Bektaşağa Köyü

0
922

Asıl vatanlarının Kafkasya olduğunu bilen Çerkezler kendilerine Adığe derler. Çerkez adının muhtemelen İngilizce “Sircas: Efendi kas”tan geliyor olabileceği söylenir. Bektaşağa’lılar Kafkasya’nın en eski kavmi olan Adığe’lerin Abzah boyundan olup, Kafkasya’nın kuzey yamacındaki ve Kuban nehrinin kolu olan, İ. Berkok’un kitabındaki Psıj çayı dolaylarından Bektaşağa’ya göç etmişlerdir. Asıl vatanlarından sürgün 1850’li yıllarda başlamıştır. Asıl vatanları dışında Türkiye, Ürdün, Suriye, İsrail, Libya ve Yugoslavya gibi ülkelere dağılmış durumdadırlar. Kafkasya’nın Osmanlı etkisinde bulunduğu dönemde Mısır ve Hicaz bölgesine gidip dini eğitim alan Kafkasya kökenli çok sayıda insan vardı. Bu kişiler ülkelerine dönerek İslam kültürünün yaygınlaşmasına katkıda bulunuyorlardı. Zamanının ilk resmi sürgünü dönemin Çerkez önderlerinden Muhammed Emin ile başlamıştır. Görüşmelerde bulunmak üzere Adığe kabilelerini temsilen 1857 yılında İstanbul’a gelen Mehmet Emin, Rusların girişimi sonucunda Osmanlı Devleti tarafından tutuklanarak Şam’a sürülmüş, fakat aynı yıl kaçarak yurduna dönmeyi başarmıştır. Giderek sıklaşan Osmanlı-Rus savaşları, Kafkasya-Rusya çatışmaları ve aynı zamanda izlenen politikaların sonucuna bağlı olarak dalgalar halinde başlayan Kafkas halklarının tehciri aslında 1856-1864 yılları arasında göç niteliğine bürünmüştür.

Çerkez beyleri sarsılan sınıfsal konumlarını kurtarabilmek, din adamları propaganda yapabilmek, Osmanlı ise Çarlık Rusya’sına karşı vurucu güç elde edebilmek için göç olayını adeta teşvik etmişlerdir. Kırım savaşı ve sonrasında 1853-1856 yılları arasında pek çok ajan Kafkasya’da Osmanlı Devleti topraklarına göçe çağrı broşürlerini dağıtırken, padişahlarla akrabalık ilişkileri bulunan Çerkez aristokratları da göçün sağlanması karşılığında saraydan yardım vaadi alıyorlardı. Kafkasya topraklarına göz diken Çar da göçün bir an önce gerçekleşmesine adeta yardımcı oluyordu. 1750 ile 1850’li yıllar arasında Ruslarla yapılan savaşta Kafkasya’da önemli sayıda Rus askerinin öldüğü söylenmektedir. Kafkasya 1864 yılında yoğun Rus saldırılarına maruz kaldı. Köyler yıkıldı, tarlalar tahrip edildi. Kafkasya adeta yerli nüfusundan arındırılıyordu. İnsanlık tarihinin en büyük sürgünlerinden biri böyle başladı. Bu şartlar içinde yola koyulan bir milyon civarındaki göçmen gruplarının bir kısmı Karadeniz’den Anadolu’ya dağıldı. Bir kısmı Marmara bölgesi üzerinden Trakya ve Balkanlara göç etti . Bir kısmı Samsun-Adana hattını izleyerek Suriye, Lübnan, Filistin ve Ürdün’e gitti. Büyük çoğunluğu Anadolu’da kalarak yerleşti. Yoğun olarak Kayseri-Uzun Yayla, Maraş-Göksun, Adapazarı, İzmit; seyrek olarak da Batı Anadolu ve Karadeniz kıyısı yörelerine yerleşmiş bulunuyorlar. Kayıtlara göre bir milyon insanın göç ettiği belirtilir. Göç sonrası bunların pek azının hayatta kalmayı başardığı söylenir.

