Bağımsızlık Demokrasi Özgürlük Eşitlik Birlik

Vicdanını cemaatten sıyırarak özgür olmak

Ayda bir Jineps’e yazı yazmanın benim için sağaltıcı bir tarafı var. Yazı yazmak, memleketin ve dünyanın halleri hakkında kafamın içinde uçuşan duygu ve düşünceler arasında bağlantıları kurmama yarıyor ama tabii aslında biraz içimi döküyorum. Sağda solda çok bağıramadığım için, içimdeki (epey bir zamandır çoğunlukla) öfkeyi ve umutları, karınca kararınca sahip olduğum sosyolojik sermaye eşliğinde dile getirmeye çalışıyorum.

“Sosyolojik sermayem” olmasaydı, nasıl olurdu bilmiyorum. İçinde Trump gibi narsist, şarlatan ve güçlü bir adamla ve onun benzerleriyle / “dostlarıyla” birlikte yaşadığımız bir dünyada biriken “duygusal sermayem” ile nasıl olurdum, hiçbir fikrim yok. Tabii şunun da farkındayım; sosyolojik ve duygusal sermayelerim arasında doğrudan bir ilişki var.

Beni bulunduğum kalıba getiren güzergâhlardan en önemlisi duygusal sermayemin izlediği seyir oldu. Hayatım boyunca bizzat yaşadığım ya da tanık olduğum adalet, özgürlük ve eşitlikle ilgili meseleler, geçim sıkıntısı, haksızlıklar, zorbalıklar, şiddet, taciz ve travmalar, tabii ki sosyolojik formasyonumda doğrudan karşılığını buldu. Ama aynı zamanda sosyolojik formasyonum bütün bu “dertler” karşısında mesafe almamı, onları anlamaya ve aşmaya çalışmamı sağladı. Öte yandan, hayat, şimdilerde olduğu gibi bazı zamanlarda üstümüze çok daha fazla gelse de, sadece dertlerden müteşekkil değil; çok şükür ki, mutluluktan havalara uçtuğumuz, çok sevindiğimiz zamanlar ve çok sevdiğimiz insanlar var. İşte bu mutluluk halleri de duygusal sermayemizde ve dolayısıyla benim durumumda olduğu gibi “sosyolojik sermaye”mde yerini buluyor. Yani sosyolojik sermayem, yaşadığım dertlere mesafe almamı, onların içinde kaybolmak yerine, anlamamı ve alternatif bir yaşamı hayal etmemi, dolayısıyla aynı zamanda umudu kaybetmememi sağlıyor.

Uzun lafın kısası, birçok kez gerçekten bir anlamı var mı diye sorgulasam da, bu yazılar, sosyolojik ve duygusal sermayelerim arasındaki bitmez tükenmez titreşimin bir aylık birikimini denetlemeye çalıştığım yazılar halinde tezahür ediyor. Bütün ay boyunca gündelik hayatımıza dalan, kafamızın içine üşüşen meseleler diziliyor; birbirleriyle konuşuyor ve “söz” olarak dışarı çıkıyor.

Şiddet ve pornografi

Kafamın içinde mesela tabii ki, CHP’nin seçimleri kazanmaması için, saray rejiminin her koldan verdiği inanılmaz savaş var. İktidar, her potansiyel adayı ekarte etmek için her yolu deniyor. Yıllarca adı yolsuzluk ve rüşvetle, rantla, şirketlere peşkeş çekilen medya gruplarıyla, zeytinliklerle ve sahillerle anılan bir iktidar partisi, yasaları uygulaması beklenen insanları kendi memuruna çevirerek yapıyor bunu.

Yargının memurları, Mabel Matiz’in “Perperişan” şarkısının sözlerinde “müstehcen” ifadeler buluyor ve soruşturma açıyor. İddianameyi hazırlayanlar şarkının “cinsel arzuyu dolaylı biçimde tahrik ettiği, bedensel ve ruhsal metaforlarla erotik çağrışımlar içerdiği ve cinsel birleşmeye yönelik betimlemeler barındırdığını” düşünmüşler.

