye dair sosyolojinin sunduğu iyimserliğin yanı sıra bugün çok daha somut başka bir iyimserlik daha uyanıyor. Üstelik sosyolojinin verdiği “teorik” iyimserliğe kıyasla bu çok daha “pratik” bir iyimserlik…
Mircea Eliade “rasyonel insan” diye bir şey yoktur derken tabii ki çok haklı… Ama bunun tersi de doğru; tepeden tırnağa “irrasyonel insan” diye de bir şey yok. Bu kadar saçmalığa ve yalana topyekûn inanacak bir toplum ya da insanlık hali de yok…
Bir yandan insanların değil, yönetici zihniyetin çaresizliğini, saçmalığın seviye atlamasında da görebiliyoruz. Ancak diğer yandan, bütün dünyayı ele geçiren ve bir sirke dönüşen popülist, yerli-milli ve de neoliberal otoriter dalgaya karşı gene bütün dünyada uyanan bir itiraz var. “Filistin için adalet!” diyen insanların sesleri bütün dünyayı sarıyor. Yalana karşı insanlığın ortak geleceği için yapılan çağrıların sesi çok daha güçlü çıkıyor artık.
İsrail’de yaşayan ve “Filistin için adalet” ilkesiyle bilinen İngiliz gazeteci Jonathan Cook yazıyor şu satırları: “Gerçek şu ki, siyasi bir masal balonunun içinde yaşıyoruz. Medya ve Hollywood -milyarder sınıfın halkla ilişkiler kolları- bizi cahil, bölünmüş ve didişirken tutmak için tasarlanmış peri masalı anlatılar yaratıyor. Ne düşündüğünüzle veya ne söylediğinizle ilgilenmiyorlar, yeter ki milyarder sınıfın bir soykırımdan para kazandığını, Batı ekonomilerini varlık hırsızlığıyla boşalttığını ve gezegenimizi mahvettiğini fark etmeyin. Tüm bunların büyüklüğü çoğumuz için çok ağır, çok dehşet verici. Ama bununla başa çıkmalıyız — dünyamızı daha iyiye çevirebilme umudumuz için.” (https://x.com/Jonathan_K_Cook/status/1965789550040457368)
Önceki kuşaklardan çok daha farklı dil ve seslerle gençler yalnızlıklarının, sürgünlüklerinin içinde yepyeni dayanışma ağları örüyorlar ve “özgürlük, hukuk ve adalet” yeni bir dünyanın değerleri olarak her yerde dolaşıyor.
Zabel Yesayan’ın yıllar önce yazdıklarını hatırlayalım: “Bu memleket insanı şaşkına çevirecek derecede beklenmedik hallerin memleketi” ve bu dünya da öyle…