Sinop’un merkez İncirpınarı köyünün mezarlığındaki yıl kayıtlarına bakıldığında göçmenlerin 1861 ve 1865 yıllarında olmak üzere iki dönem halinde bölgeye geldikleri anlaşılmaktadır. Bektaşağa’lılar Sinop Vilayet kayıtlarına göre ilkin Samsun-Merzifon dolaylarına yerleşmişlerdir. Ancak yerli halk, göçmenlerin kalabalık ve güçlü olmalarından kaygı duyarak bunların göç etmelerini ve Sinop’a gitmelerini sağlamıştır. Ayrıca Vezirköprü’de, Bektaşağa’nın Araplar mahallesinde yaşayan Kandemir (Vezirköprü’nün Baklalı köyünden) ve Özdemir ailelerinin sülalesinden ailelerin yaşadığı da ailelerin kendileri tarafından bilinmektedir. Aynı zamanda Özdemir ailesi köye 1888 yılında gelindiğini belirtmektedir( muhtemelen kendi ailelerinin gelişleri olabilir)Buna göre köyün bazı ailelerinin Vezirköprü dolayından gelmiş olmaları söz konusudur. Öte yandan söylemlere dayanan bilgilere göre karayoluyla Ordu’ya kadar gelmişlerdir. Burada konaklayarak, Thamate Jajiy’i yer beğenip bulmak amacıyla öncü olarak Sinop’a göndermişlerdir. Blaneğaptze Jajiy Bektaşağa köyünü görüp, beğenmiş sonra da hepsi gelip buraya yerleşmişlerdir. Göç sırasında Osmanlı Devleti aile yada kişi başına para yardımında bulunmuş, bu paralarla da göçmenler yerleşecekleri yerleri satın almışlardır . Göçün gerçekleşiş şekliyle ilgili olarak bu bilgilerin tümünün birleşik geçerliliği söz konusu gibi gözükmektedir. Jajiy’in mezarı çayın köprüsünden geçerek Köye giderken, yokuşun bittiği yerde, sağdaki küçük yazıda bulunmaktadır. Yazıdan aşağıya inen diğer yolun üst tarafında , yazının daraldığı yerdedir. Göçmenler gelmeden önce Bektaşağa mahallesinde Bektaş Ağa diye bir kişi, Araplar mahallesinde de Arap kökenli insanlar otururlarmış.

DEMOGRAFİ, SÜLALELER VE DAĞILIMLARI

Köy 1950’lerde 150-200 haneden oluşmaktaydı ve yaklaşık nüfusu 700-800 kişiydi. Toplum Abdzah ve Shapsığ kabilelerinden oluşurdu. 1960’lı yıllarda , çiftçilikten memuriyete, şehir yaşamına geçme döneminde bazı aileler ev ve tarlalarını köy dışından vatandaşlara satarak, köyden taşınmışlardır. Bunların bir kısmı, şu anda köydeki ev yerlerini satmış olmaktan pişmandırlar. Baba soylu şecere anlayışı hakimdir. Abdzah’ler Şınaox, Yexul, Çetav, Apış, Tsey, Najıuk, Blaneğaptze, Xoaj, Xut, Ğış, L’ış, Çoabğo, Pşıl’ı ve Melbox sülalelerinden oluşur. Şhapsığ’lar Açümıj ve Thats sülalelerinden oluşur. Araplar mahallesi genellikle Şınax, Blaneğaptze ve Apış’lerden oluşur. Bektaşağa mahallesi Şınax, Yexul ve Xut’lardan oluşur. Yeni mahalle ise Pşılı’lerden oluşur. Göçgün ve Dağlar mahallesi ise Dağıstanlı’lardan oluşur. Aynı sülaleden olan insanlar daima geleneksel olarak birbirlerine ilgi, alaka, yakınlık ve kayırma göstermek zorundadırlar.