Mabel Matiz’in şarkısı “çağrışımlar” yapıyor… Tabii, birtakım cüppeli tayfanın kürsülerinden cemaatlerine verdikleri vaazlarda böyle “çağrışım”lardan söz edemeyiz. Çünkü onların vaazlarındaki mesele, öte dünyaya, cennete havale edildiği için “müstehcen” olmaktan kurtuluyorlar muhtemelen. 700 küsur odalı bir evin her odasında memeleri daha yeni tomurcuklanmış -nedense sürekli olarak- bakire kızlarla, sinek kanadından daha şeffaf kıyafetleri olan hurilerle halvet olmayı hayal eden bu “dindar” şahsiyetler, “çağrışım” falan yapmadan, doğrudan ağızları sulanarak, cenneti düpedüz seks vaadiyle tasvir ve tebliğ ediyorlar. Çok ayrıntıya gerek yok ama bu cüppeliler “cennette, iman derecesine göre 72 ya da 100 huriyle sabahtan akşama kadar sürekli cima (seks) yapabileceklerini” anlattıkları zaman müstehcenlik riskine girmemiş oluyorlar. Aslında şarkı sözü yazanların aklında bulunmasında yarar var; erotik bir şeyler yazacaksanız, içlerine pedofili kaçmış cüppelilerin tasvirlerini kullanabilirsiniz. Hatta bu sayede “pornografik” suçlamasına bile maruz kalmazsınız.

Geçen ay, dünya ve memleket meseleleri arasında duygularım üzerinde en çok iz bırakan, çentik atan konu, Hamas ve İsrail arasında imzalanan sözde “ateşkes” oldu. Ancak “ateşe son veren”, “ölümü bitiren”, dolayısıyla nispeten mutlu olmamızı sağlayabileceği varsayılan bir ateşkes değil bu… Öyle bir ateşkes ki, başta savaş manyağı Trump’ın ABD’si ve terör devleti İsrail gibi güçlü ve kibirli birtakım devlet aktörlerinin ve onların yanına eklemlenen, kifayetsiz ama “önemli” olmak için yanıp tutuşan “güç kopyalarının” sahneledikleri bir şovdu adeta… Filistin toprakları Filistinlilerden temizlendikten sonra tatil mekânları pazarlamayı hayal edenlerin, yıkıntıları görüp, “inşaat ya resullullah” diye ağzı sulananların, önemli şahsiyet kıvamında “katkıda” bulundukları acıklı bir şov…

Bu şov ve şovu yapanlar karşısında sürekli benzer bir duygu yaşamaya devam ediyoruz. Şov öncesinde iki yıldır en ağır silahlarını utanmaz bir şekilde çoluk çocuğun üzerine boşaltan bir terörist devlet karşısında öfke, hınç, çaresizlik, güçsüzlük gibi duygular yaşıyoruz. Dünyanın tepesindeki narsist şarlatanın kendisine “Nobel Barış Ödülü”nü; faşist Netanyahu’ya “kahramanlık” payesini yakıştırması vicdanlarımızda derin yaralar açıyor. Bitmez tükenmez, yeniden nükseden, tekrarlayan bir iç kararması, bir stres hali yaşıyoruz.

Bu hali bize sadece Trump-Netanyahu çizgisi yaşatmıyor. Çünkü biz sıradan insanların elimize silah almamız mümkün değil. Ve mahallemizdeki mafya özentilerinden, trafikte dehşet salan “erkeklere” ve devletin tepesine kadar uzanan hiyerarşik çizgide, bellerindeki ya da emirlerindeki silahlı elemanlara, kontrol ettikleri yargıya güvenip sürekli ahkâm kesen, “asarım keserim” diye kükreyen kapkara ruhlu “siyasal” yaratıklar karşısında kendimizi çok çaresiz hissediyoruz.