YAŞAM ÇEVRELERİ VE EV MEKANLARI

Köyün bugünkü konumundan da anlaşılabileceği gibi orman içlerini, kenarlarını ve aynı zamanda çay kenarlarını yerleşim alanı olarak tercih ederler. Evlerini “yazı” benzeri düzlüklerde, yağmur suyu birikintisinin olamayacağı kesimlerde yapar, avlu çevresini de çitle çevirirler. Ev cephesi ve giriş kapısı daima güneye bakar. Bu alışkanlıkları, muhtemelen, vaktiyle, güneşin en yüksekteki haline tapınıyor olmalarından kaynaklanıyor olmalıdır (EA). Evin sokak yada yazı tarafına bakan kesiminde genişçe yeşil bir alan bırakılır. Burada, kenarında üzüm asması olan kuyu olur. Çiçekler, meyve ağaçları ev önünün aksesuarıdır. En önemlisi sıcak havalarda akşamları komşularla birlikte oturulacakları ve sohbet edecekleri gölgelikli, sedirli köşeleri olur. Eski evleri, eskiden günümüze olacak şekilde toprak sıvalı çitten, ağaç- kalastan (iki katlı), tuğla-ağaçtan (iki katlı) ve örme tuğladan yapılırdı. Bugün ise betonarme evler yapılmaktadır. İlk zamanlar, göç ile birlikte gelmelerinin akabinde, prehistorik dönemde Karadeniz çevresine özgü olan, toprak sıvalı çitten yapılma, kendilerince “pasxa” denilen evlerde yaşarlardı. Bu evlerin tabanı 3-4 m kenarlı, kare yada dikdörtgen şeklinde olurdu. Bu karenin köşelerine ve kenarlarının üzerine, sıkça ve evin yüksekliği kadar olan direkler dikilirdi. Direklerin arası pek kolay çürümeyen, esnek sarı çiçek çalısıyla örülür ve oluşturulan bu duvar içten ve dıştan beyaz toprakla sıvanırdı. Kuzeye bakan duvarın iç, orta kenarına hemzemin bir ocak yapılırdı. Ocağın kenar duvarı 30-40 cm yükseklikte olur ve taş, topraktan örülürdü. Kışın sıcak olan ve “Jante” denen, zemini yükseltilmiş ocağın sağ yan tarafı daima “Thamate” denen evin büyüklerinin köşesi olmuştur. Bazen ocak üzerine baca yapılır, bazen de maddi yetersizlikten ötürü ocağın tam üzerine gelen yerde çatı ile duvar arasında sadece bir delik bırakılarak ocağı oluşturma işlemi gerçekleştirilirdi. Ocakta kışın devamlı ateş yanardı. Uzun süreli saklayabilmek amacına yönelik olarak ocağın kenarında et ve peynir kurutulurdu. Giriş kapısı tek olurdu ve tam ocağın karşısına yerleştirilirdi. Kapılar iki kanatlı ve her iki tarafa da açılır, kapanır ve ağaçtan yarılarak elde edilen tahtadan yapılırlardı. Ağaçtan büyük bir menteşe direği kapının her iki tarafa açılmasını sağlardı. Kapı altındaki eşik de ağaçtan olurdu. Duvarlara yerleştirilen camsız pencerenin yüksekliği, dibindeki oturulacak sedirden dışarısı görünecek şekilde ayarlanırdı. Geceleri bu pencereler özel yapılan bir kapakla örtülürdü. Evin yüksekliği insan boyundan biraz fazla ve taban karesi de kişilerin varlığına göre biraz küçük veya büyük olurdu. Evlerin tavanı olmazdı. Küp şeklindeki evin üzerine ağaçtan çatı iskeleti yapılır, bunun üzerine de belirli düzende, kurutulmuş, yassı saz bitkisi serilirdi. Bu çatı her nasılsa yağmur ve kar suyunu aşağıya sızdırmazdı. Daha sonraları pasxa denen evlerde, ince uzun sırıkların yan yana dizilmesi şeklinde de tavan yapılmıştır. Bu evlerin tabanında yuvarlak sazdan yapılmış hasırlar kilim olarak kullanılırdı. Sonra, yeni evlenecek aileden delikanlıya evin yan tarafında fakat bitişik olmayan, “Leğune” adı verilen aynı şekilde bir ev yapılırdı. Daha sonra vakti geldiğinde büyük baba, sülale büyüklerinin de katkısıyla erkek çocukların arasında toprak bölüşülmesini gerçekleştirirdi. Tuvaletleri evin biraz uzağındaki konumda, örme çitten ve üstü açık küçük bir kulübe şeklinde olurdu ve ailenin bütün fertleri bu tuvaleti kullanırdı. Farklı ailelerin evleri birbirine fazla yakın olmazdı. Daha sonraki zamanlarda içine yerleştikleri kültürün etkisi ve maddi durumlarının da iyileşmesiyle, sırasıyla ağaç- kalastan ve tuğla- ağaçtan (bağdadi) evler yapmaya başladılar. Genellikle evlerin alt katı tümüyle giriş kısmı, merdiven, mutfak ve ahırdan oluşurdu. Bu evlerin içine tuvalet, ilk olarak yapılmaya başlanmıştır. Örme tuğla ve betonarme evlerin altına ise hiçbir şekilde ahır yapılmamıştır. Asıl badana renkleri beyazdır. Yerleşim mekanında ev ve ahır atıkları yol ve yazı tarafına olmayacak şekilde, evin arka ya da bahçe tarafına doğru atılırdı.

GEÇİM TARZLARI

Yaşamlarını çiftçilikle sağlarlardı. Tarla ziraatı (mısır ve sebze) yanında koyun, sığır ve manda hayvancılığı yapılırdı. Deniz kültürüne ve ilgili balıkçılık bilgisine sahip değildirler. Bu durum Kafkasya’dayken deniz kenarından uzak bir kesimde yaşamış olduklarının göstergesidir. Sadece çayın birikinti sularında sürgü yöntemiyle balık tutmayı bilirler. Tahılları mısır, en önemli meyveleri ceviz, armut, üzüm ve incirdir. Ticareti ve para kazanmayı hiç bilmezlerdi. İlkel, kapalı hayat yaşarlardı. Demircileri ve ihtiyaçlarını karşılayacak marangozları vardı. Çalışmayı pek sevmezler. Sosyal ilişkilere ve faaliyetlere daha fazla zaman ayırmayı yeğlerler. Günümüzde daha çok, tahsil yaparak meslek sahibi olma gayreti içerisindedirler. Son zamanlarda kendi özel işyerini oluşturmak isteyen insanların sayısı az da olsa artmaya başlamıştır.

ÖRF, ADET VE SOSYAL YAŞAMLARI

Her zaman örf ve adetlerine bağlı bir yaşam sürdürme çabası içinde olmuşlardır. Kafkasların sert ikliminde kültürünü ve sosyal yaşamını geliştirmiş bu insanların en önemli özellikleri, gayet yumuşak başlı ve misafirperver olmalarıdır. Yaşam tarzlarında büyüğe saygı kesindir. Büyüklerin yanında söz, davranış, tavır ve tutumlarına özellikle çok dikkat ederler ve kabullenmeseler de söylenene itaat ederler. Baba etkili bir yaşam tarzı hakimdir. Arsız ve yüzsüz olmayıp, utangaç ve çekingen insandırlar. Yeni kuşaklarda sosyal yaşam tarzı daha modern ve liberal bir çehreye bürünmeye başlamıştır Çok eskiden misafirler “haeş” denen ve evden ayrı yapılmış bir odada ağırlanırdı. Yemek ve yatma hizmetleri burada gerçekleşirdi. Haeş’te misafirlerle büyükler sohbet ederken küçük bir birey de konuşmadan, hizmet için kapının yanında otururdu. Yeni gelmiş misafirlerin giysileri, ilk günün gecesi uyunduktan sonra, sessizce alınır, yıkanır ve misafir uyanmadan yerine konurdu. Misafir genç birisi olduğunda akşamları şerefine eğlenceler düzenlenirdi. Eskiden, evlenen kızlara toprak hakkı verilmezdi. Topraklar erkek kardeşler arasında bölüştürülürdü. Dini bayramlarda büyüklük, küçüklük durumu dikkate alınarak akraba ve komşular birbirlerini ziyaret ederler. Bayramın ikinci, üçüncü günü gençler kızlı, erkekli olarak, büyük meşe ağacının dalına kurdukları salıncakta sallanırlardı. Kızlar şalvar giyerek salıncağa otururlardı. Hafifçe hızlandırılan salıncağı , karşılıklı duran iki genç, ellerindeki ince ipi kullanarak, sallarlardı. Böylece salıncak çok yükseklere kadar gönderilirdi.