Tam da bu yüzden, ellerinde silah, kanun, rütbe, titr, sermaye olan çok güçlülere karşı kendimizi güçsüz hissettiğimiz için, sokaklar öfke dolu, sürekli küfreden, birbirini vuran insanlarla dolu. “Türkiye yüzyılı”, “dünya liderliği” masallarıyla oyalanırken, bedava patatese hücum eden insanlar birbirlerini eziyorlar. Naklen izlediğimiz aile ya da mahalle içi şiddet hikâyeleriyle dolu programlar en çok reytingi yapıyorlar. İlköğretim okullarını bile çeteler, şiddet ve uyuşturucu kullanımı istila etmiş durumda. Haber programlarının yarısı, gündelik hayattan taşan şiddet görüntüleriyle dolu. Bütün TV kanallarını birtakım mafyacılar, mafya özentisi karakterler, hamaset dolu kahramanlar, ellerinde silahlarla sözde bilgelik taslayan ağır abilerin törelerden, kutsallardan, değerlerden dem vurduğu diziler kaplamış durumda.

Dünya çapında yapılan araştırmalarda, Türkiye toplumu her geçen sene en mutsuz ülkeler arasında en dibe çöküyor. Sonra birtakım küçük çocuklar katil olup, “aslanlar gibi yatarım” dedikleri zaman şaşırıyoruz.

Mattia Ahmet Minguzzi’nin öldürülmesi ve “kanuni” olsa da, katile yardım eden diğer iki sanığın beraat etmesi karşısında içimiz eziliyor, yüreğimiz sıkışıyor. Eline silah alanın, “aslanlar gibi yatar çıkarız” diyen Minguzzi’nin katili gibi “erkeklik” mertebelerinde yukarı çıktığını zanneden mafya özentilerinin karşısında bıkkınlıkla karışık isyan duyguları yaşıyoruz.

“Aslanlar gibi”ye iki küçük örnek vereyim… Birisi kişisel… Geçen nisan ayında İzmir Karşıyaka Belediyesi’nin kültürel işleri çerçevesinde “Toplumsal bellek” üzerine yapacağım konuşmayı Zafer Parti’nin gençlik kolları sosyal medya üzerinden, etkinliği basmakla tehdit edip, aslanlar gibi engellemişti (muhtemelen gurur duymuşlardır!). Geçenlerde Aydın’da Zafer Parti’nin açtığı standı da akrabaları olan MHP’liler basıp dağıtmışlar… Hepsi “aslanlar gibi”… Kimin kime gücü yeterse yani…

Sumud Filosu’nun kahramanları ve cemaate adam devşirmece…

Ancak, silahları ve mafya diliyle harmanlanmış “erkeklik” gösterisi yapan, kendilerini her şeyin sahibi ve “kralı” zanneden siyasiler karşısında biz sıradan insanların da inanılmaz bir gücü var. Bitmeyen bir sabır eşliğinde bir güç.

Her gün ölümle iç içe yaşayan ve resmi rakamlara göre en az 65 bin ölü veren Filistinlilerin, ateşkes söylemi arkasında hâlâ ölmeye devam etmeleri karşısında, dünyanın dört bir köşesinde yüzbinlerce insan sokaklara inip, meydanları doldurmaya devam ediyor.

Filistin için yapılan eylemler içinde kuşkusuz Sumud Filosu inanılmaz bir etki yarattı, dünya ölçeğinde bir özgürlük ve adalet çığlığı oldu. Dünyanın dört bir köşesinden ve Türkiye’den gelmiş, inançlı, inançsız yüzlerce insan, Sumud Filosu’yla Gazzelilerin hayatlarını kurtarmak için küçük ama insanlık için çok büyük ve sembolik bir anlam taşıyan ve bu yüzden gurur duyulacak bir eylem yaptılar. İnsanlığın yüz akı bu bireyler ellerinden geldiği kadar, vicdanın sesine ses kattılar.

Sumud Filosu’na katılan bu insanlar geri döndüklerinde, onları karşılarken yücelten kitlelere “Biz kahraman değiliz; Gazzeliler hâlâ soykırıma uğramaya devam ediyorlar. Ve bu soykırımı, kahramanlık ve kişisel gösterilerimizin arkasında kaybetmeyelim” diyerek çok güçlü mesajlar verdiler.