ÇALGILARI VE OYUNLARI

Şu anda el mızıkası (armonikası) baş çalgılarıdır. Aynı müziklerini ağız mızıkasıyla da seslendirebilmektedirler. Oyunlarda, mızıka çalınırken elle çalınan ritim tahtasıyla da eşlik edilir. Bunların yanında kemençeye benzeyen ve at kılıyla yapılan “şıç’epşın: at kuyruğu çalgısı” da kullanılırdı. Ayrıca kavala “kamılepşın: kamış çalgısı” demeleri, bu çalgıyı da çalıyor olmalarını gerektirir. El mızıkası 1822 yılında Batı Avrupa’da icat edilmiştir. Bu çalgının Kafkasya’ya gelinceye kadar belli bir zaman geçmiş olması söz konusudur. Peki bundan önce hangi çalgı aleti asıl olarak kullanılmaktaydı? Güney Kafkasya’nın asıl çalgısı olan tulum, eski çağlarda muhtemelen mızıka yerine Adığe’ler tarafından da kullanılmaktaydı. İlgili kelimeler üzerinde dil bilim yönünden morfolojik analiz yapıldığında bu sonuca ulaşılabilmektedir(EA). Dansları, oyunları özgün olup bir ihtimal çok eski zamandaki dini ayinlerinin uzantısı olarak günümüze kadar gelmişlerdir. Şenlik içerisinde tekli yada ikili çiftler halinde karşılıklı olarak ve diğer insanlar tarafından da avuç yada tahta ile ritim tutularak oynanan “tleperuş: ayak burnunu sürüme” adlı oyun, başlıca olanıdır. Muhtemelen bu oyun bütün Kuzey Kafkasya oyunlarının atası olabilir. Bir diğeri ise tekli, ikili yada üçlü çiftler halinde oynanan “zefak’”: karşılıklı gitme” dansıdır. Oyunlarda bir grup dansı icra ederken, asla başka bir grup oynamaya kalkışmaz. Aksi, ayıplanan bir durumdur. Oyunu izleyenler şamatalı bir ortam yaratmazlar, ancak neşelidirler. Pek yaygın olmasa da “havatzık’ur raşi: küçük havayı götürdüler” oyunu da çeşni türünden bir oyun sayılabilir.

EVLİLİK ÖNCESİ GENÇLİK

Evlilik öncesi gençlik döneminde genç kızlar ve delikanlılar gelin alma törenlerinde, düğünlerde, eğlencelerde birlikte oynarlar ve eğlenirlerdi. Normal yaşamlarında gençler akşamları evlerde toplanarak sohbet ederler ve sohbetin yanında, eğlence anlamında el mızıkası eşliğinde kendi danslarını icra eder ve çeşitli oyunlar oynarlardı. Bu toplantılarda sohbetlerin yanında ayrıca bol espriler yapılırdı. Toplantılarda genç erkekler ve kızlar aralarında “flört: kaşen” ve “sözlü: pselux” ilişkileri yaşarlardı. Akrabalar arasında bu tür ilişkiler kurulmazdı. Flört anlamındaki ilişkiler karşılıklı saygı esası içersinde olur ve herkes tarafından bilinirdi. Flört eden kişiler birbirlerine iltifatlı sözler ederek sevgi kazanmaya çalışırlardı. Eskiden beri bilindiği kadarıyla flört döneminde hiçbir şekilde fiziksel temasta bulunulmazdı. Öte yandan sözlü gençler ise artık evlenmeye karar vermiş kişilerdir. Bunlar eğlence ortamlarında daha ciddi davranış ve tutum içerisinde olurlar. Eğlence toplantılarına gidilirken aynı sülaleden yada komşu olan delikanlılar bir genç kızı evinden alıp çok rahatlıkla eğlenceye yada düğüne götürebilirdi. Bu durumda kızın ailesi güvenilirlik yönünden hiçbir kuşku duymazdı. Sözlüler ailelerinin rızasıyla evlenirler. Bugünlerde pek rastlanmasa da, daha önceki zamanlarda kızların kaçarak evlenmeleri bir gelenek halindeydi. Kaçan(kaçırılan) genç kız bir ailenin yanına götürülür ve düğüne kadar da orada bekletilirdi. Arık o evin büyükleri ve küçükleri kaçırılan genç kızı kendi ailelerinden biri sayarlardı.

EVLİLİK

Çok eski zamanlardan beri evlenme konusuna büyük önem vermektedirler. Çok eskiden olduğu gibi, klan dönemi yaşamında olduğu şekilde, anne tarafından yada baba tarafından bir akrabalık ilişkisi olanlarla evlenilmezdi. Akraba evliliği konusundaki kimi katı kurallar bugün bile geçerlidir. Aynı mahalledeki delikanlıyla genç kızın evlenme istekleri bile hoş karşılanmazdı. Bu yüzdendir ki erkekler eşlerini başka köylerden veya mahallelerden seçmeyi tercih ederlerdi. Bir anne bir dakikalık bile yabancı bir bebeği emzirmişse, o bebek artık kendi çocuklarının kardeşi sayılırdı. Bu töre bugün de geçerlidir. Süt kardeşlerin evlenmeleri tasvip edilmez. Delikanlı sevip beğendiği bir kız için daha önceden bir kez “bacımdır” demişse artık evlenme konusu akıldan bile geçirilemez .

DÜĞÜNLERİ

Düğünler bol eğlenceli, yemeli, içmeli olur. Düğün öncesi komşular ve akrabalar bir araya gelerek düğün yemeklerini birlikte yapar ve hazırlarlar. Düğün sırasındaki hizmeti de yine birlikte yerine getirirler. Düğünleri yöneten bir “thamate: başkan” olur ve her şey onun denetiminde yürür. Günümüzde her ne kadar düğünler modern salonlarda yapılsa da gelenekler halen yaşatılmaya çalışılmaktadır. Evlilik yapacak gençlerin aileleri arasında başlık parasından pek söz edilmez. Ancak özellikle köylerde yapılan düğünlerde erkek tarafı geline değişik hediyeler sunar. Tarla, hayvan ve meyve ağacı gibi (Şehirde de neden olmasın…örneğin bir araba). Gelin eve girerken, bazı yörelerde eski inançlar gereği uğur getirmesi için halen bazı törensel davranışlar sergilenir. Çıkması zor olsun diye gelin eve camdan sokulur. Bu sırada evde damadın büyük babasının annesi varsa, o da artık bu evde bana yer yok, diye şakadan evden kaçmaya çalışır. Küçükleri de nenelerini durdurarak “sen her zaman bu evin büyük annesisin” diyerek evin içine alırlar. Gelin eve girdikten sonra el mızıkası ile ritim tahtası eşliğinde eğlence başlar. Genç kızlar ve erkekler karşılıklı olarak “oyuncu başı: hateyako”nun denetim ve yönlendirmesiyle oynarlar. Oyunlar ciddiyet içerisinde oynanır. Oyuna önce erkekler çıkartılıp oyun başlatılır. Hemen ardından da oyuncu başı tarafından kızlar çıkartılarak eğlence sürdürülür. Genç kızlar oyunu bırakmadan erkekler bırakamazlar. Aksine davranmak ayıptır. Oyunlar tekli yada ikili çiftlerle birlikte sergilenir. Alanda bir grup oynarken başka bir grubun da oyuna iştirak etmeye kalkışması yada ayrıca oyun başlatması ayıp sayılır. Evli erkekler düğünlerde oynayabilirken, evli bayanlar oynayamazlar. Bu arada ununu eleyip eleğini asmış yaşlı bir adam yanındakilerin de zoruyla oynamak üzere ortaya gelirse ondan küçük olan bütün kişiler ayağa kalkıp oyun bitene kadar elle ritim tutarlar ve oyun bittikten sonra, büyükle birlikte otururlar. Düğünlerde yaşlılar ve orta yaşlılar oyun alanı kenarında oturur ve oyunu izlerler. Davetlilere yemekler yedirilir, ikramlarda bulunulur. Düğün sırasında düğüne katılanlar anneye, babaya , geline yada damada hediyesini verirler. Evlenenler düğünden sonra gençlikteki tavır ve davranışlarını terk ederler ve evli kişi davranışı sergilemeye başlarlar. Büyük aile olarak yaşanan evlerde gelenek ve göreneklere tam bağlılık halen devam etmektedir. Kayın babanın yanında gelin ile damat aynı anda bulunmaz ve bulunsa da birbirleriyle konuşmazlar(dı). Babanın yanında çocuklar sevilmez(di). Evliliklerde boşanmak yok denecek kadar azdır.