Ancak ne yazık ki, herkes bu mesajı veren Greta, Thiago, Emine ya da Yasemin gibi olamadı…

Kendini gerçekten mutsuz hisseden bir toplumun içinde, kendine ve başkalarına güven duygusunu kaybetmiş kesimler, tam da bu güvensizlikten kaynaklanan “cemaatçiliklerini” bu mevzuda da gösterdiler.

Bir cemaate ait olarak “önemli” olabilen, “adam yerine konduğunu” düşünen ama en önemlisi bir cemaate ait olarak çıkarlarını artıran bu kesimlere mensup bazı insanlar, Filistin için canla başla uğraşan İspanyolları, Güney Afrikalıları, İtalyanları vs. görünce, oturdukları yerden ahkâm kestiler. “Bunlar Batılı; görünüşe aldanmayın, bizim üzerimize oyunlar oynuyorlar, gâvurdan dost olmaz” falan gibi “derin” tespitler saldılar sağa sola…

Bu cemaatleşmiş kesimlerden bazıları ise Sumud Filosu’na katıldılar ve o teknelerde İsveçli, Brezilyalı, İtalyan ya da İspanyol kimlikli muhteşem insanlarla tanıştılar. Onların Türk ve İslam dünyası için oyun oynadıklarına dair bir şey düşünemediler. Ama oraya gitmişken bundan siyasi ya da cemaatçi rantlar devşirmeye çalıştılar… Ve o muhteşem insanların “İslam hidayeti ile nasiplenmeleri” için dua ettiler. “Müslüman olmamalarına rağmen güzel kalpleriyle cesaretleriyle tutuklanmayı göze alıp eylem yapıyorlar; Allah sizi İslamla şereflendirsin” diye dileklerde bulundular.

Aslında “eğlenceli” bir yolculuktan dönmüş gibi “gösteri” havası yaratan, anlatacak bol anekdotu olan bu Sumud yolcularından biri, teknede tanıştığı Tommy adlı bir -sanırım- İngilizi Müslüman “yapmış”; havaalanında karşılama anında onu anlatıyor. Cemaatin TV kanallarından birine yansıyor; acayip gururlu… Etrafında da mutluluk görüntüleri…

Sumud Filosu, soykırımı durdurmak için devletlerin üzerlerine düşen görevi yapmadığı için “olmak” zorunda kalmış bir sivil oluşum. Ancak, başka insanlarla birlikte, insanlıkları için gurur duymak yerine, cemaatleriyle gurur duyabilen bu kesimler, Gazze’ye uygulanan ablukayı kırıp, sembolik bir yardım içeren temel misyonunun tam tersine “kendi devletlerini aklama” performanslarına giriştiler.

Bu sahneler, başka filmleri gizliyor bu arada. Sumud Filosu Gazze’ye doğru ilerlerken, yanlarından ticaret gemileri geçip, İsrail limanlarına yanaşıyorlar; “İsrail’le ticareti durdurmuş olan” Türkiye’den İsrail’in ekonomisi dönsün diye gidiyorlar.

Bu arada tabii bu “şereflendirme” işi sadece dindar görünümlü cemaatçilerde söz konusu değil. “Seküler” kanallardan birinde, haberlerde yabancı biri İstiklal Marşı’nı ezberlemiş, onu okuyor kameralara… Haberleri sunanlar da mutlu… Öte yanda, birileri sosyal medyadan paylaşıp duruyor; Che Guevara öldüğünde çantasından “Nutuk” çıkmış…

Yani “bizim takıma” birileri daha gelmiş; birileri daha bizim cemaati sevmiş. Cemaatimiz bir kere daha ispat etti kendini!