CENAZELERİ

Cenazelerde akraba ve komşuların dışındaki tüm tanıdıklar da, birlikte ve dayanışma içerisinde olurlar. Mezar kazmada, cenazeyi yıkamada kimse yapabileceğini esirgemez. Cenaze kaldırıldıktan sonra ev, akrabalar ve komşular tarafından temizlenir ve düzenlenir. Yapabilecek akraba ve komşular iki, üç gün süreyle cenaze evine, sırayla yemek taşırlar.

YAĞMUR DUALARI (PSIXADZ)

Muhtemelen İslam dininden de önce var olan bir inanç şeklidir. Yazları çok kurak olduğunda yağmur duası yapılırdı. Dua, çaydaki bir birikinti suyun kenarında gerçekleştirilirdi. Duaya gitmeden önce suda pişirilmiş yiyecekler, özellikle “haluj” hazırlanırdı. Adamlar bu duaya katılmazdı. Bayanlar ve çocuklar birlikte giderler, dua ederler, sonra çocuklar ve büyük bayanlar tehlike yaratmayacak şekilde , öncelikle de sülalesinde yıldırım çarpmasından ölmüş bir bayan varsa onu, sonra da birbirlerini suya atarlardı. Ayrıca yıldırım taşı denen, baklava dilimi büyüklüğündeki, muhtemelen magmatik yeşil kayadan yapılma, basık üçgen şeklindeki bir taş(eski insan baltası şeklinde) da dua sırasında aksesuar olarak kullanılmaktaydı. Birbirlerini suya atma olayı bittikten ve kurunup giyindikten sonra da getirilen yiyecekler yenirdi. Böylece dua tamamlanmış olurdu. (Ğable kıtlık demektir. Kelimeye yalın kök analizi uygularsak anlamı “ışığını ver” demektir. Muhtemelen yıldırım tanrısına inanıldığı dönemde, yağmur yağdırması için ona dua ederlerken, “ışığını ver, ışığını ver” diye yakarıyorlardı. Böylece de kıtlık anlamındaki bu kelime ortaya çıkmış olmalıdır.)

SPORLARI

Önceleri aşırı derecede spora önem veriyorlardı. Spor faaliyetleri akşamları yapılırdı. Yaptıkları sporların bazıları çağdaş sporlara benzer görünmektedir. Tabii, yapılıyor olan bu sporlarda çağdaş kural ve inceliklerin uygulanıyor olması söz konusu değildi. Spor isimleri kelimelerle değil de oyunu anlatan cümleler şeklinde ifade edilmekteydi. Sporları aşağıda sırayla belirtilmiştir.

  • Mıuje abrıuğ: Gülle atma.
  • Mıuje zefedz: Taş atma. Taşı bacak arasından sallayarak en uzun mesafeye atma yarışıdır.
  • Pxecauşe zefedz: Lata atması. Ucu tutulan lata omuz üzerinden hız alınarak ileri fırlatılır.
  • Pxecauşe zefepç: Latayla uzun atlama. Latadan destek alınarak uzun mesafeye atlama yarışıdır.
  • Şhadepç: Yüksek atlama. Geredenin üzerinden atlama yarışmaları şeklinde yapılırdı.
  • Zefapç: Uzun atlama.
  • Şıwğaşe: At yarışı.
  • Bane: Güreş.
  • Zefaşex kızefaşex: Ebeleme oyunu.

AT KÜLTÜRÜ

Geçmişteki yaşamlarında at çok önemli bir varlık olmuştur. Öyle ki iyi bir atı çalmak, ona bir şekilde sahip olmak, her nasılsa ayıp sayılan bir durum olmamıştır. Atlarla ilgili bilgi birikimleri aşağıda verilmiştir.

  • Ğoe: Ala (Tanın al rengi); Şıkar: Yağız (Siyah); Pşeğoel: Kır (Beyaz); Tzeğoplı: Doru (Açık kestane); Ğoapşe: Kula (Kır, al, doru karışımı renk); Şışxonte: Demir Kır, Üveyik Kır; …………… : Kestane Dorusu.
  • Kulanın yele, kuyruk siyah olursa makbuldür.
  • Kır taşlıkta gidemez.
  • Yağız yokuşta gidemez, kesilir.
  • Doru her yerde gider, kesilmez.
  • Al alınmaz, makbul değildir, uğursuz sayılır.
  • Yağız göz alıcı, parlak olduğu için satışa iyi gelir.
  • Kır besiye iyi gelir, top gibi olur.
  • Binilecek en makbul at dorudur. En güzel, kibar, terbiyeli at dorudur.
  • Kula yele ve kuyruğu siyah olursa dayanıklı olur.
  • Makbul atın kafası etli değil kuru, kulakları eşek kulağı gibi değil sipsivri, burnu ince, delikleri büyük olmalı. Dudak sarkık olmamalı. Yaşlı ana taylarının dudakları sarkık, göz üzeri çukurlukları büyük olur.
  • Sağrı (Kuyruk bel arası) katır sağrısı (Omurga kemiğinin dışarıya çıkıntılılığı) olmayacak.
  • Katır tırnağı olmayacak. Katır tırnağının ucu aşağıya, dikine olduğu için yokuş yukarı iyi tırmanır. Atın hızlı koşabilmesi için tırnağının ucu aşağıya, dikine değil de yayvan olması gerekir.
  • Atın göğsü gelişkin olmalıdır. Erkeklerin göğsü daha gelişkindir.
  • Omuz üstü sağrıdan daha aşağıda olmamalı.
  • Boynu ince olmalı.
  • Boynun iki yanında kıl spirallenmesi olması makbuldür.
  • Atın dört ayak tırnağı da çarpık, çurpuk olmadan, öne bakmalı.
  • Yem torbasını ıslatmayan at makbuldür.
  • At çok hassas dudaklı olup yemin içerisindeki minik taş parçacıklarını bile kolaylıkla kenara itebilir.
  • İyi atın apış arası geniş olur.
  • Kuyruğunu kaldırıp dübüre (Kuyruk altına) yumruğu oturtunca rahat sığmalı.
  • Dümen (Kuyruk) eğri olmamalı.
  • Tırnak, diz arasının uzun olması koşu için makbuldür.
  • Tepe göz olanlar (Kafayı dik tutanlar) bastığı yeri göremeyeceği için makbul değildir.
  • Kantarmayı (Dizginin ağızdaki demirini) kemiren atlar serttir ve makbuldür. Bunlar ciğerli ve azimlidir. İlk binildiğinde kırbaca gerek olmadan fırlar giderler.
  • Kaburgaları kuş kanadı gibi açık, yani göğüs kafesi geniş olanları makbuldür.
  • Titiz atlar et tutmaz. Çabuk kesilir ve koşuda başarısızdırlar.
  • Kalıplı atlar pek koşamazlar. Koşu atı kalıbının biraz ince olması gerekir.
  • İyi at kafayı ileri geri sallamadan, kuyruğu aşağıya salmadan koşar.
ERGUN AKAY

Sayı : 2005 12

Yayınlanma Tarihi: 2005-12-01