“Büyük” ülke iken sonradan “küçük” olan, travmalı bir toplumun insanları… Bitmeyen bir onaylanma ihtiyacı… “Korkma…”, “Ne mutlu…”, “Türkiye yüzyılı…”, “Dünya lideri…”

Bu arada, oksijen sarartmalı saçlı, “sevdim-sevmedim”, “iyi-kötü” gibi derin entelektüel birikimle ve topu topu 200-300 kelimeyle konuşan, şımarık ama dünyanın kapitalist ağası Trump gibi bir adama dersini iyi öğretmişler. Üstüne oturduğu sermaye ve güçle, zembereğinden boşalan bir narsisizm ile kendinden çok tatminkâr ve güvenli bir şekilde, karşısına dizilmiş Türk bürokratları kurnazca “methediyor”! Biliyor onların ve arkalarındaki cemaatin neden hoşlandığını… Gerçi biraz dalga geçiyor gibi sanki… Olsun, çok önemli değil; karşısındaki bürokratlar mutlu, sırıtıyor…

Hani başkası adına mideniz ağrır ya… Öyle bir şey hissediyorsunuz…

İşte bu yüzden Filistin’i dünyanın tüm iyi insanlarıyla birlikte düşünmek, hem Filistin’i kurtaracak hem de bizi özgürleştirecek.

Ferhat Kentel
Ferhat Kentel
Son olarak, kapatılan İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi olan Ferhat Kentel 1981’de ODTÜ’de işletmecilik lisans eğitimini tamamladıktan sonra 1983’te Ankara Üniversitesi SBF’den yüksek lisans ve 1989’da Paris, Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’den sosyoloji doktora derecesi aldı. 1990-1999 arasında Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü’nde, 2001-2010 arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Fransa’da Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’de ve Université de Paris I’de çeşitli dönemlerde misafir öğretim üyesi ve araştırmacı olarak bulundu. Türkiye’de ve yurtdışında çeşitli kitap ve dergilerde modernite, gündelik hayat, yeni sosyal hareketler, din, İslâmi hareketler, aydınlar, etnik cemaatler üzerine makaleleri yayımlandı. Yayınlanmış araştırma ve kitapları şunlardır: Ermenistan ve Türkiye Vatandaşları. Karşılıklı Algılama ve Diyalog Projesi (Gevorg Poghosyan ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2005; Euro-Türkler: Türkiye ile Avrupa Birliği Arasında Köprü mü Engel mi? (Ayhan Kaya ile birlikte) İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2005; Milletin bölünmez bütünlüğü: Demokratikleşme sürecinde parçalayan milliyetçilik(ler) (Meltem Ahıska ve Fırat Genç ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2007; Belgian-Turks: A Bridge, or a Breach, between Turkey and the European Union? (Ayhan Kaya ile birlikte), King Baudoin Foundation, Brüksel, 2007; Ehlileşmemek, düzleşmemek, direnmek, (Söyleşi: Esra Elmas), Hayykitap, İstanbul, 2008, Türkiye’de Ermeniler. Cemaat-Birey-Yurttaş (Füsun Üstel, Günay Göksu Özdoğan, Karin Karakaşlı ile birlikte), İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2009; Yeni Bir Dil - Yeni bir Toplum, (Söyleşi: M.Talha Çiçek, Gülçin Tunalı Koç), Bilsam yay., Malatya, 2012; “Kır Mekânının Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Dönüşümü: Modernleşen ve Kaybolan Geleneksel Mekânlar ve Anlamlar” (Murat Öztürk ile birlikte), TÜBİTAK araştırması, 2017.

Yazarın Diğer Yazıları

“Sürgün ruhumuz” ve illüzyondan çıkış

İnsanın içini karartan yazılı, sözlü ya da dijital kibir, zorbalık, linç dolu dillerin hâkim olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Ağızdan, kalemden, klavyeden ya da bedenden...

Ormanlar yanarken, narsist devlet ve bireyleri

Biraz kişiselleşmiş ve duygularıma çok gem vurmadığım bir yazı olacak, kusura bakmayın lütfen. Daha doğrusu bütün yazılar, söylenenler her halükârda bir tarafıyla kişiseldir, içinde...

Kutsal düzen ve başka bir dünya arzusu

“Öyle bir dünya ve toplumda yaşıyoruz ki… Acımasız bir sınıfsal uçurum… Kibirli güçlülerin dar dünyalarının dışında derin bir umutsuzluk ama aynı zamanda bıkkınlık ve...

Sosyal Medyalarımız

4,890BeğenenlerBeğen
1,353TakipçilerTakip Et
4,000TakipçilerTakip Et

Son Yazılar

- Advertisement -spot_img